İşte aşkın en zirvesinde şefkat peleriniyle esen rüzgarda o masum duruşuyla bizi bekleyen bir kadın, bir maşuk, bir anne, Meryem (Nigar Cevahiriyan) ve şehvetten uzak fakat pişmanlık ateşiyle yanan bir erkek, bir aşık, bir baba, Rıza (Şahap Hüseyni).
Konuşurlarken, hani daha ağızlarından bir kelime çıkmadan hemen önce mahcup olmaya başlayan insanlar vardır; peltek insanlar. Onlar diğer insanlardan, onlar bizlerden farklıdır. Ben böyle inanıyorum daha doğrusu. Pelteklik mahcubiyeti arttıran sebeplerden biridir benim için. İşte ben bu filmi izlerken aşkın o ateşini kuvvetlendiren, aşkın o yakıcılığını ve cazibesini yükselten bir şeye şahit oldum ama adını koyamadım. Samimiyet? Muhabbet? Fedakârlık? İyi niyet? Hoşgörü? Sadakat?…
Hayır hayır, bunların hiçbiri değil. Bu saydıklarımızın hiçbiri aşka haricen zerrece dokunabilecek şeyler değil, bunlar zaten parça parça aşkın içinde olan fakat aşkın sabitesi olmayı başaramayan şeyler. Benim bahsettiğim tamamıyla daha farklı bir kavram. Bu filmi izlerken adını koyamadığınız o şeyin cazibesi sizi alıp bir buçuk saat boyunca bir ateşin etrafında dolandırıyor, sıcaklığını, kendisine çeken cazibesini hissettiriyor fakat sizi içine atmıyor. Meryem ve Rıza’nın aşkından sonra o ateşin içinde değil dışında kalıyor olmanız canınızı daha çok yakıyor. Çünkü insan iki ateş arasındadır. Aşkın ateşi içinde yok olmuyorsanız, cehennem ateşinin içinde helak oluyorsunuz. Başka bir seçeneğiniz yok.
Meryem ve Rıza, diğer insanlardan farklı. İçinde yaşadığımız dünyanın içinde yaşadığımız çağında içinde bulundukları durum, hastalık olarak nitelendiriliyor belki fakat bu filmi izleyip de kim böyle hasta olmak istemez ki? Onları birbirleriyle tanıştıran daha doğrusu tanışmalarına vesile olan şey de zaten onları diğer insanlardan farklı kılan durumları. Film kısa bir tanışma hikâyesinin hemen ardından olayın göbeğine giriyor. Mutlu bir ailenin olmazsa olmazlarını ortaya sererek; bir anne, bir baba ve bir evladın hayatlarının bir iki haftalık kesitini sunuyor. Burada filmi anlatacak değilim, zaten film yazılarının nasıl yazıldığını bilmemekle birlikte filmi anlatan yazıları da sevmediğimi belirteyim fakat şunu söylemeden de geçersem yazdığım bu yazı çökecekmiş gibi hissediyorum. Bu filmi bir ben izleseydim ve yeryüzünde başka kimse izlemeseydi, yönetmen bu durumdan şikâyetçi olmazdı. Fakat ben izledikten sonra benden sonra da bir kişinin izlemesini istiyorum. İstiyorum denemez aslında buna, benden sonra da bir kişinin izlemesi gerekiyor. Böyle zamanlarda Nietzsche’nin şu sözü geliyor aklıma, “Büyük insanlar zorunludur.” O büyük, o benim gibi muhakkak bu filmi izlemesi gereken ama filmin varlığından bile habersiz olan o insan bu filmi kaçırmıştır, ıskalamıştır belki. Yazıyı okuyup filmi izleyen birçok kişi, söylediklerimin çoğunu hatta belki hiçbirini göremeyecek, bulamayacak filmin içinde. Canımız sağ olsun. Ama o bir kişi izlerse… O izledikten sonra zannediyorum zorunluluk yerini bulmuş olacak hem yönetmen için, hem senarist için, hem oyuncular için hem benim için. Bu yazıyı böyle, yani kelimeleri cümleleri yorarak anlatmayabilirdim belki ama dilim başkasına dönmüyor. Bunca yorgunluğa rağmen yazdım çünkü bu benim yükümlülüğümdü. Nietzsche’den bir söz söyleyip de buraya İbn-i Arabi’den bir söz bırakmamak edepsizlik olurdu. O halde şunu hatırlayalım, “Benim dayanağım yükümlülüğümdür”.
“Resim Havuzu (Howze Naghashi)”
Bir filmden çok daha fazlasıydı benim için, çok film izlemiş biri değilim fakat izlediklerim içinde de en iyisiydi.
Hüsameddin Bayraklı