Altın ve Bakır – İran Filmi (2011)
“Herkes, bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Aşk ilmi (Allah’a duyulan aşk) hiçbir kitapta yazmaz.”
“Sevgi acıları tatlılaştırır
Bakırı altına dönüştürür.”
Ya da bir Mollayı gözünün ışığını
sevdiği için feda eden bir Babaya.
Filmin mükemmeliyetini anlatmak, kelimelere dökmek o kadar zor ki neresinden başlamalı neresinden bitirmeli bilemiyorum.
Yeterince anlatıp sizlere aktaramayacağım ondan eminim ama eğer azıcık da olsa tasavvufla ilgiliyseniz o zaman bu filmi asla kaçırmayın. Gösterilenden daha çoğunu anlatan bir film, bir başyapıt ama yine biliyorum ki herkesin sevebileceği türde değil.
En başta filmin çekimi sanki elime ben kamerayı almışım, öylesine çekiyorum gibi, yani çok sıradan bir çekim ama filmin daha çok bizden oldugunu gösteriyor.
Altın ve Bakır Filminin Konusu:
Rıza eşi ve iki küçük çocuğuyla beraber ilim öğrenmek için Tahran’a gelir. Eşi Zehra kendini parçalayan anne modeli olarak nereye yetişeceğini bilemezken Rıza sadece kitapları ve ilmiyle meşguldür ta ki bir gün Zehra hastalanıncaya kadar. Hastanede eşinin MS hastalığına yakalandığını öğrenen kocanın bütün hayatı birden bire değişir.
Hem iki çocuğuna bakıp, hem eşiyle ilgilenip, hem de eşinin pahalı ilaçlarının masrafını karşılayabilmek için eve para getirmek zorundadır. Bunun için eşinin evde dokuduğu halıyı dokumaya devam eder.
Böyle adamlar var mıdır? Varsa nerdedir? bilemiyorum ama konu o değil zaten.
Eyvah evdeki hanım hastalandı, yazık çocuklara n’olacak, adam napacak, parayı nerden bulacaklar filmi değil.
Yani yazıkları ve eyvahları bir kenara bırakıyoruz.
Film insanoglunun nasıl piştiğini, her gün izlediği ve sıradan basit olan şeylere birden bire nasıl değisik bir gözle baktığını anlatmaya çalışan bir tefekkür, aynı zamanda bir tevekkül filmi.
Ben adamın ailesiyle mükemmel ilgilenmesinden ziyade, bencil ve de dışarıdaki insanlarla hiç işi olmayan ilim düşkünü babanın ki eşi hastalanıncaya kadar ne kadar baba olduğunun farkında bile olmadığını düşünüyorum, çocuklarının ne dilinden anlıyor ne de neyden hoşlandıklarını bilmiyordu, gönlünün derinliklerindeki aşk ile fedakar bir babaya, iyi bir komşuya, dert dinleyen bir arkadaşa dönüştüğünü görmek çok etkilemişti.
Başta küçümsediği hatta belki de içten içe ayıpladığı şeylerin insanın fıtratı itibariyle ihtiyacı olduğunu anlamasına vesile oldu. O “nay nay” sahnelerini çok anlamlı buldum ben. Komşu kızı Ayda’nın büyük görevi vardı filmde.
Hastalanmadan önce eşinin ne kadar güzel bir insan olduğunu bile anlamamıştı belki de Rıza. Eve gelen hemşirenin sözlerinden sonra eşine bir parça daha fazla aşık olduğuna inanıyorum ben.
Aralarındaki konuşmalara da bayıldığımı ve biraz kıskandığımı da söylemem gerek. Böylesine güzel bir karı koca ilişkisi her kula nasip olmaz. Siz hiç eşine “bugüne kadar bana hiç bağırmamıştın, maşalah sesin de…” diyen karısının cümlesini yarıda bırakıp “Eğer bir daha sesimi sana yükseltirsem, Allah beni affetmesin” diyen bir eş duydunuz mu?
Hele o son sahne! Düzeltilen ayakkabılar, terbiye olmuş nefis, Allah için seven, buğz eden güzel insan örneği.
Bir de kadının perspektifinden anlamaya çalışırsak filmi o konu daha da derin. Hiçbir işe yaramamazlık + eziyet verme hissi. Böyle düşüncelerle ızdıraplanırken, inşirah suresi koşar imdadına.
Ey yüce Kitap aslında her derdimize deva sensin de biz galiba en son sana geliyoruz.
Kömürü de elmasa ateş çevirirmiş,
İnsanın ateşi de bu dünyadaki imtihanı.
Rabbim hepimizi bakırlıktan altına çevrilenlerden eylesin. Hislerimiz, güzel düşüncelerimiz en başta da acılarımız olmasa bir top et parçasından başka hiçbir şey değiliz.
Daha da uzatmadan çok derin düşüncelere daldıracak olan bu güzel filmi bu yazılanlardan sonra ben sevebilirim diyenler izlesin. Şahsen ben en son ne zaman bir yorum yazarken ağladığımı hatırlamıyorum, çok çok sevdim.
Arzu Akay