Kategori arşivi: Öykü Defteri

Suya Düşen Elmanın Ardından

“Kulakların rüzgar, yaprak, ağaç ve su seslerine alışkın değil. Alışmalısın! Çok güzel bu! Kuşların şarkıları birbirinden farklıdır, Tanıman gerekir. (Bunları) duymayan sağırdır. Ama, çokları bilmez.”

Bir zamanlar, zihnimde dolaşıp duran bir sorunun ardından gelen ayeti yazmıştım buraya: “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer-36) Bugün tam da bu ayetle başlayan bir film izledim; “Elma ve Selma“. Şimdi, yine hem bu ayet hem de filmin getirip kucağıma bıraktığı sorularla geziniyorum. Nicedir unuttuğum, unuttuğum için de kendime kızdığım sorular, unutulmaması gereken sorular, içinde cevabını bir tokat gibi saklayan sorular…

Film, bir din öğrencisinin suya düşen bir elmanın ardından gidişinin hikâyesi, eve dönüşle başlayan bir yolculuk hikayesi. Din öğrencisi Sadık ailesini ziyarete gelmiştir, çiçeklerin, diz boyu otların arasında geçerek eve ulaşır, babasının serasında, çiçeklerin ve ağaçların içinde, annesinin bakımı, ilgisiyle cennet gibi bir hayatın ortasındadır. Üstelik, annesi onunla evlendirmeyi düşündüğü melek gibi bir kızdan bahseder. Melek diye mırıldanır Sadık, aklına babasının ona çocukken anlattığı bir hikâye gelir, babasının sonunu bir türlü anlatmadığı bir hikâyedir bu, iki meleğin hikayesi: Görevleri hakkında konuşuyorlarken, bir melek diğerine “Niçin yeryüzüne indin?” diye sorar. O da, bir kâfirin balık tutmaya çıktığını, ama hiç balık tutamadığını anlatır ve der ki:  “Ben de, geldim ki, ağına birkaç balık göndereyim, gününü kurtarsın.”

Babasından hikayeyi tamamlamasını ister Sadık.  Babası, şimdi tam da hikâyenin kalanını sana anlatma zamanı diyerek anlatmaya başlar:

İkinci melek, “Sabah erkenden işe çıkan bir adamı ziyaret edeceğim” der. “O adam bugün oruç tutuyor. Görevim, onun iftar edeceği vakit, küçük sofrasını dağıtıp, yemeğini toprağa bulaması için, rüzgâra emir vermemdir.”

Filmin hikâyesi de sanki ikinci meleğin görevini yerine getirmesiyle başlar. Sadık tam eve dönmüşken, kendine bir ev kurma hazırlıklarıyla yola çıkmışken, yol onu bambaşka bir noktaya sürükleyecek, sevinçle oturmak üzere olduğu sofrayı rüzgâr dağıtacaktır.

Sadık’ın yolda namaz kılmak için girdiği bahçede kuvvetlice esen rüzgârla bir elma dalından kopar ve suya düşer. Sadık elmayı alır ve yer. Sonra bu bahçenin bir sahibi olduğunu fark eder, helallik istemek için yanına gider ancak bahçenin gerçek sahibi o değildir. Bahçenin gerçek sahibini aramak için yolculuğuna devam eder.

Bu yolculukta Sadık’ın karşılaştıkları, yaptıkları bizim de kafamızda sorular uyandırır, onun yerinde olsak böyle davranır mıydık? “Ne olacak, suya düşmüş ye gitsin.” diyen adamın sözleriyle yetinir miydik? Bu çağdan bakıldığında (sen gerçekten asrımızda mı yaşıyorsun, diye sorar Selma) bir yerlere oturtamadığımız, anlayamadığımız bir yoldadır Sadık, yediği her lokmanın helal olması endişesinin ağırlığını taşıyarak ilerler. Gerçekten mi deriz Selma gibi, bir elma için mi, bir tanecik elma, ne önemi vardı, zaten suya düşmüştü.

Filmi izlerken kendime sık sık şu soruyu sordum: Neden Allah’ın emrettiği yoldan yürümek, O’na yakın olmak için uğraşmak adına insanların peşinden bunca koşturuyor, bir “helal ettim”i duymak için neden bu kadar acı çekiyor? Bir yerlere çekilip ibadetle meşgul olmuyor ya da tövbe etmiyor? Tam da hayatın içinde, ayağının kaymasına bu kadar yakın olduğu bir yerde çok dikkatli adımlarla ısrarla yürümeye çabalıyor. Onun sorumluluğunu sessizce üstlenerek, şikayet etmeden, kimseyi suçlamadan, kaderini kabullenerek yürüyüşünü anlamaya çalışırken şu ayet geliyor aklıma: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemedir, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” (Ahzâb, 33/72)

Sadık, bir elmadan ne olur ki, demeyip oradan oraya savrulurken sanki o dağların yüklenmediği emaneti taşıyor sırtında. Elmanın sahibini bulmaya çalışırken çektiği acının büyüklüğünün kaynağı burada yatıyor aslında, dağların yüklenemediği sorumluluğu sırtına alışında.

Sorumluluk denilince insanın kendisiyle mücadelesi de başlıyor, sorumluluk ancak yalnız başımıza taşıyabileceğimiz, bir başkasına yükleyemeyeceğimiz bir şey çünkü, ayetlerde  de herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğu sık sık vurgulanıyor, bu yanıyla biraz ölüme benziyor sorumluluk, herkes nasıl kendi ölümüne ulaşacaksa sonunda kendi yaşamının sorumluluğunu da üstlenmek, bu yüzden işe kendinden başlamak zorunda. Başkalarının neyi ne kadar doğru yaptığını ölçmekle, eleştirmekle ya da başkalarının söyledikleriyle, yaptıklarıyla uğraşmakla değil, kendi nefsiyle savaşmakla yükümlü.

İnsanların ne düşündüğü, neyin çoğunluk tarafından doğru kabul edildiği, yapacakları nedeniyle tuhaf bulunup bulunmadığı önemli değil Sadık için. Allah’ın emrettiklerinden bir adım dâhi sapmama gayreti içinde yürüyor o. İnsanlarla meselesini halletmeden gidip eğitimine devam edemiyor. Öğrendiklerini, bildiklerini yaşamında gerçekleştirmeden rahat uyuyamıyor. Bilmekten çok yaşamaya, bildiklerini yaşama geçirmeye önem veren bir dinin mensubu olarak suya düşen bir elmanın ardından gidiyor bu yüzden.

Filmin ardından şunu dedim kendime; çok uzaklarda aramaya gerek yok, imtihanımız burada, birbirini izliyormuş gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan günlerimizde, zamanlarımızda, yürüdüğümüz yollarda, söylediklerimizde, peşinden koştuklarımızda gizli. Başkalarının iyiliğinde/kötülüğünde değil, kendi nefsimizle ettiğimiz mücadelede gizli. “Neden korktun?” sorusuna Sadık’ın verdiği “kendimden” yanıtında gizli.

Öykü Defteri

Altın ve Bakır

Bu akşam izlediğim “Altın ve Bakır” filmi; bilmekle yaşamak arasındaki derin uçurumun hikâyesiydi. Tahran’a ilim öğrenmekle meşgul olacağı bir hayatın özlemiyle gelen Seyyid Rıza’nın, kendini zorlukların, sırtına ağır gelen yüklerin içinde, kitaplarla haşır neşir olmayı beklerken yaşamını sürdürme mücadelesinde bulmasının, aşkı bilmesinin öyküsü.

Aşkın öyküsü elbette kelimelerle anlatılamaz, ateşin içine kendini atmadan, yanmadan anlaşılamaz, kitaplardan okunamaz. Şems’in Mevlana’ya kitaplarını attırması, Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kiyl-ü kâl imiş ancak.” demesi geliyor hemen aklıma. Şüphesiz bu sözleri, örnekleri de ancak sınırlı bilgimizle anlayıp anlamlandırabiliyoruz. Okuyarak anladığımızı zannediyoruz, düşünerek çözdüğümüzü, sonuçlara ulaştığımızı. Akılla dünyayı dize getirebileceğine, akılla gelişmeye, ilerlemeye inanan insanları gördükçe, Ayşe Şasa’nın,  Delilik Ülkesinden Notlar kitabında yazdıklarını/yaşadıklarını anımsıyorum hep.  “En çok güvendiğim şey olan zekam beni terk edip gidip gelmeye başladı. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. İnsanın aczi neymiş? Dünyaya aşağıdan bakmak neymiş? Dara düşmek, derde düşmek, güvendiğin dağlara kar yağmak neymiş? Unutulmak, dışlanmak, kaybeden kişi olmak, düşen kişi olmak neymiş? Bunların hepsini öğrendim. Ve buradan, sıfırdan başlayan bir eğitimle başka bir türlü dünyaya adım attım.”

Tahran’a eğitim için gelen Seyyid Rıza da kendini hiç beklemediği bir yerde bulup sıfırdan başlıyor hayata. Düştüğü yerden, dışlandığı, kınandığı, çaresiz kaldığı yerden. Buradan içine bakıyor, acısıyla burkulan kalbine, çocuk haline… Karısının MS hastası olduğunu söylüyorlar hastanede, bir doktor diğerlerine:  “Bakın işte size bir MS vakası, merak ediyorsunuzdur.” diyerek veriyor bu haberi. Eşini, hastalık hakkında doğru düzgün bilgilendirilme gereği bile duymuyorlar. İzlerken bağırıp çağırmak, hastayı bir vaka olarak görenlere  haykırmak geliyor insanın içinden. Seyyid Rıza susuyor.  Zehra onu inceleyen, hasta yokmuş, yalnızca hastalık varmış gibi davranan doktorların konuşmalarına dayanamayıp yüzünü örtüyor.

Hastalıkla birlikte, hem Seyyid Rıza hem de Zehra için sahip oldukları şeylerden bir bir vazgeçtikleri acı dolu bir süreç başlıyor.  Zehra en iyi bildiği yerde, evinde bir yabancı gibi kalıyor, yürümekte, ellerini kullanmakta zorlanıyor, çocuklarına bakamıyor.

Çoğalttığımızı, arttırdığımızı sandığımız bilgimiz acıyla sınandığında kuruyup dökülüyor, geriye hiçbir şeyi olmayan insan kalıyor, sonsuz dünyada bir nokta, dünyanın merkezinde sandığı, hep sürüp gidecekmiş gibi gördüğü hayatı varla yok arası, kendisine ait sandığı her şey; sağlığı, yürümesi, konuşması, görmesi, bilmesi, elleri, ayakları kendine ait değil, her an bir uçurumun kıyısında düşmeye yakın.

Seyyid Rıza ve Zehra rahat ve düzenli bir hayattan dağınık ve meşakkatli bir hayata düşüyorlar aniden, hiç beklemedikleri bir anda. Gün be gün kötüleşen hastalık bir yandan, ekonomik sıkıntılar bir yandan bastırıyor. “Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum” (Sezai Karakoç, Yağmur Duası) olduğu yerde duruyorlar sanki, bizim kelimelerle bil/e/me/diğimiz yerin tam ortasında inançla, aşkla duruyorlar.

“İnsanlar kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden okuyorlar, çünkü kelimelerin anlamları, o kelimeleri kullanan kişilerin tecrübeleri ile farklılaşır.” (Ömer Mikail Burka; Sufiler Arasında) diyordu bir kitapta. Seyyid Rıza ve Zehra acıyla sınanırken kelimeleri azalıyor belki ama kelimelerinin anlamları derinleşiyor.

Bir caminin kapısının dışında duruyor Seyyid Rıza sessizce, belki içeride olup da dersi dinlerken erişemeyeceği her şey kalbine doluyor böylece. Kapının önünde karmakarışık duran ayakkabıları temizliyor, düzenliyor, gururu, kibri akıp giderken, şu sözlerle kulaklarında:  “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı, bir hazine ya da bir kimya bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır gerisi çer-çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşkın ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”

Öykü Defteri