Cennet Çocukları

Yönetmenliğini Majid MAJİDİ’nin üstlendiği dram ağırlıklı bu film (Cennetin Çocukları) 1997 yılı İran yapımıdır. Yoksulluğun, kararlılığın, paylaşmanın ve sabrın hikayesidir.

Ali, Tahran’ın yoksul mahallelerinden birinde çok fakir ancak dürüstlüğü kendilerine ilke edinen bir aileye mensuptur. Annesi hasta, babası da yoksulluğun pençesinden kurtulmak için çabalayan çalışkan ve her durumda da ailesini mutlu etmeyi bilen gururlu bir adam. Ali, Kardeşi Zehra’nın ayakkabısını tamir ettirmek üzere götürdüğü ayakkabıcıdan çıktıktan sonra bir anda ayakkabıları kaybeder ancak, babası bu kadar zor durumdayken bunu ona anlatmak yerine, aklına dahiyane bir fikir gelir. Kalan tek çift spor ayakkabısını kardeşi Zehra ile ortak olarak kullanacaklardı.

Sabahları ayakkabıları Zehra giyer, öğleden sonra ise Ali,

Her seferinde ayrı bir telaş, ayrı bir hüzün, okula geç kalmalar, azar işitmeler vs…

Ali’nin karşısında bir anda bir fırsat çıkar, Okulu tarafından düzenlenen koşu yarışı müsabakasına katılarak 3. olmayı hedefler çünkü 3. olana bir çift spor ayakkabı verilecektir. Ayakkabıları aldıktan sonra da kardeşi Zehra’ya hediye edecekti. Ancak öylesine hırs ve istekle koşar ki onun bu azmi 1. olmasına vesile olur, ancak o buna sevinmez aksine daha çok üzülür, çünkü kardeşine verdiği sözü tutamamıştır. yine hüsran…

“Bazen kazanmak aslında kaybetmektir çocuk…”

Ali ile Zehra’nın bu hikayesini izlerken belki de kendimize kızacağız, dünyadaki bir çok insanın sahip olamadığı şeylere sahip olduğumuz halde yine de daha çok istediğimiz için… aslında sadece bir çift ayakkabı bile mutlu etmeye yeterdi…

Bizler www.yenikaynak.com ekibi olarak sizlere “Cennetin Çocukları” gibi daha bir çok İran yapımı filmleri tanıtmaya çalışıyoruz. Sizlere keyifli dakikalar yaşatabildiysek ne mutlu bize,

Bizi takip etmeye devam edin. iyi seyirler dileriz…

Sevcan

Sonunda! Bir neşeli film!

[../..] Size yine bir İran filmi ile geldim; “Davul Dengi Dengine (2010)“.

Film bittabi besmele ardından Peygamber efendimizin (sas) “Nikah benim sünnetimdir ve her kim sünnetimi terk ederse benden değildir.” hadis-i şerifi ile başlıyor. İsminden ve hadis-i şeriften anlayacağınız üzere filmin konusu evlilik. Başta çalan müziği ayrıca sevdim, sonda çalan müziği de sevdim aslında, hazır bir İran filminde neşeli müzik duymuşum beğenmeyip ne yapacaktım?

Sonunda bir İranlı hayır sever ~o İranlı #AliHazayfer oluyor hem senarist hem yapımcı hem yönetmen~ çıkıp: Yahu bir tane neşeli film yapayım da milletin yüzünü güldüreyim demiş. Sadece sonu değil film baştan sona hep mutlu, hep neşeli. Şaşırdınız değil mi? Ben de şaşırdım esasen. Bunun yanında yine baştan sona diyaloglar çok güzeldi en beğendiklerimden bir tanesi şudur bkz:

davul dengi dengine çalar

(Haşa toprak olmaya şikayetimiz yok ama fikir çok güzel değil mi? ^.^)

Aslında bu amca filmde en beğendiğim karakterdi. O konuşmaya başladığında hafif tempolu sirtaki tarzı tatlı bir müzik çalıyordu.

Konusuna gelirsem: Kasım 35 yaşına gelmiştir ve hala babasıyla yaşamaktadır. Adliyeye yakın bir yerde bir kırtasiye dükkanı işletmektedir. Evlenmek için birçok kişiyle görüşse de görünüşünden veya işinden dolayı hep olumsuz cevaplar almıştır bu yüzden artık kimseyle görüşmek istemez. Bir gün dükkanına Reyhan gelir. Reyhan yeni evlenen ve çeyizini alan abisini şikayet etmek için form almaya gelmiştir. Aralarında kısa bir konuşma geçer ve Kasım Reyhan’ı abisini şikayet etmeme konusunda ikna eder. ~ İzleyince anlıyorsunuz İran’da evin neredeyse bütün eşyaları kız tarafından karşılanıyor ve çeyiz bir kızın evlenebilmesi için çok çok önemli 🙂 ~ Reyhan birkaç gün sonra Kasım’a teşekkür etmek için tekrar gelir. Kasım Reyhan’a derun bir muhabbet duymaya başlar ve Reyhan’ı istemeye giderler. İçten ve samimi bir İran filmi. Kahkaha yok tebessüm var hem bol bol. Film bittiğinde keşke dedim dizi olsaydı ve bitmeseydi hep izleseydim. İzleyin ve sevin o vakit.

Şu güzelleri de şuraya bırakayım:

Davul Bile Dengi Dengine Çalar

Allah’ım! ne güzel bir okul. <3

[../..]

evlilik manifestosu

Dediğim gibi amcayı çok sevdim. (:

Selamların güzeli üzerinize olsun.

@bitutamani

Söğüt Ağacı

Mecid Mecidi’nin yönettiği “Söğüt Ağacı” filmi ana karakter Yusuf’un dünyası gibi karanlıkla başlıyor. Sahnenin devamında karanlık, yerini dere kenarında babasıyla oyun oynayan küçük kıza bırakıyor. Karanlık ve aydınlık gelgitleriyle izleyiciyi vicdanı ve arzuları arasında kararsız bırakan film ‘’acaba ben olsam ne yapardım?’’ sorusunu sorduruyor.

Yusuf, 8 yaşında başına gelen bir kaza sonucu görme yetisini kaybeder. Kırklı yaşlarının ortalarına geldiğinde, yüzünü hiç görmediği karısı, küçük bir kızı, kendi seçmediği eşyalarla dolu bir evi, suyunun parlaklığını hiç bilmediği bir bahçe havuzu vardır. Üniversitede ders veren Yusuf’un en büyük yardımcısı ise şüphesiz eşi Rüya’dır. Yusuf mutlu ve huzurlu görünmesine rağmen yıllardır yaşadığı karanlıktan kurtulmak için Allah’a dua eder, ışığa kavuştuğunda O’na daha da yaklaşacağını adar geceleri.

Yusuf, bir sabah hastalanır ve hastaneye kaldırılır. Hastanede, gözünün arkasındaki tümörün kötüye gittiğini öğrenir ve tedavi için Paris’e gider. Sanılanın aksine test sonuçları oldukça iyi çıkar ve Yusuf’un gözleri ameliyat sonucu kısmen de olsa görmeye başlar. Yusuf, memleketine döndüğünde havaalanında sevinçli büyük bir kalabalıkla tanışır, havaalanında bir süre kalabalığa bakıp eşini ve çocuğunu tanımaya çalışan Yusuf, bir yakınının kızı olan Peri’yi görüp ona karşı hisler beslemeye başlar.

Yusuf, görmediği günlere ait tüm anılarını silmeye kararlıdır. Braille alfabesiyle yazılmış kitaplarını, anılarını, üniversitedeki derslerini, eşini ve Allah’a ettiği tüm duaları görmezden gelmeye başlar. Minnettarlık duymaktan çok uzak olan Yusuf’un annesine söylediği “4 ağaç ve 1 evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum.” Cümlesi izleyiciyi öfkeyle üzgü arasında bırakır niteliktedir.

Eşinden, annesinden ve kızından uzakta olan Yusuf, son kalan anılarını, kitaplarını, bahçeye dağıtır ve tüm geçmişini ateşe verir. Sıfırdan bir başlangıç yapacağı ilk gün Paris’teki hastane arkadaşı Murtaza’dan bir mektup alır, mektupta gözleri açılmadan önceki son halinin fotoğrafı vardır. Son gördüğü şey de bu fotoğraf olur ve Yusuf tekrar görme yetisini kaybeder.

Bu aydınlık günlerden sonra karanlığa gömülmek Yusuf’a ağır gelir ve adeta bir delilik hali içinde dualar ettiği Allah’a geri döner.

Giriş sekansında kızıyla akarsuda dal parçası yarışması yapması gibi, sürükleniyor, ıslanıyor, tümsekten geçemiyor ve kaybediyor Yusuf.

95 dakikalık film İlahi adalet, empati, aşk, merhamet, minnettarlık ve seçimler gibi kavramları izleyiciye ekran karşısında sorgulatır halde bitiyor.

Gamze Gülmez

Söğüt Ağacı

“Şimdi anlıyorum ki sen beni merhamet kitabından silip atmadın.
Beni unutmadın.
Sen benimlesin ve beni korursun.
Madem ki elimden tuttun, yalvarırım yolumu aydınlat.
Eğer bu karanlıktan çıkabilirsem, daima seninle birlikte olacağım.”

Söz vermek güzel ama onu gerçekleştirebilmek herkese nasip olur mu?

Yusuf sekiz yaşındayken bir kaza sonucu görme yetisini kaybeder. Uzun yıllar boyunca kendisine kurduğu küçük cennetinde yaşar fakat onu seven bir karısı, kızı ve annesi olmasına rağmen içinde kopan fırtınalar bir türlü dinmez. Belli etmese de acı çekmektedir. Her gün Allah’a dua eder ve aydınlığa kavuşabilmeyi umar.

En nihayetinde tedavi olmak için gittiği Paris’te görebilme ihtimali ortaya çıkar ve ameliyat olur. Sonrası bir imtihandır. Çünkü insanın çevresine kurduğu korunaklı dünyadan çıkması bazen korkutucu olabilir. Kendisini yıllar sonra aynada gören bir insan ne hisseder mesela? Şükür mü, isyan mı?

Yusuf’un imtihanı bu iki kelime arasındadır. Görebilmek büyük bir nimet olmasının yanı sıra aynı zamanda sorumluluktur. Metroda karşılaştığı bir hırsızlık olayına şahitlik ettiği halde susmasaydı belki yolu daha da aydınlık olacaktı ya da kızının bahçede açan çiçekleri ona gösterebilmek için camdan seslenmesine karşılık verseydi, hayal ettiğinden fazla sevilecekti.

Mecid Mecidi’nin yönetmenliğini yaptığı “Söğüt Ağacı” 2005 yılında çekildi. Oyunculuklar ve konu izleyenleri bir hayli etkileyecek türden. Sahip olduklarının değerini anlayamayanların yaşadığı ikilem ve olumsuzlukları başarılı bir şekilde aktarıyor.

Başrolleri Perviz Perestui ve Rüya Teymuriyan paylaşıyor. Perviz Perestui’nin kariyeri henüz on beş yaşında iken Çocuk ve Gençleri Zihinsel Eğitimi Kuruluşu’nun Gençlik sarayındaki tiyatro grubuna katılmasıyla başladı. Sinema dünyasına da 1983’te oynadığı “Aşıklar Diyarı” isimli filmle adım attı. Ve 2016’da Uluslararası Fecr Film Festivalinde “En İyi Erkek Oyuncu” seçildi.

Rol arkadaşı Rüya Teymurian ise “Görüşme Hasreti” adlı filmle oyunculuğa başladı. Devamında “Söğüt Ağacı, Onuncu Gece, Kadınların Zindanı” gibi başarılı yapımlarda rol aldı.

Söğüt Ağacı, insanın kendi yaşamını ve davranışlarının sonucunu düşünmesini sağlayan başarılı bir film. Zira yazının başında paylaştığımız Yusuf’un duasının ilk iki cümlesini sona saklamıştık. Filmin özeti olacak nitelikte midir, değil midir, kararı siz verin.

“Hatalı olduğumu biliyorum,
En büyük hatam senin büyüklüğünü yeterince bilmemekti…”

Merve Eren

Davul Bile Dengi Dengine Çalar

İnsanların üst mevkilere olan ilgisi, günümüzün en büyük problemlerinden biridir. İslami İran’ın Meşhed kentinde çekilen “Davul Dengi Dengine Çalar“, fakirliğin insanlar üzerindeki etkilerini en açık şekilde anlatıyor.

2010 yapımı olan filmin oyuncuları, Keyvan Sebağ, Said Velizade, Pervane Masumi, İlahi Şahperest, Mercan Alevi. Yönetmen koltuğunda ise Ali Hazaifer oturuyor. Oyunculardan Pervane Masumi oynadığı “Rubab’ın Çeyizi” ve “Şanlı Hayat” adlı filmlerdeki başarılı performansı ile Uluslar arası Fecr Film Festivalinden üst üste Kristal Simurg ödülünü kazanmış başarılı bir isim.

Karakterlerin hepsinin şahsına münhasır olduğu söylenebilir. Başrol oyuncularından biri Kasım. Otuz beş yaşında, fotokopi makinesi satarak geçimini sağlayan ve babasıyla yaşayan bekar bir adamdır. Hayata karşı oldukça mütevazi fikirlere sahip olan Kasım’ın evlilik konusunda önündeki asıl engel, maddiyatı önemseyen yengesidir.

“Fakirlik ayıp değil. Ama, insan kendi sosyal sınıfından biri ile evlenmeli.”

Kasım yengesinin bu tavrına rağmen, kalbin mutmain olduğu yerde kendi kararına güvenmenin ne kadar önemli olduğunu gösterecektir.

Filmin diğer karakterleri Said ve kız kardeşi Reyhane. Reyhane bekar ve çeyizini hazırlamış bir genç hanımdır. Hayırlı talibiyle karşılaşacağı günü bekler.

Ağabeyi Said ise ona nazaran biraz daha hayatın içindedir ve bir kızı sevmiştir. Evlenmek için acele ettiklerinden eşyalarını tamamlayamazlar. Said’in aklına kardeşinin çeyizi gelir. Bir gün hepsini alıp kendi evine getirir. Kadere bakın ki yaşanan bu talihsizlik Reyhane’nin hayatını değiştirir.

Tüm bunların dışında, Kasım’ın babası ve onun naif düşüncelerini de unutmamak gerek. Oğluna evliliğin insana ne gibi sorumluluklar yüklediğini anlatırken daima iyiliği ve karısına karşı yapması gereken güzel davranışları öğütler. Zaman zaman da geçmişin özlemlerine dalıp anılarını canlandırır. En dikkat çeken özelliği ise daima gülümseyen yüzü.

Bir de kitaplara olan bağlılığı var. Okumayı o kadar çok seviyor ki, kahvaltı sofrasına çağrıldığını bile duymak istemiyor. Masaya oturduğunda yemek yemeden önce hayal dünyasından birkaç hazineyi çağırıyor:

“Ne güzel olurdu gerçekten,
İnsanlar ölünce kitap oluverselerdi.
Hayatlarının kitabı olurlar,
Sonsuza kadar yaşarlardı.”

Asıl zenginliğin sahip olunan malın miktarıyla değil, kalbin mutluluğu ile ilgili olduğunu şu cümlelerle özetleyen film bittiği zaman damağınızda tatlı bir his bırakacak:

-Biz çocukluğumuzdan beri fakiriz.

-Annen seni seviyor, kız kardeşin seni seviyor, karın seni seviyor. Nasıl fakirim dersin?

Merve Eren

Elma ve Selma

Allah’ın ayetleri unutulur mu? Pekiyi yasakladığı şeyler?

İnsanlar artık birçok şeyi göz ardı ediyor. Yaptıklarının sonucunu düşünmeden, en önemli meseleleri basite indirgeyerek yaşamak öylesine kabul görmüş ki küçük bir detay peşine düşüp Allah rızasını kazanmaya çalışanlara “garip” gözüyle bakılıyor. İşte onlardan biri de Sadık.

Elma ve Selma” toplamda seksen dakikadan oluşuyor. Yönetmen koltuğundaki Habibullah Behmeni senaryo, yapımcılık ve müzik gibi pek çok konuda inisiyatifi üzerine almış. Ortaya da diyalogu az olsa da içeriği oldukça derin bir hikaye çıkmış.

Başroldeki kahramanımız Sadık bir din öğrencisidir. Ailesinin yanına gelir ve annesi ona güzel bir kız bulduğunu söyler. Bir bohça hazırlayıp eline tutuşturur. Yola çıkan Sadık başına geleceklerden habersizdir. Araç beklerken yan tarafında bulunan seyyar satıcıyı fark eder. Adam yaşlı ve tek başınadır. Bir su satın aldıktan sonra adamın davetiyle yanına oturur. Bir oğlu olduğunu öğrenir, ancak her zaman gelmemektedir. Sadık’ın amcaya sorduğu soru insanı düşüncelere sevk edecek bir cevabı içinde barındırır:

-Demek burada yalnızsın?
-Hayır değilim, birisi var ki hep benimle.
-Kim?
-Beni hiç terk etmeyen birisi.

Bu diyalog filmin özeti diyebiliriz. Allah’ın daima yanında olduğunu unutmayan kişi, hataya düşmekten imtina eder, kendini olabildiğince korur. Ancak bu her zaman mümkün olmayabilir.

Sadık yolda karşısına çıkan bir bahçeye girer. Olaylar da bundan sonra başlar. Sert bir rüzgar esmektedir ve namaz kılmak için bir elma ağacının altına seccadesini serer. Huşu ile namazını eda edip kalkmak üzereyken elma ağacından bir elma önündeki suya düşer. Kırmızı, albenisi bol bir elmadır. Bir anlık gaflet ardından gelecek vicdan azabının habercisidir. Elma’dan aldığı ısırık Sadık için azaba dönüşür. Artık tek isteği bahçe sahibini bulup, helallik istemektir.

Unutmamak gerekir ki Sadık gibi her hücresiyle Allah’ın emirlerine kendini adamış bir insan dahi zaman zaman nefsine yenik düşüp heveslerine kapılabilir. Düzeltmeyi istemek kişinin vicdanına kalmıştır.

Sadık önce bahçe sahibi sandığı bahçıvanla konuşup durumu düzeltmeye çalışır. Gerçeği öğrenince üzülse de işin peşini bırakmaya niyeti yoktur. Aldığı adres neticesinde gerçek sahibi bulmak için harekete geçer ve Selma ile de orada tanışır.

Dikkati çeken noktalardan biri Selma ile Sadık arasındaki konuşmadır. Selma tek bir elmanın önemi olmadığını söyler. Sadık ise azın çoğa götürdüğünün farkındadır.

Daha sonraki bir sahnede Selma bahçıvanın yanına gider. Yine tek bir elmanın önemli olmadığı mevzusuna girer. Bahçıvanın cevabı unutulanları hatırlatmak adına bir ders niteliğindedir:

-Ha bir elma yemişsin, ha bir bahçe. Ya da tüm ülkeyi. Haram haramdır!

Film şu ayetle başlar;

“Allah onların önce işledikleri en kötü suçları bile örtecek ve ettikleri iyiliklerin mükafatını daha da güzel bir surette verecektir. Allah kuluna kafi değil midir?”

Ve ardında düşünecek çok şey bırakarak yine aynı ayetle sona erer.

Merve Eren

Allah’ın Boyası

“Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım,
Ve onu bulduğumda kalbimin bütün sırları dahil her şeyi anlatacağım…”

1999 yılı İran yapımı olan bu film İran’lı yönetmen Macid MECİDİ’nin muhteşem eserlerinden yalnızca biri, yine etkileyici performans… tıpkı “Cennetin Çocukları”nda olduğu gibi.

Allah’ın Boyası adlı Film; gözleri görmeyen küçük Muhammed’in hayat karşısındaki asil duruşunu, sabrını, zekasını, azmini ve de merhametini anlatıyor. Okul bahçesinde beklerken ağaçtan düşen kuş yavrusunun seslerine kulak verip küçücük parmaklarıyla gözleri görmediği halde yuvasına bırakmak için ağaca tırmanacak kadar cesur ve merhametli bir yürek…

Dün gece filmi izlerken kendimi “gözleri görmeyen Muhammed mi? yoksa bizler miyiz?” demekten alıkoyamadım.

Muhammed küçük yaşta annesini kaybetmiş, gözleri görmediği içinde eğitimini Tahran’da körler okulunda devam ettirir. Öylesine sükunetli ve inançlıdır ki hiç yılmadan parmaklarıyla tüm hayatı keşfetmeye çalışır. Bir çok gözleri görenden bile daha iyi görür aslında…

Küçük Muhammed yaz tatili olunca sabırsızca babasının kendisini gelip almasını bekler. Ancak; Baba Haşim ise yalnızlık korkusuna bürünmüş, inançsız, sabırsız hatta öyle ki oğlundan bile vazgeçecek kadar hayatın esiri olmuş bir zavallı… oğlunun devamlı suretle okulda kalmasını ister ancak okul yönetimi buna izin vermez ve alır köyüne götürür. Nine, torunu Muhammed’i dört gözle beklemektedir. Bilgeli, sabırlı bir kadın, torununa ve oğluna doğru yolu göstermek için çabalar durur. Ancak baba haşim öylesine hırsının esiri olmuştur ki oğlunu çoktan gözden çıkarmıştır ve onu bir marangozun yanına verir…

Sonrasında da büyük bir pişmanlık, hüzün ve gözyaşı…

Filmin devamını anlatıp da büyüsünü bozmak istemem. Eksik ve perişan cümlelerimle sizlere Allah’ın Boyası adlı film hakkında biraz bilgi vermek istedim. Sürçü lisan ettiysek affola… ancak siz benim yazıma aldanmadan mutlak suretle filmi izleyin, tavsiye edilir…

İran filmlerine ilgi duyanlar için yeni adresiniz www.yenikaynak.com sizlere hizmet vermekten gurur duyar.

Yeni Kaynak ekibi olarak iyi seyirler dileriz.

Sevcan

Gülçehre

Tam bir başyapıt niteliğinde olan bu film baştan sona dram kokuyor. Müthiş bir aşk, müthiş bir azim…

Yönetmenliğini Vahid Musaiyan’ın üstlendiği 2011 yılı İran yapımı olan bu eser gerçek bir hikayeden alıntıdır. Filmin baş kahramanlarından Eşref Han, ülkedeki iç savaşa ve Afgan talibanlarının tüm zalimliklerine ve uyarılarına rağmen dedesinden babasına, babasından da kendisine miras kalan Gülçehre Sinemasını yeniden açarak insanları bir nebze olsun eğlendirmek ister. Ancak, taliban; ahlaki değerlerin bozulacağı ve ortalığın fesada bürüneceği bahanesiyle Afgan film arşivini yok etmek istemektedir bu nedenle de sinemanın açılış gününde taliban örgütlerince bombalı saldırı gerçekleşir ve bir çok kişi katledilir.

Eşref Han, bölgede doktorluk yapan, daha önce bir savaşta eşi şehid olan Ruhsare’ye aşıktır. Ruhsare de ona karşı çok saf ve derin duygular beslemektedir. Sinema saldırısında Eşref Han, Ruhsare ve dostları kaçmayı başarır, bir süre saklanırlar ancak bu durum fazla sürmez ve yakalanırlar….

Eşref Han, taliban örgütünün başı Molla Kadir tarafından kurşunlanarak katledilir. Ruhsare’yi ise zorla kaçırarak nikahlar ve ondan bir kızı olur. Ruhsare kızının adını Gülçehre koyar. Bir süre sonra oradan kaçar… aklında ve kalbinde hep Eşref Han vardır…

Filmde yobaz zihniyetler yüzünden kararan hayatlar, ölen insanlar, ve tabi ki cehalet gözler önüne seriliyor. Bu denli sıkı yönetimin bulunduğu yerlerde bile aşkın yeşerebileceğini, umudu, azmi ve sabrı öğretiyor…

Kesinlikle izlenmeye değer bir film, akıcı, sürükleyici, izleyiciyi sıkmayan bir profesyonellikle işlenmiş. Filmi izlerken bir yandan Eşref Han ve Ruhsare arasındaki aşk nedeniyle duygulanıp, bir yandan da haksızlıklar sebebiyle sinirden yerinizde duramayabilirsiniz.

Sevgili film severler biz Yeni Kaynak ekibi olarak gerçek bir hikayeden alıntı olan bu filmi sizler için derleyip sayfamızda yayınladık. İran filmlerini izlemekten zevk alanların tek adresi olmaya adayız. Sizin memnuniyetiniz bizim için değerlidir.

İyi seyirler dileriz…

Sevcan

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Geçmiş ve gelecek arasında gidiş gelişlerle dolu bir aşk filmi. Senin Dünyada Saat Kaç?

2014 yapımı Fransızca ve Farsça dillerinde çekilmiş olan İran Filmi; Senin Dünyada Saat Kaç? Filminin samimi ve içten duygular içermesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi hiç şüphesiz başrolleri İranlı meşhur oyuncu Ali Musaffa ile eşi Leyla Matemi’nin oynaması olmuştur. Bu iki oyuncunun gerçek hayatta karı koca olması filme inanılmaz duygular kazandırmıştır.

Felsefi ve Romantik olan bu film de Guli 20 yıl sonra Fransa’dan memleketine döner. Ve yıllardır kendisine âşık olan ancak bunu hiç belli edememiş “Divane Ferhat” ile tanışır. Film bu noktadan sonra Ferhat’ın Guli’ye her şekilde sevgisini belli etmeye çalışması ile devam eder. İlginç tavırları sempatik hareketleri ile Guli’nin dikkatini çekmeyi başaran Ferhat çocuklukta aynı sınıfta okuduğu Guli’ye dair tüm anıları biriktirmiştir. Guli’ye ait bütün eşyaları 20 yıl sonra Guli’ye gösterdiğinde Guli’ye gerçekten de deli gibi aşık olduğunu ispatlamıştır.

Gerçek aşkın tene dokunmak olmadığı saf kalp ile sevmenin mümkün olduğunu gösteren bir İran filmi izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyoruz.

İyi Seyirler Dileğiyle…

bilgiliyazar

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Umut veren İran sinemasından duygusal bir film daha; Senin Dünyanda Saat Kaç? İlham veren oyunculardan farklı bir aşk hikayesi. Tek gecelik aşkların yaşandığı günümüze tezat masum bir anlatım.

Kökleri İran’da olan genç güzel bir kadının eve dönüş hikayesini duygusal bir çerçeveden izliyoruz. Kahramanımız Güli annesi Havva’nın ölümüyle yaşadığı Paris’ten kaybettiği ailesinin evine İran’a döner. Döner dönmez eski bir çocukluk arkadaşı tarafından karşılanır, Ferhat. Ferhat; yarı deli, yarı sanatçı ruhu, sevgi dolu bakışları ve hayatı sorgulatan sorularıyla Güli’nin kafasını karıştıracaktır. Oysa Güli’nin Paris’te Antoine adında bir erkek arkadaşı vardır.

Ferhat aslen çerçevecilik yaptığı halde dükkanı yağlı boya tuvallerle doludur. Felsefe ve sanat ruhuna işlemiştir. Aynı zamanda Fransızca dersler vermektedir. Entellektüel açıdan tam donanımlı deli Ferhat, Güli’nin sevdiği şarkıyı yıllar geçmesine rağmen unutmaz ve her fırsat bulduğunda bu şarkıyı Güli’ye fısıldar. “Kara gözler… Derin gözler… Gelmemi bekleyen gözler… Tüm sırlarımı bilen gözler…”

Ferhat, Güli’ye yıllardan beri aşıktır ve Güli yokken Güli’nin annesi Havva ile bolca vakit geçirir, Güli’nin sevdiği sevmediği her şeyi öğrenir. Çocukluklarından beri tanıştıkları için Ferhat, Güli’yi gözlemlemiş, hafızasına sevdiği şeyleri yazmış, onun farklı ve özel olduğunu hissetmiştir. Kışın sobanın üzerinde yanan portakal kabuğu kokusunu Güli küçükken çok sevdiğini söylemiştir ve bir sahnede küçük Ferhat okul teneffüsünde portakal kabuklarını sobanın üzerinde kurutur, o tam bir romantiktir.

Ferhat’ın tüm hayalleri Güli’ye doğrudur. Filmde tüm bunları küçük detaylarla vermeleri izleyici filme bağlamakta Ferhat’ın hayallerinin canlandırıldığı sahneler tatlı bir dokunuş hissi yaratmaktadır. Ferhat’ın sakladığı bavuldan çıkanlar Güli’yi çok şaşırtacaktır. Aynı zamanda Güli annesi hakkında bilmediği tüm sırları yavaş yavaş öğrenecektir.

Film İran’ın kuzeybatısında Gilan Eyaleti’nin yönetim merkezi Reşt’te geçmektedir. Reşt Hazar Denizi kıyısında önemli bir ticaret ve turizm merkezidir. Dolayısıyla filmde mekan olarak bol ağaçlı, deniz ve martıların olduğu güzel bir şehri de tanımış oluyoruz. Filmi izlerken doğunun mistik gizemli yanını, kültürel ögelerini de görmek mümkün. Balık pazarı, renk renk baharatlar, oymalı dolaplar, dantellerle örtülü mobilyalar aslen doğudan biraz da kendimizden bulabileceğimiz küçük detaylar.

Sahnelerde kullanılan müzikler sahnelere tam anlamıyla oturmuş, sahnelerde geçişi sağlamakta oldukça başarılı. Hem hüznü hem neşeyi müziklerle birlikte daha iyi hissediyoruz. İran’ın sanata verdiği değeri filmin her detayında gözlemlemek mümkün. Filmde İranlı başarılı, üniversite mezunu gençlerin neden Avrupa’ya gittikleriyle ilgili konuşmalara rastlıyoruz ve hak veriyoruz.

İran’ın kültürünü, adetlerini, geleneklerini öğrenmek isteyenler için güzel bir film. Filmin zaman zaman geçmişe gidip bazı olayları açıklaması filme farklı bir nostalji katıyor. Filmin adı neden “Senin Dünyanda Saat Kaç?” bunu küçük sürprizlerle filmin sonlarına doğru anlıyoruz. Samimi oyunculuklarını ortaya koyan Leyla Hatemi ve Ali Musaffa’dan gerçekten izlenmeye değer bir film.

Ceren Kurt