Etiket arşivi: Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Son zamanlarda sinemalarda gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ile alakalı çok ta iyi niyetli olmayan ve hakkaniyetten uzak tahripkârane menfi bir fırtına estirilmeye çalışıldığına müteessifane şahitlik ediyoruz.

1.5 milyarlık İslam dünyasında, Peygamber efendimiz (s.a.v) hakkında şu ana kadar “çağrı” filminden başka bir film yapılmadığını kabul ettiğimizde, efendimizin (s.a.v) hayatını böylesine kapsamlı bir şekilde anlatmayı hedef ittihaz etmiş bir projenin ilk bölümü olan mezkûr film daha gösterime bile girmeden, belli-belirsiz bazı zındıka komitelerinin ifsadıyla Müslüman dünyasının mukaddes İslam tarihinden bihaber kalmasına ve böylesi ciddi projelerin önünün kesilmesine çalıştıkları aşikârdır.

“…Eğer bu konuları bilmiyorsanız, işin ehline sorunuz.” (Nahl, 16/43) buyuran bir Rabbin kullarına, evvelen ve bizzat bu gibi tartışmalara neden olmuş konularda müdakkik bir nazarla araştırmak ve soruşturmak düşmez mi?

İstikametin bir lazımı olarak, ifrat ve tefrite düşmemek adına, şimdi ve her daim biz müslümanlara düşen en önemli görev, Bediüzzamanca; bu çeşit meseleleri insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan, münakaşa değil müzakere suretinde bir parça hasb-i hal etmektir.

İşte biz de mezkûr film üzerinden bir ehemmiyetli mevzuyu, siyak ve sibakını da nazara alarak, insafla ve hakkı bulmak niyetiyle ve böylece delil ve bürhana tabi olarak bir parça izah etmeye gayret göstereceğiz… inşaallah..

Şimdi evvela bu film ile alakalı bazı “gerçek” malumatları nazarınıza arz etmekte cidden bir fayda mülahaza ediyoruz;

  • Yönetmenliğini Mecid Mecidi’nin üstlendiği ve Hz. Muhammed’in(s.a.v) doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki çocukluk ve ilk gençlik dönemi ile İslam’ın doğuşunu anlatıyor “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi.
  • Çekimler için 30 milyon dolar harcanan, Senaryosunu Mecidi ile Kambuzia Partovi’nin kaleme aldığı film, Hz. Muhammed’in doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki yaşamını ve o yıllarda gelişen olayları, farklı bir bakış açısıyla ele alıyor.
  • Bu film, Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bugüne kadar çekilmiş ikinci film olma özelliğini taşıyor.
  • İki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren çekimler sonunda tamamlanan film için Mekke ve Medine platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, 40 yıl daha tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler oluşturuldu.
  • Filmin senaryosunun hazırlanması aşamasında, Türkiye’den Diyanet işleri başkanlığından da görüş alış verişinde bulunuldu. Bu görüşlerin bir kısmı yönetmen tarafından dikkate alınarak filmde kendini göstermiştir.
  • Ayrıca ülkemizde yapılan bu filmin galasında, Türkiye’deki seçkin ilim adamlarının da olduğu çok sayıda kişiye özel bir gösterim yapılmış ve netice itibariyle de ekseriyetin hüsn-ü kabülüne mazhar olmuştur.

İslam âleminde fırtınalar kopartan ilklerin filmi ile ilgili verdiğimiz yukarıdaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de bir şuurlu Müslüman nazarıyla, yapılan eleştirileri ve önyargıları da hesaba katarak; hem kendi şahsi âlemimizde, hem de insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir nefis muhasebesi yapacağız.

  • Sinema dili ile yapılan bir “beşeri” tasvirden başka, filmde “kesinlikle” peygamber efendimizin (s.a.v) yüzü, hiçbir şekil yahut surette gösterilmiyor.

Önyargılı, abartılı, haksız ve yalan bir surette dile getirilen bu iftira ile aslında Müslümanların iç dünyasında bu tür İslami başyapıtlara karşı bir olumsuz tepki geliştirerek, gaflet ve cehalet bataklıklarında uyumaya devam sağlanmış oluyor.

Diğer bir deyişle “bu filmi seyretmeyin..!” yahut “bu filmi seyrederseniz kafir olur, dinden çıkarsınız..!” gibi temelsiz iddia ve tehditlerin, aslında Müslümanları mukaddes tarihinden bağını koparıp, bütün gayretleriyle uzak tutmaya çalışan dinsizlerin işine geldiğini her daim hatırda tutmak icab ediyor.

  • Bu güzide filmin, İranlı bir yönetmenin eseri diye “Şii propagandası yapıyor” diye yaftalamakla iftira atmak, günümüzde bir sanat eserine bile yaklaşımın, cahilane ve yalan bir bakıştan öteye geçmediğinin üzücü bir örneğidir.

Hâlbuki iran sinemasının, ehl-i sünnet ve’l cemaatin istikamet yoluna uygun olmakla birlikte, kur’an ve hadisten beslenen Hz. Yusuf, Hz. Meryem,  Ashab-ul Kehf gibi nice şaheser filmleri ortadayken, bu iddianın ne kadar hakikatten uzak ve temelsiz olduğu da aşikârdır. Aynı zamanda bu filmin İranlı yönetmeni olan mecid mecidi; ‘Cennetin Çocukları’,  ‘Cennetin Rengi,  ‘Serçelerin Şarkısı’,  ‘Baran’ gibi İslami hayatın incelik ve gündelik hassasiyetlerini bütün çıplaklığıyla sinemaya aktaran ödüllü filmleriyle, uluslararası alanda haklı bir muhabbet ve teveccühe mazhar olmuştur.

  • “Çağrı” filminin ilk çıktığı yıllarda, islam dünyasının birçok yerinde Hz. Hamza gibi bazı sahabilerin aşikâre tasvirleri yapıldı diye, şimdiki gibi yine kıyametler koparmışlardı.

Hâlbuki sonradan anlaşıldı ki, hatasıyla-sevabıyla “bir” sinema filminin, İnsanlığa Allah’ın mesajını ulaştırmada ne kadar çok katkısı olduğunu bilfiil yaşadık, yaşıyoruz ve bu filmin tazeliğini yıllara meydan okuyarak ne denli devam ettirdiğini müteşekkirane müşahade ediyoruz.

Bundan dolayıdır, temelsiz ve manasız “Seyretmeyin..!” kampanyası yapan safdil hacı ve hocalara diyoruz ki; insanları rahat bırakın. Bırakın ki, artık herkes kendi hür iradesiyle, akıl ve fikriyle düşünsün ve kalb ve vicdanıyla da en doğru kararı versin.

  • 1400 sene öncesine ait dönemi yansıtma gayesi taşıyan bir filmi, görsellikten kaynaklanan bazı bahanelerle değersizleştirmeye hatta linç etmeye çalışmak, İslam dünyasının içinde bulunduğu hal-i hazır parçalanmış durum açısından son derece üzücüdür.

“Sinema dili” çok farklı ve etkili bir dildir. Bazen birebir tarihi gerçekler ve anlatımlar yerine, kurgular üzerinden sanatsal mesajını vermeye çalışır. Filmin yönetmeni de yer yer böyle yapmış, çağın ortamını ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) kişiliğini belki bilinmeyen olaylarla fakat genel durumu özetleyen sahnelerle sunmuş.

Filmde Peygamberi tasvir eden kişinin eli göründü diye kıyamet koparanlar, çağımızda Efendimizin (s.a.v) şahs-ı manevisinin bir eseri olan sünnet-i seniyyesinin taşıdığı mana ve ehemmiyetin; günlük hayatın akışı içinde unutulduğunu görmüyorlar mı?

Fetret asrında verilen ilahi mesajların, dünyevi çıkarlar uğruna mukaddesata dair ne varsa feda edildiği günümüz ahirzaman insanlarına dair hiç mi bir şey hatırlatmıyor?

Asıl kıyameti ve haklı tepkiyi, yanlışa “yanlış” ve doğruya “doğru” diyemeyen, farzları bırakıp büyük günahları serbestçe işleyen ve sabah akşam mukaddesatına küfreden Avrupai filmleri keyifle izleyen günümüz Müslümanları için koparmak gerekmez mi?

İnsanlığın kurtarıcısı olan Hz. Peygamberin (s.a.v), bu filmde çocukluğu anlatılmış. İslami hassasiyetlere mümkün mertebe dikkat edilmiş. Bazı konularda ise hassas davrananlar olabilir ama bu konuya bütüncül olarak bakmak gerekiyor.

Haşirdeki mizanda, İlahi adaletin tecellisinin keyfiyet yahut kemmiyete göre vuku bulacağına inanan bir toplumdaki Müslümanların, dünyada verdikleri hükümlerinde de aynı ölçüye riayet etmelerini beklemek gerekmez mi?

Evrensel bir başyapıt mesabesindeki böylesine geniş çaplı bir filmin ortaya çıkarılması, şüphesiz çok iyi araştırılması gereken, çok zor bir görevin neticesinde olabilecektir. Çünkü izleyenler bütün detaylara çok dikkat edecektir. Böylesine filmler den insanlar, islam ve islam tarihi hakkında çok şey öğrenecek. Sadece şimdi değil, bundan uzun yıllar sonra da tarihte çok değerli bir film olarak anılacaktır.

Avrupa kâfir zalimleri ve asya münafıklarının günümüzde islamiyeti bütüncül bir yaklaşımla düşman olarak görmeleri ve gizli-açık bütün araçlarıyla Müslümanlarla mücadele ettikleri bir dönemde; Müslümanlara düşen en büyük bir görev yine bütüncül bir yaklaşımla, yani hatasıyla-sevabıyla böylesine İslamiyet’e hizmet etme kabiliyetinde olan ve herkimden gelirse gelsin maddi-manevi tüm eserlere sahip çıkmaktır.

  • İlahi adaletin bir gereği olarak, menfaati ve sevabı, zarar ve günahına keyfiyeten yahut kemmiyeten galebe eden her kişi yahut eser muhabbete layıktır.

Yani burada “vesilelik” cihetine bakılması gerekiyor. Zira böylesi vesileler neticesinde, nice insanlar Müslüman olmakta, nice Müslümanlarında imanı kemale ermekte ve dahi nice insanlar en azından birer “salavat” getirmektediler.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar.

Onun için eğer böyle filmler de gerçeğe aykırı bazı sahneler yahut olaylar zikredilmiş ise de, bir bütün olarak telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.

  • Hristiyanlık dünyasının Hz. İsa hakkında, hiçbir kutsala dayanmaksızın yalan ve yanlış bir surette bugüne kadar yaptıkları yüzlerce film ortadayken; Hz. Peygamberin (s.a.v) hayatının işlendiği belki de bir ilk olacak böylesine kapsamlı bir filmin taşıdığı mana ve ehemmiyeti göstermez mi acaba vicdan sahibi her Müslümana?

Böylesi eserlerin ziyadeleşmesi için çaba göstermek, hiç olmazsa tebrik etmek, her insaf ve iz’an sahibi Müslümanın asli bir görevidir.

Zira dinsizliğin hüküm sürdüğü böylesine ikinci bir fetret döneminin yaşandığı asrımızda, din düşmanlarının en büyük bir silahı şüphesiz sinema sektörü olagelmiş ve bunu ziyadesiyle en etkili bir şekilde kullanmakla nice insanların imanlarına azm-u kast etmişlerdir.

“Düşmanınızın silahıyla, silahlanın” buyuran efendimizin (s.a.v) asırları aşan bu güzel sözlerinin bir hüsn-ü misal nümunesi olarak nazarımıza arz-ı endam eden, sinema sektörünün böylesine güzel filmlerinde emeği geçenlerden Allah ebeden razı olsun.

Böylesine güzel filmlerin sayısının çoğalmak suretiyle; maddi ve manevi akıl, kalb ve ruh dünyamızda nice iman tohumlarının ekilmesine bir zemin ihzar etmesini ve ecdadımıza layık birer Müslüman olmamıza vesile kılmasını Rabbimden niyaz ve temenni ediyorum.

Rahmet peygamberi, iki cihan sultanı Efendimizin (a.s.v) “Çocukluk” bölümünden sonra, ikinci ve üçüncü bölüm olarak “Gençlik” ve “Peygamberlik” bölümlerini de çekmeyi planlayan yönetmen Mecid Mecidi’ye hayırlı muvaffakiyetler diliyoruz.

Bediüzzamanca son sözümüz odur ki; Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış.

Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış.

O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme.

Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.

Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. (Mektubat)

Hasan Tayfur – NurdanHaber

10 Ramazan 1438

Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hazreti Muhammed filmini çekmeden önce araştırmak için Mekke ve Medine’ye gittiğimde Hz. Muhammed’in huzuruna gidip dua ettim ve bu filmi çekerken bu yolda bana ilham vermesini diledim.” Majid Majidi

Serçelerin Şarkısı‘, ‘Cennetin Çocukları‘, ‘Cennetin Rengi‘ ve ‘Baran‘ gibi filmlere imza atmış, uluslararası çapta tanınan İran’lı Yönetmen Majid Majidi’nin, Hz. Muhammed’in doğumu ve çocukluğunun 12 yaşına kadar olan ilk yıllarını anlatan “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi henüz vizyona girmeden büyük tartışmalara ve eleştirilere sebep oldu…

Hz. Muhammed’in hayatını ve İslam’ın doğuşunu konu alan kaliteli film sayısı maalesef çok az… Majidi’nin neredeyse bütün filmlerini izlemiş ve kendisini seven bir sinefil olarak bu filmi merakla bekliyordum…

Ve yönetmenin geçmişteki çalışmalarına güvendiğimden, propagandaya dalıp sinemayı es geçmeyeceğini biliyordum.

Majidi’nin filmi, en başta İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in desteğini aldı. Hamaney 2012 yılında film setini ziyaret ederek filme olan desteğini göstermiş. Hz. Muhammed’in hayatı hakkında bir film yapma cesareti üzerine bir de film setine olan bu ziyaret, yönetmenin omuzlarına binen sorumluluğu ve çalışmasındaki titizliği daha da attırmış olsa gerek…

Majidi ayrıca çalışmasında Oscar ödüllü birçok ismi kadroya dahil etmeyi de başarmış. Bu isimler arasında Oscar ödüllü Amerikalı özel efekt uzmanı Scott E. Anderson, 3 Oscarlı –ki bunlardan ikisi Apocalypse Now ile Son İmparator filmleri de bulunuyor- İtalyan görüntü yönetmeni Vittorio Storaro ve gene dünyaca ünlü Hint müzik yapımcısı Allah-Rakha Rahman da bulunuyor.

Majidi filmini çekmeden önce Müslüman coğrafyasına ilişkin hassasiyet açısından, henüz senaryo aşamasındayken tüm Müslüman ülkelerle olduğu gibi Türk Diyanet İşleri Başkanlığı ile de temasa geçmiş. Diyanet, senaryoya dair düşüncelerini paylaşmış ve Majidi’nin bu tespit ve değerlendirmeleri kısmen dikkate aldığını açıklamış.[1] Elbette yönetmenin kendi filmini oluştururken her öneriyi yerine getirmesi mümkün değil; ama bu hassasiyeti gözetmesi bile takdire şayan…

Majid Majidi, 2012’de Türkiye’de bir davette, bu projesini anlatırken “Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı kullanırdı” gibi kimine göre radikal bir açıklamada bulunmuş. Gelin görün ki bu söylem bile kimileri için ne kadar rahatsız edici…

Gerçekten de sinema artık bu kadar önemli ve bu önemi kavrayan yegâne ülkelerin başında hiç kuşkusuz ABD ve İran geliyor…

Bir kaynağa göre dünya sinemasında Hz. Musa’yı anlatan 250, Hz. İsa’yı anlatan 120 civarında film çekildiği varsayılıyor. Hz. İsa ve diğer peygamberleri anlatan yüzlerce film varken İslam dinini ve Hz. Muhammed’i anlatan film sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor. Çoğumuzun aklına Antony Quinn’li “Çağrı” dan başka bir film de gelmiyor…

Majidi’nin 40 milyon dolarlık bütçeyle 7 yılda tamamladığı film, İran tarihinin en yüksek bütçeli filmi olarak kabul ediliyor. Bu sebeple göz dolduran kalabalık bir kadro ve ciddi emek sarf edilerek çekilmiş filme bir de Majid Majidi ismi eklenince dolayısıyla beklenti de yüksek oluyor…

Kendi adıma bir filmin başarısını, iyi bir film olup olmadığını değerlendirdiğim kriterlerim oldukça basit… Bu film beni içine, o yarattığı sihirli dünyaya çekiyor mu? Bir izleyici olarak filmin içinde kayboluyor muyum? Evet… Sinematografik açıdan gerek görselleriyle gerekse müzikleriyle film beni aldı götürdü. Müzikleri en beklenmedik zamanda içime doldu, içimde bir nehir oldu aktı, taştı…

Film, temelinde savaşlardan ve acılardan çok Hz. Muhammedin doğumundan 12 yaşına kadar olan çocukluk dönemini kapsıyor ve onun gelişini müjdeleyen mucizelere yer veriyor. Üç saat süren filmin neredeyse ilk 2 saati Hz. Muhammed’in doğumunu konu alıyor. Son bir saat ise 12 yaşına kadarki hayatını…

Filmin tamamına yakınında İslamiyet öncesi anlatıldığı için İslami ögeler zaten pek yok…

Kız bebeklerini gömen bir kavmin ortasında bir dünyada buluyoruz kendimizi…

Beklenen kurtarıcının işaretlerinin belirmesi, bir peygamberin ayak seslerinin insancıllığıyla, yardımseverliğiyle ve güvenilirliğiyle duyulmasının ardından inananların heyecanı ile putperestlerin endişesinin ve bu farklı duyguların yarattığı karmaşanın muhteşem bir şekilde görselleştirilmesine şahitlik ediyor, Hz. Muhammed’in doğumuyla ve sonrasında mucizeler veya işaretlere tanık oluyoruz.

Duygusal yoğunluğumuzu arttıran ve adeta cennetten bir köşe olan elma bahçesi ve balıklı sahne gibi onun bulunduğu her yerde bereket artıyor. Tasvir edildiği sahneler muazzam ötesi…

Âmine ve Peygamber’in süt annesi Halime’nin birlikte görüldüğü, bebek Muhammed’in Halime’den ilk kez süt emdiği sahneler kalplere dokunuyor…

Ebrehe ordusu ve ebabil kuşlarının yer aldığı sahnelerin etkileyiciliği ise tarifsiz… Ya kuşların Kâbe’nin etrafında döndüğü, Abdülmuttalib’in olanları hayretle izlediği o sahne…

Peygamberimizin dedesi Ebu Muttalip ve amcası Ebu Talip’in himayesinde büyürken, gelecekteki mucizelerinin izlerini de görüyoruz.

Filmdeki Muhammed’i sinemada eşine pek rastlamadığımız bir peygamber profili olarak yorumlayabiliriz. Peygamberin doğumundan önceki olaylara bakması, o günkü Mekke’nin portresini çizmesi, Muhammed’in bebeklik ve çocukluk yıllarını mercek altına alması filmi klasik bir peygamber biyografisi olarak değerlendirmemizi engelliyor.

Hz. peygamber elbette tüm insanlardan üstün fakat o, insanüstü bir varlık da değildi. Majidi, bu hassas ve ince çizgiyi çizerken, Muhammed’in bu yönünü ön plana çıkarmak istemiş ve çok da güzel yansıtmış. Muhammed’i meyve toplayan, çobanlık yapan, diğer çocuklara hurma dağıtan, annesine ve sütannesine, amcasına, dedesine ve muhatap olduğu herkese sevgisini gösteren bir çocuk olarak izliyoruz.

Zaman zaman filmde Arap kabilelerinin o dönemdeki sosyal ve yönetimsel ilişkilerine ve aile bağlarına da tanık oluyoruz.

Bir sahnede Habeşistan komutanı ile Abdulmuttalip arasında geçen diyalogda Habeşistan komutanı, büyük paralar harcayarak bir mabet inşa ettiklerini, duvarlarını altın ile kapladıklarını, sadece bir duvarında bulunan altınların tüm Mekke’yi satın alabileceğini, ancak gene de insanların Kâbe’yi kutsal sayıp, geldiklerini söylüyor. Bunun üzerine Abdulmuttalip, “benim tek bildiğim Kâbe’nin duvarlarının taştan olduğudur” şeklinde manidar bir cevap veriyor. (Bu manidar cevapla, günümüzde peygamberimizin sakal-ı şerifinin dünyanın dört bir yanına yayılmasını ve hemen her camide bulunup kutsal günlerde görücüye çıkmasını aklımıza getirmeden edemiyorum.)

Filmde Majidi, ayrıca Kuran’daki bazı ayetlerin nasıl çıktığını da kendine has tarzıyla aktarıyor.

Bunun yanında birçok sahnede, Hz. Muhammed’in kadınlara verdiği değeri görme imkânımız da oluyor.

Bir baba, eşini döverek ”yine kız doğurdun, zaten anca bu işe yararsın” derken bir yandan da yeni doğmuş kız bebeğini gömmeye hazırlanıyor. O sırada annesi yalvarıyor fakat baba ısrarla kız bebeği gömmek istiyor. Tam o sırada Muhammed yanlarına gidiyor ve kızı o mezardan alıp sevmeye başlıyor. Bunu gören baba yanına gidince de adama kötü birşey söylemek ya da yapmak yerine “ne güzel bir kızın var, gözlerine bak, aynı sen… Büyüt ve yetiştir ki bu güzel gözlerinin benzeyeceği çocuklar getirsin sana” diyor.

Kız çocuğunu öldürmek üzere olan bir adamın o minik gözlere bakarken geçirdiği değişim o an kalplerimizi eritiyor…

Film, Müslümanlığın diğer dinlerden farklı olarak ezilen insanların, fakirlerin ve mağdurların dini olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor.

Ya bir papazın, Muhammed’le konuşup, onun peygamberliğini sorgularken “yaradanı nerede bulursun” diye sorması ve Muhammed’in ise “kırık kalplerde bulurum” şeklinde cevap vermesi…

Ve bunun gibi nice sahne…

Majidi, filminde Ümeyyeoğulları’na da (Emeviler) deyinmiş. Birkaç sahnede bu aile/kabileye karşı çok net tavır koyulduğunu görüyoruz. Ebu Leheb ile onun Emeviler’e mensup eşi Cemile arasındaki şöyle bir diyalog geçiyor:

Cemile: Ben Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasındaki savaşın bitmesi için kurban seçildim. (barış için yapılan evlilikten bahsediyor.)

Ebu Leheb: Bu barış için kurban sensen, Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları’nın savaşı bitmeyecek demektir!

Filmde ayrıca Ümmü Cemile’nin dünya menfaatine, mevki makama karşı olan zaafı ile hırsı da özellikle vurgulanarak Emevi soyuna eleştirel bir bakış aktarılmış (ama filme eleştiri getirenler nedense bundan bahsetmiyor!).

Eleştirilere değinecek olursak; Majidi’nin filmi, sinematografik yapısından ziyade daha çok şu sebeplerden eleştirildi: “Hz. Muhammed’in bir filmde canlandırılıyor olması”, canlandırılacaksa da “hangi bakış açısıyla (yada mezhep bakışıyla) canlandırıldığı”, “filmde olmaması gereken unsurlar” ve “olması gerekirken yer verilmeyen unsurlar”…

Kimi İslamcılar, “bedeni göründü” “eli göründü”, “Şii kaynaklara göre yapılmış” diyerek muhalefet olmanın tek ve en doğru olduğu sanrısıyla eleştirel yönde hareket ediyorlar.

Hele kimilerine göre bunların hepsi batılılar tarafından İslam’ı yıkmak için gerçekleştirilen sinsi bir planın küçük parçaları! Bu tür eleştiri biçimi, eleştiriden daha çok baktığı her meselede bir haçlı saldırısı görmenin hazzından kendini alamayanların bakışı olarak yorumlanabilir.

Majidi’nin filmine yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı akıldan ve insaftan yoksun… Bu eleştiriler daha çok yönetmenin İran’lı olmasından dolayı mezhepsel bir temel üzerinden yürüyor. Dolayısıyla bu zümre bunun “alt tarafı bir film” olduğu gerçeğinden uzaklaşıp eleştirirken acımasızlaşıyor, çirkinleşiyorlar…

Oysa Majidi, filmini çekme amacı olarak ‘dünyada Hz. Muhammed’e karşı yapılan karikatürler ve terörle İslamofobi’yi körükleyen propagandalara karşı, doğru olan Hz. Muhammed’i ve İslam’ı anlatmak için çektiğini, hatta tek bu filmin yeterli olmayacağını ve İslam’ın adil ve merhametli yüzünü anlatabilmek için başka filmlerin de çekilmesinin şart olduğunu’ söylüyor.

Gelin görün ki Mısır ve Suudi Arabistan daha filmi izlemeden ‘haram’ ilan ettiler.[2] Ne acı ki Majidi, ilk tepkiyi Müslüman coğrafyasından görüyor!

İnsan böyle olunca sormadan edemiyor! Kendilerine gelince ‘insan inançlarına saygılı davranmalısın!’ söylemiyle konuşup İslamiyet’e gelince nereden söveceğini şaşıran ahmak güruhundan ne farkınız kaldı! Düşmana gerek yok. Yeterince Müslümanımız var!

Filmde Hz. Ömer yokmuş! Hz. Ebubekir yokmuş! İran’lılar Hz. Ömer’i sevmezmiş! Nasıl olur da sevmezmiş! Bu film Şii bakış açısıyla yapılmış! Şii propagandası yapılıyormuş! İran sinemasından çıkan bir filmin nasıl Türk (yada Sünni) bakış açısıyla yapılmasını bekliyorlar acaba!

Oysa Hz. Muhammed çocukken Hz. Ömer henüz hayatta değilmiş… Hz. Ebubekir ise onun yaşıtıymış.

İşin daha da ilginç ve komik olanı ise Majidi’nin, kendi ülkesinde de Sünnilere çok taviz verdi diye eleştirilmiş olması!

Filmi izleyenlerden biri olan İslam hukukçusu Prof. Dr. Hayrettin Karaman ‘Yönetmen’in ‘Muhammed’ filmini çekerken gayet hassas davrandığını, Hz. Muhammed’in çocukluğunu anlattığı halde yüzünü göstermediğini, sadece arka profilden çekim yaptığını ve filmde fıkhi açıdan hiçbir sakınca olmadığını, aksine öğretici ve faydalı bir film olduğunu’ belirtiyor.

Sinema eleştirmenlerinin, muhafazakâr kesimden farklı olarak filmi, gerek konu olarak gerekse sinematografik açıdan Mustafa Akkad’ın “Çağrı” filmi ile kıyaslamakla yetinmesini anlayabiliriz.

Fakat filmi eleştirel yaklaşan İslamcılarımızın neredeyse tamamı sinemadan çok anlıyorlar olsa gerek! filmi eleştirirken “Çağrı” filmiyle kıyastan imtina etmiyorlar.

Kendi adıma, her iki filmi birbiriyle yarıştırmaktan başarısından ziyade içerikleri ve imkanlarını kıyaslamayı daha doğru buluyorum.

İki film arasında konu olarak fark, üçlemenin – ki bu durum izleyicide bir yarıda kalmışlık hissi yaratmıyor- ilk filmi olan ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ filminin Peygamberimizin çocukluğuna odaklanıyor olması…

Oysa “Çağrı” filmi Müslümanlığın çıkışını ve yayılışını anlatıyor.

1976 yapımı Çağrı’yla kıyaslandığında kuşak farkına dikkat etmek gerekiyor. Böyle değerlendirdiğimizde Majidi, teknolojiyi de kullanarak yeni neslin beklentilerini de karşılıyor. Belki bir anlamda Çağrı’nın misyonunu devam ettiriyor. Ayrıca Hz. Muhammed’in yaşamındaki farklı dönemlerinin anlatılmasına rağmen iki filmde de başka bir figürün öne çıkması da kaçınılmaz bir durum…

Şaşıracaksınız ama her iki filmin ortak bir yönü var. O da her iki filmin de ilk çıktığında aynı kesim tarafından tepki görmüş olması!

Çağrı filmi çıktığında da benzer cenahtan gene benzer tepkileri aldığını, “Sahabiler yerine nasıl gavur oynar” diye tepki gördüğünü ama aynı senaryo ve sahnelerin Müslüman aktör ve aktrislerle yeniden çekildiğinde kimsenin izlemediğini, vaktiyle Mustafa Akkad’a kimsenin destek olmadığını, o çok Müslüman Suudi krallarının ve Arap emirlerinin yönetmene sırt çevirdiğini, filmi çekmekten umudu kesen Akkad’ın sonunda Kaddafi’nin desteğiyle istediği finansa kavuştuğunu biliyor muydunuz?[3] ve [4]

Hatta Mustafa Akad Çağrı filmi için yola çıktığında Danışma Kurulu kendisine, “Hz. Peygamberi gösteremezsin! Teklifi bile abes! Ebubekir ve Ömer de olmaz! Keza Osman da olamaz! Ali ise hiç olmaz!” anlamında bir cevap vermiş. Akad, “E peki İslam’ın doğuşunu kiminle anlatacağım” dediğinde filmde görüleceği üzere “Hamza ve Zeyd” cevabını almış!

Bu arada Mustafa Akkad’a destek olmayan ülkelerden birisi de Türkiye imiş. Hatta Akkad, Selahaddin Eyyubi filmini çekmek için Büyükçekmece’de plato kurmuş ancak kimse destek olmayınca ABD’ye dönmüş.[5] Peki daha sonra nasıl mı ölmüş? El-Kaide’nin (!) intihar saldırısında…

Muhammed filmine dönecek olursak; filmin anlatmaya talip olduğu konunun Majidi’ye yüklediği zorluğu görmezden gelemeyiz.

Ya yönetmenin bu zorluğu aşmak için sanatından verdiği ödüne ve maruz kaldığı baskılardan kurtulmak için kendine has meşhur anlatım dilini bulandıran uzlaşı arayışına ne demeli…

İslamcılar, filmde İslam dini için çok önemli iki figür olan Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ebubekir’in yer almamasını, Hz. Hamza’ya ise çok az yer verilmesini, bunlara rağmen Hz. Muhammedin amcası Ebu Talip’in –üstelik bir ehli sünnet gibi ölmemesine rağmen (miş)- filmde gerekenden fazla ön plana çıkarıldığı, Muhammed’in bebekliğinde Hıristiyanlıktaki azizler gibi nurlandırılarak gösterildiği, yüzünü göstermese ve sesini vermese de filmde peygamberin cisminin gösterilmesi, bir oyuncunun, bir insanın Muhammed’i oynuyor olması –ki sesi filmde kullanılmıyor; Peygamberimiz konuştuğunda bir sessizlik oluyor ve söyledikleri alt yazılarla veriliyor- ve tüm bunlardan ötürü “Şii propogandası” ile yaftalanması…

Unutmadan, Şii’ler yaptı izlemeyin diyen aynı cahil sürüsü yine İran yapımı Hz. Yusuf dizisini her ramazan kendi kanallarında yayınlayıp durmuyorlar mı! Belki de onu başka İran yapmıştır!

Peki, Majidi’nin filmi halkın bu husustaki duyarlılığını hiçe mi sayıyor? Hayır. Aksine Majidi, Çağrı’nın bir adım ötesine gidiyor ama daha da ileri gitmekten imtina ile kaçınıyor. Hemen hemen her sahnede Muhammedi arkadan gösteriyor. Kaldı ki gösterilen kişi müjdelenmiş olsa da henüz bir peygamber değil, bir çocuk.

Nitekim filmde saçı, boyu, elleri, giyim tarzı gibi sunulan ayrıntılar bütün literatürde defalarca anlatılan şeyler…

Hz. Muhammed’in doğumunda annesinin ona sarılıp mucizevi bir ışık altında resmedildiği sahne, İslamcı cenah tarafından kilise gravürlerine benzetiliyor… Bu sebeple de resmedilen atmosfer, Hz. İsa veya Hz. Musa’yı anlatan filmlerle bir tutuluyor. İşin ilginci, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın geçtiği filmlerde de “nurlandırmaya” hiç rastlamıyoruz!

İslamcılarımıza göre “Nur” sadece Hıristiyanlara atfedilen bir şey olsa gerek! Oysa Hira mağarasında parmakları arasından sızan güneşe bakan Hz. Peygamber sahnesi ne kadar büyüleyici…

Ebu Talip’in “Müslüman gösterildiği” eleştirisi de anlamsız olduğu kadar abartılı ve gereksiz bir söylem… Kaldı ki Ebu Talip filmde, tüm İslam hasımlarını karşısına alarak Hz. Peygambere sahip çıkan, son nefesine kadar onu muhafaza hatta müdafaa eden birisi… Ve Hz. Muhammed’i anlatan üç saatlik filmde neredeyse okyanusta bir damla adeta…

“O, o kadar büyüktü ki, bir filme indirgenemez” diye başlanıp sıralanan bu mesnetsiz ve anlamsız eleştiriler tam bir cehalet saçması…

Filmde bir sahnede hastanın ellerine dokunarak hastaya şifa olan Muhammed’in “ölüleri dirilttiği” yönündeki eleştiri ise kötü niyet okuyuculuğundan öte bir şey değil…

Hafif bilim kurgu tadındaki mucize sahnelerine yönelik eleştirilerin de siyasi maksatlı olduğunu düşünüyorum.

Bu bir filmdir ve bir filme, filmi kutsamadan bir film gibi yaklaşmak gerekir. Filmi izlemek her şeyine evet demek anlamına da gelmez. Bu çerçevede film, gerek prodüksiyon kalitesi gerekse şiirsel anlatım bakımından Hollywood seviyesinde… Şiirsel naifliğe sahip olmasının yanında anlatısı ve duruşuyla da modern bir film…

Bu eleştiriler bir yönüyle olağan karşılanmalı, çünkü birçok açıdan paramparça olan Müslüman toplumların, hepsine birden seslenmeyi başarmak, tümünün değerlerine, duygularına karşılık gelen tercümenin gerçekleşmesini sağlamak şimdilik günümüz dünyasında mümkün değil.

İslam dininin doğuş amacı ile günümüzün Müslüman coğrafyasında yaşanan sorunları değerlendirdiğimizde, insan kendi kendine “ne olmalı iken ne olduk” diyor.

Bundan ötürü Majidi’nin filmi, başta Müslüman dünyasına ve diğer dinlere tabi insanlara mesajı ile adeta parıldıyor; günümüz İslam coğrafyalarında yaşanan sıkıntıları değerlendirdiğimizde ise İslamofobi ile mücadele anlamında daha da anlam kazanıyor.

Kısacası Muhammed filmi, İslam coğrafyasında üretilmiş en nitelikli örneklerden biri…

Müslüman dünyası peygamberin neresinin göründüğünü tartışadurun! Bana göre sevgiyi, şefkati, peygamberin çocukluk yıllarını esas alan bir film çekilmiş…

Sinema sanatında Hz. Peygamberi anlatım dili, tüm gelenekçi reflekslere rağmen, Mustafa Akad’ın devrimsel adımıyla ve Majid Majidi’nin müthiş yenilikçiliğiyle ciddi bir mesafe kat etti.

Bu arada filmin son kısmında izleyiciye mesaj vermek için kullanılan ayetler ‘dinler arası diyalog’ tartışmalarında kullanılan ayetleri içeriyor.

Filmin diğer dinlerle bir ortaklık arama çabası kimilerini rahatsız ediyor olabilir. Çünkü günümüz dünyası, ortaklıklardan daha çok farklılıkları ön plana çıkartmayı kendine iş edinmekte…

İslam dünyası, belki cephede kaybettiği savaşı sinemanın da katkısıyla zihinlerde kültür savaşıyla kazanacaktır.

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi… Bir film… Teknolojisiyle, konusuyla, çekildiği mekân ve müzikleriyle harikulade…

Volkan DURMAZ, Mağara Dergisi

Dipnotlar:

[1] Bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ Filmi Hakkında 3 Kasım 2016 tarihli Basın Açıklaması.

[2] “Iran film portrays the Prophet Muhammad, drawing criticism” 26 Mart 2015

[3] Moustapha Akkad, Film Comment

[4] Moustapha Akkad, Film Comment

[5] “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nun Yönetmeni Mustafa Akkad’a İstanbul Fethi’ni Filmleştirmek İçin Gereken Parayı Vermemiştik” Sadi Çilingir, 5 Mayıs 2013

Bu Film Herkese İyi Gelecek

Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi ve Serçelerin Şarkısı gibi filmleriyle dünyanın yüreğine dokunan İranlı yönetmen Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ adlı yeni filminde yine yüreklere hitap ediyor. Film, muhteşem görselliği, etkileyici atmosferi ve anlamlı mesajlarıyla İsamofobi’ye güçlü bir itiraza dönüşüyor.

Beklenen gün geldi, daha yapım aşamasında tartışmalara konu olan Mecid Mecidi’nin yeni filmi ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, dün vizyona girdi. Konusu itibariyle İslam dünyasının yakından takip ettiği filmi sinema çevreleri de merakla bekliyordu. 40 milyonu bulan devasa prodüksiyonu, Suudi Arabistan ve Mısır’da konan yasaklar, Akkad’ın ‘Çağrı’sına yapılan vurgular ve son olarak filmin İran adına Oscar’a aday gösterilmesi ilgiyi doruğa çıkardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın olumlu görüş bildirmesiyle Türkiye’de gösterime giren ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, Hz. Muhammed’in hayatını konu eden Mecidi üçlemesinin ilk filmi. Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Baran ve Serçelerin Şarkısı gibi unutulmaz filmleriyle tüm dünyada büyük beğeni toplayan yönetmen Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in hayatını da adeta bu çizgiyi devam ettirircesine çocukluk üzerinden ele almaya başlamış. Usta yönetmen, Fil Vakası, Hz. Muhammed’in doğumu, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarından nübüvvete uzanan olayları, klasik İslam kaynaklarına yaslandırarak 3 saatlik bir görsel yolculuğa dönüştürüyor.

DÜNYA ÖLÇEĞİNDE BİR YAPIM

Görüntü yönetimindeki başarısı ve Mecidi’nin estetik olgunluğunu yansıtan şık kadraj, geçiş ve planların yanı sıra, ustalıklı görsel efektleriyle dikkat çeken film, günümüz dünya standartlarının üzerine çıkmayı başarıyor. Oscar ödüllü Hintli müzisyen A. R. Rahman’ın müzikleri ve gerçekliğe uygun biçimde oluşturulan etkileyici atmosferi, seyirciyi büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Mecid Mecidi, Fil Hadisesi başta olmak üzere Hz. Peygamber’in doğumu ve kimi mucize sahnelerinde yalnızca minimalist tarzda değil ana akım yapımlarda da büyük bir yönetmen olduğunu kanıtlamış.

ANCAK BU KADAR HASSAS OLUNUR

Gelelim filmin tartışma konusu olan Hz. Peygamber’in temsili ve olayların tarihsel gerçekliği meselelerine. Şunu kesin bir dille ifade edelim ki, Mecid Mecidi bir sinemacının gösterebileceği en yüksek hassasiyeti göstererek İslam inancının ‘tüm anlayışlarını’ gözeterek ortak bir dil yakalamayı başarmış. İslam’ın sahih kaynaklarına aykırı tek bir bilgi barındırmayan film, sahneleriyle de bu bilgilere sadık kalmış. Hz. Muhammed’in gösterilmesi mevzusunda aynı itidalli tavrı sürdüren yönetmen çocukluk ve gençlik yıllarını yüzünü göstermeden, sesi duyurmadan temsil sorununu büyük ölçüde çözüyor. Temsili karakterin yüzü gösterilmiyor, sözleri altyazı ile veriliyor. Filmin jeneriğinde temsili canlandıran oyuncuların isimlerine dahi yer verilmiyor. Hal böyle iken temsil mevzusundan yola çıkarak filme ve yönetmene ağır suçlamalarda bulunmak izahı mümkün bir durum değil. Aynı çevrelerin her yıl Ramazan ayında ekranlarda boy gösteren ve diğer peygamberlerin konu edildiği film ve dizilere bu tarzdan bir temsil itirazı yapmaması da ayrı bir tartışma konusu.

ELEŞTİRİLER HAKKANİYETSİZ

Yönetmen filmde hemen her sahnesini klasik siyer kitaplarına yaslamış. Filmde amcası Ebu Talip’in öne çıkarılarak Şii anlayışın vurgulandığı, Ebu Talip’in Hz. Peygamber’e olan desteğinin abartıldığı yönündeki yorumlar siyer okuma noktasındaki eksikliği gösteriyor. Zira ilk siyer kaynağı olarak anılan İbn-i İshak’ın meşhur Siyer’i ile İbn-i Kesir, Taberi, İbn-i Sad gibi Ehli Sünnet’in başucu kaynakları Ebu Talip’in Hz. Peygamber’i cansiperane biçimde koruduğu ve yeğeni için hayatını defalarca tehlikeye attığı olaylarla doludur. Öte yandan mucize sahneleri noktasında lirik bir üslubun tercih edildiği doğrudur ve bunun isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber’e atfedilen sayısız mucizevi olay kayıtlı iken Mecidi’nin bunların yalnızca bir kısmını filme konu etmesi neden sorun teşkil ediyor, anlamak mümkün değil. Bununla birlikte filmi İslamofobi’ye bir cevap olarak planladığını söyleyen yönetmen Hz. Peygamber’in kölelik, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, kadın hakları, inanç ve fikir hürriyeti, hayvan hakları, sosyal adalet ve merhamet gibi çağımızın en önemli sorunlarını çarpıcı sahne ve diyaloglarla aktarmayı başarmış ve bu yönüyle vaadini yerine getirmiş. Dolayısıyla filmi Şii propagandası olarak yorumlamak ya da temsil meselesi nedeniyle ağır ithamlarda bulunmak hakkaniyetle uyuşmaz. Hz. Peygamber’e duyduğu muhabbeti herkesçe bilinen, nebevi mesajları tüm sinemasına incelikli biçimde işleyen, her konuşması, her açıklaması Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılığı yansıtan bir yönetmeni peygambere saygısızlık ya da düşmanlıkla suçlamak zulümdür.

DAHA FAZLA MECİDİ OLSAYDI

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, İslamofobi’nin tavan yaptığı bu dönemde sinemanın gücünden yararlanılarak dünyaya İslam’ın mesajını anlatmaya çalışan iyi niyetli ve çok görkemli bir film. Mutlaka gidin, görün.

Kalbi kırıklardan, kalp kıranlara…

Ne korkunç bir ironidir bu, İslam bir sevgi dinidir diyenin, aynı dine inandığını söyleyen şiddete meyilli psikopatlarca katledilmesi…

Cahiliye devrinde inat ve ısrar edip, Asrı Saadet’ten dem vurmak, inceliği, derinliği, imeceyi, tasavvufu unutup, inancı, salt rutin hareketlerden ibaret sanmak, kindarlığı, dindarlık gibi algılamak, modern zamanların, ibretlik ve hayretlik çelişkisi olsa gerek. Haddini aşmak, ahkam kesmek, karşındakine kesin hüküm vermek, din adına kendini biricik yetkili görmek, canının istediğini kâfir ilan etmek, ne basit, ne kolay, ne rahat, ne doğal, hani kul hakkı yemekten de, şirkten de bihabermiş gibi… Üstelik yine gelip, şekilde takılıyor, içeriği ıskalıyor ahali, özü umursamıyor, oysa ilk emir, oku. Evet, oku, sonra bil, öğren, anla… Uzun bir bekleyişin ardından, nihayet 325 gibi hatırı sayılır bir kopyayla gösterime giren Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (Muhammad: The Messenger of God) filminde, saf sevgiyi ve şefkati görüyoruz, asla şiddet ve nefret dilini ve eylemini değil! Zorbalık ve zalimlik, insana özgü, ne yazık ki… Batının da, doğunun da intikam arzusu, dayatma, zorlama ve kan akıtma tutkusu, malum. Kin, öç, intikam, insan denen doğaya düşman canlının, iliklerine dek işlemiş, en nihayetinde… Çünkü cennet dünyada, cehennemi yaşamanın, yaşatmanın başkaca bir mantıklı açıklaması yok!

İranlı Mecid Mecidi, sevdiğimiz, saydığımız usta bir yönetmen, hiç kuşkusuz. O, duygu yüklü, küçük ölçekli, şiirsel filmler çekti, sinema tutkumuza çok şey kattı. İşte “Cennetin Çocukları”, “Cennetin Rengi”, “Baran”, “Serçelerin Şarkısı” ve dahası… İnanan ve kendini yoluna, doğrularına adayan bir adam Mecidi, tüm zorluklara ve önüne konulan engellere rağmen, Hz. Muhammed’in çocukluk ve gençliğini çekme ısrarı, son peygamberi yanlış aksettirmeye çabalayanlara inat, onu tane tane anlatmak, hal böyleyken… Öyle ya, kalbi kırıkların peygamberiydi o, kalp kıranların değil!

Yanlış hatırlamıyorsam, dört sene evvel, Mardin Film Festivali’nde, “Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı kullanırdı” demişti. Kuşkusuz, haklılık payı var. Elçilik vazifesine, aktarmak ve yaymak da dâhil! Sinema da, en çok izlenen, etkilenilen, insanın içine işleyen sanat dalı, yoksa bunca Hz. İsa ve Hz. Musa filmi çekmek neden? Pentagon, niye dünyanın en büyük savaş aygıtıyla yetinmeyip, Hollywood projelerine, destek atıyor, maddi, manevi? Geçtiğimiz asırda, kurulan propaganda bakanlıklarının, sinemaya abanması sır mıydı? Yooo, sadece beyazperdenin gücünü, cezbetme alanını ve kalıcı olmasını fark ettiler. Biliyorsunuz, bu IŞİD denen insanlık düşmanı çete, en son teknolojiyi kullanıp, pahalı prodüksiyonlarla, kafa kesme filmleri çekiyor. Peki, onların bu korkunç ve kan donduran görüntüleri dünyaya yayma nedeni, salt vahşilik ve delilikle açıklanabilir mi? Hayır, aksine bir planı gösterir, zalim batının ötelediği, örselediği, içleri nefretle dolup taşan tipleri, büyüler, mıknatıs gibi kendine çeker. Elbette, kötü örneklerin varlığı, doğru, düzgün ve haklı amaçla bir tutulamaz, hani mesele kavrandıysa ne ala…

Haliyle, Mecidi için, minimalizmden bu kez vazgeçmiş, hep anlattığı öykülerinden azade bir işçilik bu diyenler de olacaktır. Lakin bu proje, sinema sanatının da ötesinde, yönetmen için resmen kutsal bir görev, deyim yerindeyse. Doğal olarak, Hollywood şablonu, bu meram için biçilmiş bir kaftan, duyguyu vermek ve sarsmak adına müziğin kullanımı, dönemin ruhunu kuşanan, hani neredeyse kusursuz sanat yönetimi, sağlam ve albenili bir sinematografi, mevzunun şifresi, yani olacak o kadar. Şii ve Sünni ayırımı çoktan başladı bile, işte Mısır ve Suudi Arabistan yasakladı filmi, dünyada 55 İslam ülkesi var (hepsini toplasan bir Almanya ekonomisi etmiyor demeyeceğim), kaçında vizyon diyecek, bunu zaman gösterecek. Ancak filmin hedefi, elbette başta batı olmak üzere tüm dünya, ulaşılmaya çalışılan diğer dinlere mensup olanlar, dinleri reddedenler, lamı cimi yok, gaye özetle bu.

Resmen 40 yıllık Çağrı – İslamiyet’in Doğuşu filmi dışında, akılda kalıcı, çarpıcı ve evrensel bir yapıt yoktu, listelerde, arşivlerde… Hala televizyon kanallarında dönüyor, bayramlarda ve ramazanda sürekli gösteriliyor. Halepli Mustafa Akkad kadar, sinema adına kimsenin yararı olmadı, bir dinin uzak diyarlarda tanınmasına, o da El-Kaide’nin bombalı saldırısında, can verdi. Ne korkunç bir ironidir bu, İslam bir sevgi dinidir diyenin, aynı dine inandığını söyleyen şiddete meyilli psikopatlarca katledilmesi… Dinin, intihar etmeyi kesinlikle yasaklamasına karşın, intihar bombacısı olmak kadar, tuhaf ve anlamsız. Hah! Orta Doğu’da din adına üretilmiş birçok film var, memleketimizde çekilenler de mevcut, ancak çoğu yerelden evrensele ulaşamamış, kargacık burgacık, üstünkörü işler, kiminde halifelerin yüzü açık, kiminde kapalı… Peygamberi göstermek ise çok tehlikeli bir alan, put olarak tapınılmadığı kesin olan heykellere bile sistematik bir saldırı varken, kimse buna cüret dahi edemez. Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in yüzünü göstermiyor, sesini duyurmuyor (alt yazıyla veriliyor), bebeklik, çocukluk ve gençlikte, düz siyah saçı, elleri, ayakları, arkadan görünen bedeni, şimdiden tartışma konusu oldu bile… Ancak peygamberlik öncesi bir dönem bu, ha bir kez peygamber olarak görünüyor, onda da ışık halinde…

Çağrı’dan farkı, aksiyonu savaşlara değil, mucizelere ayırmış olmasında yatıyor. Batı’ya, bakın ve görün, son peygamber, aslında diğer peygamberlerin tamamlayıcısıdır, bugüne kadar gelenleri reddetmez, sadece noktayı koyar demektedir. Şimdi amacım filmleri yarıştırmak değil, bence en etkileyici olan, mazlum kadınlara ilgili, zalim erkeklere olan mesajı çünkü. Şort giydi diye, din adına genç bir kadına otobüste uçan tekme atan fanatiklik, kadın, rahmet ve berekettir, annenin ayaklarının altı cennettir diyen bir peygamberin dili, eylemi ve yolu olamaz. Kız çocuklarını öldüren insanlara karşı çıkan, onları yaşatmaya çağıran, kölelerin ve fakirlerin yanında duran peygamberle, gücün, paranın, betonun yanında duran günümüz insanının alakası yok, bilesiniz. Keşke Mecidi, “Gece yatağa aç girip sabah kılıcını kuşanmayan adama şaşarım” diyen sahabe Ebu Zerr el-Gifari’nin (Abuzer) hayatını ve isyanını da çekse, dini, salt şatafat sananlara inat.

Alper TURGUT, Bir Gün

Allah’ın Elçisi

Çok tartışılan filmi izledim. Herkese de tavsiye ederim. Fırsatını bulup mutlaka izleyin.

Gelelim tartışmalara. “Bu film kesinlikle izlenmez” diyenlerin de görüşlerine saygı duyarak kısa bir yorum yapmak istiyorum. (İzleyin demek de filmdeki her şeye olduğu gibi katılıyorum demek değildir.)

Görsel efektler ve bilumum prodüksiyon unsurları itibariyle gayet görkemli bir yapım.

Birincisi: Bazıları filmi İran filmi olduğu için kabul etmiyor. Filmin yönetmeni İran’lı Mecid Mecidi. Kendisi daha önce ‘Cennetin Çocukları’, ‘Cennetin Rengi, ‘Serçelerin Şarkısı’, ‘Baran’ gibi çok güzel filmlere imza atmış birisidir. Bu filmleri de kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Filmde mezhepsel veya siyasi bir yön ortaya konmuş değildir.

İkincisi: Film Efendimiz’in (s.a.v.) doğumundan öncesini ve 12 yaşına kadar olan hayatını anlatıyor. Efendimiz’in (s.a.v.) yüzü hiçbir sahnede görünmüyor. Bazı sahnelerde elleri, saçları, ayakları görünüyor. Filmde Efendimiz’i (s.a.v.) tasvir eden kişinin eli göründü diye kıyamet koparanlar çağımızda onun ruhunun, niyetinin unutulduğunu görmüyor mu?

1977 yapımı Çağrı filminden başka bugüne kadar Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını anlatan tek bir film çekememişken, çekilen filmlere bu şekilde sövüp saymalar akıl karı değildir.

Efendimiz’i (s.a.v.) ve mesajlarını sinema yoluyla çok büyük kitlelere ulaştırmak varken O’nu bir masalmış gibi geride bırakmayı mı arzuluyorsunuz?

Her film yapıldığında bu kadar yaygara koparırsanız bir başka yönetmen Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını anlatan filme imza atmak ister mi sizce?

Filmin eleştirilecek yerlerini eleştirin, şöyle olsaydı daha iyi olurdu deyin ancak film kesinlikle izlenmez demeyin.

7 yıllık bir sürede İran’ın dünya çapındaki yönetmenlerinden Mecid Mecidi’nin 30 milyon dolar harcayarak gerçekleştirdiği bir filmi görsel bahanelerle değersizleştirmeye hatta linç etmeye çalışmak, İslam dünyasının içinde bulunduğu hali göstermesi açısından son derece üzücüdür.

Çağrı ve Allah’ın Elçisi filmlerinde içimize sinmeyen yerleri dahi aşacak bir çalışmaya imza atacak mıyız? Yoksa kenarda bekleyip emek sahiplerini tenkit etmekle mi yetineceğiz? Zamanla göreceğiz.

Velhasıl Mecid Mecidi’ye böyle bir film ortaya çıkardığı için teşekkür ediyorum.

Cemal Alçık

“Hz Muhammed(saa): Allah’ın Elçisi” filmi hakkında…

Antitez üreten, üretmek zorunda olan kaybeder, tezi olan, tezini sunan, tezini kabul ettiren kazanır.

İran İslam Cumhuriyeti, ‘Hz Muhammed (saa): Allah’ın Elçisi’ filmi ile filmi izlemeden hakaretvari eleştiri yapma aptallığında bulunan zavallıların ve çanaklarını yaladıkları ağababalarının sunamadığı, sunmaya güçlerinin yetmediği ve yetmeyeceği bir tez ile insanlığa yeni bir hizmette daha bulunmuştur.

Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim, film bir sevgi filmidir, yüreğinde sevgi olmayan, baştan aşağa haset, kin, nefret, düşmanlık, saldırı, yıkım duygularıyla kaplı olanlara hitap etmemektedir, o yüzden zaten onlar filmin ismini duyar duymaz gitmeyin propagandası yaptılar ama bilmeden yine İslam İnkılabı’na hizmet ettiler.

Nasıl mı?

Filmde geçen bir diyalogla cevap verelim.

Ambargo döneminde Arabistan’ın dört bir yanında para karşılığı yiyecek aramaya giden Hz.Hamza (ra) eli boş bir şekilde Hz.Ebu Talib (ra)’in huzuruna çıkınca:

-Kureyş, dört bir yana haber salmış, kimse bizim paramızı alıp bize yiyecek vermiyor dediğinde;

Hz. Ebu Talib (ra): Onlar bilmeden bizim mesajımızı ulaştırmışlar diyor.

Aynen filmi izlemeden “şia propagandası”, “İran tehlikesi” diye ağzından salya akıtarak hiç alakası olmayan yorumlarda bulunanlar gibi…

Bunların yaptıkları reklamla film ilk 3 günde yüzbinlerce insan tarafından izlenmiş ve izlenmeye de devam ediyor.

Filmi izlemeden önce, -izlemeye gitmek zorunda kaldım- zira her gören izledin mi? Peygamberimizin yüzünü mü göstermişler? Yanlış mı tanıtmışlar? Şiilik propagandası var mı? İran’ın yaptığı filmden ne hayır gelir? gibi sorularla sıkıştırıp duruyordu.

Biriyle yaşadığımız diyalogtan:

-Peygamberimizin yüzünü gösteriyorlarmış!
-Gördün mü sen?
-Yok öyle diyorlar!
-Kim diyor?
-Diyorlar işte?
-Ne diyorlar?
-Yüzü görünüyor diyorlar.
-Başka ne diyorlar?
-Çarptırmalar varmış!
-Ne gibi mesela?
-Bilmiyorum, diyorlar.
-Kim diyor?
-Diyorlar işte…

Bu noktadan sonra kısır döngü: Diyorlar işte…

Her türlü olay için geçerlidir. Bilgisiz yorum olmaz. Bu önyargıdır. Cahilliğin göstergesidir.

İzlemeden kefil oldum filme, gidelim, birlikte izleyelim bir yerinde en ufak bir gayri İslami ve insani durum var ise ilk eleştiriyi ben yapacağım, bu yanlışı yapanları kınayacağım ve karşılarında olacağım diye.

Gittik, izledim, gayet güzel ve izleyen bir çok kişinin de belirttiği gibi insan olan herkesin duygulanacağı, hüzünleneceği, mutlu olacağı, işte benim Peygamberim diyeceği bir sevgi filmi yapılmış, İnşAllah daha iyileri de yapılır.

Peygamber efendimizin doğumu sırasındaki bazı mucizeler de işlenebilirdi. Mesela;

– Kisra Sarayı’nın sütunlarının yıkılması,
– 1000 yıldır yanan ateşin sönmesi,
– Save gölünün kuruması gibi.

Bazı izleyicilerin benzeri bir eleştiri olarak bazı müzikleri ben de sevmedim. Zevkler ve renkler tartışılmaz tadındaki bu eleştiriyi de yapalım da İran filmi diye kayıtsız şartsız beğeniyor eleştirisini ortadan kaldıralım 🙂

Son olarak siyonist omurgaya indirilmiş darbelerden biri olan bu güzel çalışmayı yapan herkese teşekkür eder, böyle değerli bir çalışmaya ciddi bir bütçe ayıran İran İslam Cumhuriyeti’ne bir müslüman olarak saygılarımı sunarım. İzleyin, izlettirin…
Vesselam.

Ahmet Cevahir ÇINAR

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Bugün birçok eleştiriye maruz kalmış bir film hakkında konuşalım istedim. İki gün önce gittim Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi filmini izlemeye. Doğrusu bir film olarak çok beğendim. Birçok Holywood yapımı filme taş çıkartacak cinsten.

İlahiyatçı veya İslam tarihçisi olmadığım için filmde anlatılan olayların ne kadarı doğru bilemem ama üniversitedeyken gördüğüm Arap Tarihi derslerinden yola çıkarak baktığımda, İslam öncesi cahiliyye dönemindeki zihniyetin doğru bir şekilde yansıtıldığını gördüm. Malum o dönemde kölelik had safhada ve kadınlara verilen değer sıfırdı.

Film Hz. Muhammed’in doğumunu ve yaşamını konu almıştı.

Filmin islamofobik nefreti izale etme çabası takdire şayandı. Filmin müzikleri bu konuda usta olan A R Rahman’a teslim edilmiş. Kesinlikle doğru bir tercih olduğunu düşünüyorum. Heyecan ve gerilim dolu sahneleri, yaşattığı duygu patlamaları son derece etkiliydi. Zaten filmin yönetmeni Mecid Mecidi olunca beni direk kendisine çeken bir film oldu.

Mecid Mecidi’nin diğer filmlerini de izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. İran yapımı olması, şii müslümanların filmi olması vs nedenler ile ön yargı oluşmuş olsa da bence ön yargılarınızdan kurtulup bu filmi izlemeye gidin. Her şeyden evvel kültürel bir etkinlik… Beğenip beğenmemek size kalmış.

Eğer aranızda filmi izleyenleriniz varsa lütfen yorumda görüşlerinizi belirtmeyi unutmayınız.

Benden mini bir tavsiye: Filmi orijinal seslendirmesiyle alt yazılı olarak izleyin 🙂

Berika’nın Günlüğü

Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi

Büyük bir heyecanla beklediğim “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi birçok patırtı ve gürültü arasında nihayet gösterime girdi. İran’ın, İranlı bir yönetmen olan Mecid Mecidi’nin böyle yüksek bütçeli bir filmi çekmesi, çekiyor olması bile başlı başına bir başarıdır İslam dünyası için. Çağrı filminden bu yana neredeyse yarım asır geçti ama İslam dünyasında dişe dokunur, eli yüzü düzgün bir film yapılmadı, yapılamadı ne hikmetse. İnşallah bunun devamı gelir ve Müslüman toplumlar da sinema ve edebiyata üst düzey bir ilgi gösterirler artık.

…Mecid Mecidi, sinema dilinin tüm gücünü hissettirdi kalplerimize. Yüreğimize dokunmayı başardı.

Filmi izlediğimde şunu hissettim ki bir kekremsilik, bir olmamışlık hali hissetmiyor insan: Sinema tekniği, görüntü kalitesi, sahicilik, mekan seçimi, oyuncuların duruşu, bakışı, kıyafeti, Abdulmuttalib ve Ebu Talib rollerinden bütünüyle akan o asalet, Amine ve Halime rollerine nakşolan, neredeyse damarlarımızda duyduğumuz masumiyet, masumiyet, masumiyet. Ve ah o müzik! Hüznü tüm çıplaklığıyla üzerimize boca eden müzik. İnsanı alıp çöllerde savuran, bir yetimin koynuna sokan, bir yetimin arkasından öylece bakakalan ah o tını.

Filmde beni en çok etkiyen sahneydi bu müziğe, bu tınıya tutunan kareler: Önce Amine, yetiminin gözlerinde yok olmak ister gibi bir ağıda tutuluyor. Çünkü ayrılık vakti. Çünkü sütanneye gitmesi gerekiyor yetimler yetiminin. Ve gidiyor. Ve anne yalınayak koşuyor eli yüreğinde. Ve anne sessiz bir çığlığa ram oluyor. Ve anne bir karanlıktan boşanır gibi ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor. Bütün bir kâinat ağlıyor.

Aynı sahne diğer annede de saklı. Halime’nin koynundan kopan yetimler yetimi evine götürülüyor bu defa. Bırakmamak ne mümkün. Elinde olsa dünyayı yıkar, bırakmaz ama elinde değil. Gücü yetmiyor. O masum şimdi gidiyor işte, gidiyor. Halime’nin yüreğini de alıp gidiyor. Halime de arkasından var gücüyle koşuyor kumlara bata çıka. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor… Ve müzik adeta bizim yaramıza bir tuz basıyor.

Filmde beni etkileyen sahnelerden biri de çocuklara isim koyma merasimiydi. Ki filmin fragmanında da bu sahneyi gördüğümde tüylerimi diken diken olmuştu: Tek tek çocuklara isim koyuluyor ve müthiş bir kalabalık. Erkeklerin ellerinde defler ve kılıçlar, kadınların dillerinde coşku, heyecan ve bitimsiz zılgıtlar. Ve şimdi sıra yetimler yetiminde. Abdulmuttalib, Amine’nin elinden alıp haykırıyor ismini göğe: “Muhammed!”

Önce sessizlik, sonra kargaşa. “Bu ne biçim isim, hiç duyulmamış” sözleri yayılıyor kalabalığa. Ve Ebu Talib yeniden haykırıyor Mekke semalarına: “Muhammed!” Ve sonra o şaşkın kalabalıktan sadır olan tek şey: Coşku ve heyecan. Herkesin gözlerinde tarifsiz bir sevinç. Bir güneş doğuyor çünkü. Sonsuz bir güneş…

Film böyle akıp gidiyor işte. Kalplere nakşolacak sahnelerle yüreğinize işliyor. Her sahne ayrı bir dram, her sahne ayrı bir heyecan, her sahne ayrı bir gözyaşı aslında. Filme, filmin müziğine, oyuncuların gözlerine, mekanın yüreğine yapışan ana tema nedir diye sorarsınız tek bir kelime söyleyebilirim: Hüzün!

Teşekkürler Mecidi! Hüznü bize yeniden duyumsattığın için.

Muhittin BULUT, Gap Gündemi

“Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi üzerine gecikmeli bir değerlendirme..

Oğlumun küçüklüğünde, geleneksel hale getirdiğimiz hafta sonu sinema keyfine son vermemin üzerinden kocaman bir 12 yıl geçmiş neredeyse.

Eğer İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin ülkemizde tartışılan “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminin fragmanını aylar önce izleyip, vizyona girmesini iple çekmeseydim, ihmalkarlığımdan kaynaklı sinemanın cezbedici dünyasından uzak durmaya devam edecektim.

Neyseki film vizyona girdi de, keyifle ve gözyaşları içinde izleme ve böylece sinema dünyasına yeniden kapı açma şansını elde etmiş oldum.

Filmle ilgili tek bir afişin bile sinema salonunda yer almaması, filmin içeriğiyle hiç örtüşmeyen müstehcenlik ve hatta yer yer argo ifadeler içeren reklamların keyif kaçıran nahoşluğunu bir yana bırakırsak, film, muhteşem bir içerik ve etkileyiciliğe sahip.

Çevrildiği dev plato, profesyonel bir ekip, kostüm, görsellik, ses, ışık, ortam, verilen mesaj ve bütün insanlar tarafından izlenmesine imkan veren üslup,

Peygamberimizin çocukluğu başta olmak üzere, o dönemin ruhunu ve gerçekliğini olduğu gibi yansıtan film,

Konuları ele alış tarzı ve sunum biçimi konusundaki evrensellik özelliğiyle herkes açısından çekici, cezbedici ve izlenebilir kılan bir albeni oluşturmaktadır.

Ancak üzülerek ifade etmeliyim ki film, daha vizyona girmeden ırkçılık ve mezhep savaşının odağına oturtularak siyasal ve tarihsel hesaplaşmaların malzemesi yapıldı.

Bu nedenle Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı ülkelerde izlenmeden yasaklandı.

Ülkemizde ise, “izlemeyiz, izlettirmeyiz” türünden ırkçı , faşizan, mezhepçi ve bağnaz bir yaklaşım tarzıyla başlatılan kampanya ve aleyhte tepkilerle yasaklanması istenendi.

Film, hayatı ve dünyayı, geçmişi ve bu günü, dinleri ve gelenekleri, insanları ve toplumları, değerleri ve inanç biçimlerini, fiziksel ve metafiziksel olguları, hakikat ve gerçeklik algısı üzerinden anlamak, tanımak ve tanımlamak yerine,

Dinsel, mezhepsel, siyasal, ideolojik ve etnik aidiyet duygusu ya da ezberler üzerinden anlayan, tanıyan ve tanımlayan birey ve toplumlar için hiçbir anlam ifade etmeyecektir ve etmemiştir de.

Esasen hem kendisinin, hem içinde yaşadığı toplum ve ait olduğu değerlerin imajını yerle bir eden söz birey ve toplumlar, böyle bir filmi izlemekle sahip oldukları değer dünyalarının yok olacağı ya da herşeyin sonunun geleceği gibi bir vehim / korku arasında oransal bir bağ kurarak kendi düzeylerini ortaya koymuş oluyorlar.

Bir sosyal gerçeklik olarak söz konusu çapsızlık ve düzeysizliğin altını çizerek bu bahsi es geçelim. Hiçbir düzeysizlik ve çapsızlık, üzerinde durmayı gerektirecek bir değeri hak etmiyor çünkü.

••••

Asıl değeri hak eden, ön yargısı olmayan ya da önyargı bariyerini aşmayı başarabilenler için durum elbette farklıdır.

Böyle bir bakış açısına sahip olarak izleyenler için film, takdiri fazlasıyla hak eden bir yerde durmaktadır. Ve aynı zamanda düzeyli eleştirileri de…

Doğrusu film, insanların zihin ve ruh dünyasında uzun süre etki yapabilecek ve aynı zamanda ezberleri bozması açısından tartışmaların odağına oturacak türden. Ve zaten böyle de olmuştur.

Elbette, sahip olduğu dünya görüşü ve bakış açısına göre filmin her insanda farklı etkiler yapması muhakkak.

Kendi adıma söyleyecek olursam, inanılmaz etkilendim. Bu nedenle de yazacağım şeyler bu etkilenmeye paralel olacaktır.

Yani yazacaklarım, film eleştirmeni veya analisti edasıyla yazılan türden olmayacaktır..

Böyle bir densizlik yaparak, yıllarını bu işe vermiş üstadlara karşı saygısızlık ve ukalalık etmek istemem çünkü.

••••

Mezhepsel, ırksal, dinsel veya başka bir saikten kaynaklı ön yargı ya da garez sahibi olanlar açısından filmin yapımcısının ait olduğu ülke ve değer dünyasına karşı kin ve nefret, haset ve fesat, garaz ve çekememezlikten başka sunabileceği hiç bir şey, hissettirebileceği hiçbir duygunun olmayacağı muhakkak.

Ama kalbinde, ruhunda ve zihninde hiçbir art niyet ve ön yargı taşımayanlar için filmin sunabileceği çok fazla şey, hissettirebilecek çok güzel duygular olduğu / olacağı da muhakkak.

Bu yüzden, filmi herkesin izlemesini ve başkalarına da tavsiye etmesini şiddetle öneriyorum…

••••

Elbette bu önerimin, Diriliş Postası Genel Yayın Yönetmeni ve yazar Erem Şentürk gibilerde karşılık bulmayacağı kesin.

Çünkü Şentürk ve aynı çizgide olanlar için filmin nasıl olduğundan ziyade, İran ve Şii patentli olması aşılması imkansız olan bir taassup ve ön yargı bariyeri oluşturuyor.

Bu taifenin, “izlemeyiz, izlettirmeyiz” korosuna dahil olması, eleştiri ve tepkilerine haklılık kazandırmak amacıyla izleyenlerinse “tövbe etmekten dilim şişti” türünden beyanlarda bulunması da bundan.

Tövbe etmekten dili şişen Yazar Şentürk ve onunla aynı duyguları hissedenler için bir hatırlatmada bulunayım:

Tövbe etmekten dili şişen sadece sizler değilsiniz.

Bilenler bilir ama bilmeyenler için söyleyeyim; Allah, Peygamber ve Ehlibeyt düşmanı mel’un, zalim ve katil Muaviye tarafından Ehlibeyt’e (as) hakaret etmek bir gelenek haline getirilmiş ve bu gelenek seksen üç yıl sürmüş.

Öyle ki, bu gelenek cuma hutbelerinin bile vazgeçilmezi haline gelmiş. Ehlibeyte hakaret içermeyen hutbe eksik sayılır ve hatta makbul görülmezmiş.

Bu gelenek, mekan cennet olsun lanetli uygulamayı kaldıran Ömer Bin Abdülaziz’in hilafetine kadar devam etmiş.

Cuma kıldırmak ve hutbe okumakla görevlendirilen Cuma hatiplerinden biri, bir gün hutbede hazreti Aliye ve Ehlibeyt’e hakaret etmeyi ve lanet okumayı unutmuş.

Unuttuğunu sonradan hatırlayan bu hatip, mescide gidip hüngür hüngür ağlayarak, gözleri ve dili şişene kadar tövbe etmiş.

“Ey Allahım! Ben Ehlibeyt’e hakaret etmeyi unuttum, beni affet” diyor başka da birşey demiyormuş.

Şentürk ve benzerleri gözlerini ve dilini şişirene kadar tövbe etmeye devam ededursun efendim…

Şentürk dahil herkes, huzuru mahşerde gözyaşlarından, dilinden, yaptığından ve yapmadığından, yapılan güzel şeylere mani olmaktan hesaba çekilecek.

İsrail ve ABD için akmayan göz yaşını ve şişmeyen dilini, İsrail ve ABD’ye kök söktüren İran ve Şia dünyasına nefret ve beddua ile akıtılan her damla gözyaşı ve şişen dil sahibinden davacı olacak.

Aynı şekilde, bu türden yazıları yayan ve paylaşanların bütün uzuvları da. Biline…

••••

Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın; bunca engellemelere, estirilen onca fırtınaya rağmen, filmin çok farklı kesimlerden ilgi gördüğü bilinen bir gerçek.

Şu ana kadar izlediğim hiçbir filmde işini bu kadar ciddiye alan; insani, İslami ve sosyal sorumluluğu bu kadar yüksek bir prodüksiyon ekibi görmedim desem yeridir.

İşlerini o kadar ciddiye almışlar ki, jenerik bile özenle hazırlanmış. Öyle bir özen ki, jenerik müziği, filmin içeriğiyle uyumlu ve bir o kadar da etkileyici.

••••

Filmden Notlar:

•• Filmi izleyenlerin ortak kanaati, modernizm tarafından en büyük koz olarak kullanılan İslam’ın kadına değer vermediği ve aşağıladığına dair tezi yerle bir ettiği, daha çok adı savaşlarla anılan ve bu nedenle de bir savaş peygamberi gibi lanse edilen İslam peygamberinin hiç de öyle olmadığı, tam tersi bir barış, huzur ve güven abidesi olduğu yönünde.

•• Bu yüzden film, söz konusu algının hakim olduğu Yahudi ve Hristiyan dünyası başta olmak üzere İslam’a mesafeli olan herkesin İslam ve Hazreti Muhammed algısını yerle bir etmektedir.

Ayrıca film, bütün ezberleri bozmasının yanı sıra iki dinin kendi öz kaynaklarındaki referanslara atıf yaparak, Yahudi ve Hristiyan dünyasının ilgisini celbedecek nitelikte.

Dahası filmde, insan psikolojisi ve sosyolojik gerçeklik profesyonelce ele alınmış.

Film, İslam hakkında bilgi sahibi olmayan, İslam’ı ve İslam peygamberini, terörle eşleştirilen bir kurgu üzerinden tanıyan, bu nedenle negatif bakış açısına sahip olan batı dünyasının gerçekle örtüşmeyen bu algısını da değiştirebilecek bir özelliğe sahip bulunmaktadır.

Bu nedenle film, İslamafobinin etkisini kırmaya matuf etkili bir silah niteliğinde.

••••

Bir kaç anekdot:

•• Prodüksiyon işiyle uğraşan ve İran’da mukim Mehmet Ali Akbulut dostumla, filmi izlemeden bir gün önce görüştüm. Yani vizyona girmeden üç gün önce…

Dostum, Türkiye’den İran’a gelen bir çok sinema çevresinden kişiye filmin çekildiği platoyu gezdirdiğini söyledi.

Plato gezildikten sonra film hakkında görüşlerinin kat be kat arttığını ilave etti.

Film hakkında yersiz eleştiri ve tepkileri anlamlı bulmasa da normal karşıladığını bunların filme ve filmin kalitesine gölge düşüremeyeceğini ifade etti.

•• Filme en sert ve acımasız eleştirilerde bulunan Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Yusuf Kaplan’ı yakinen tanıyan ve aynı zamanda TV programcısı ve sinema konusunda ehil olan bir dostum, Kaplan’ın tepki ve eleştirilerine anlam veremediğini söyledi.

Bu dostum, sinema konusunda en ehil kişilerin başında yer alan Kaplan’ın bir zamanlar Mecid Mecidi’yi göklere çıkardığının da altını çizerek, şimdi yerin dibine geçirmesinin oldukça manidar bulduğunu ifade etti.

••••

Sitem ve üzüntüm:

Jenerik dahil filmi sonuna kadar dikkatle izleyen biri olarak, yapılan yersiz düzeysiz ve hakaret içeren eleştiri ve verilen tepkileri yadırgadığımı;

Bir Müslüman, bir insan ve bir Türkiyeli olarak üzülerek izlediğimi,

Gördüğüm manzaralar karşısında insanlık ve ülkem adına utanç duyduğunu söylemeliyim.

Bu denli, böyle bir düzeysizlik ve çapsızlığı, kadim bir medeniyete beşiklik yapmış olan ülkemiz hiç mi hiç hak etmiyor…

••••

Şükür, Teşekkür ve Dua:

Şükürler olsun, tüm insanlığa bu imkanı sunan Rehberiyet makamını ve İran İslam Devleti’ni bizlere lütfeden yüce Allah’a. Sonsuz şükürler olsun.

Mecid Mecidi başta olmak üzere filmi hazırlayan ekip ve onlara imkan sağlayan, yardım eden herkesten Allah razı olsun…

••••

Son söz:

Film hakkında neden gecikmeli değerlendirme yaptığım merak konusu olabilir.

Hemen söyleyeyim efendim:

Kasten ve de özellikle geç yazmak istedim. Çünkü suların durulması, eleştirilerin, öfke ve nefretle dışa vurulan tepkilerin ortaya çıkıp sonuçlarıyla muhatap, olmak bazen sağlıklı değerlendirmeler yapma konusunda daha elverişli bir ortam sunar.

Ghoudsi Khanandeh, Özün Sözü

Mecidi’yi Eleştirelim..

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” izlemeden önce bir çok eleştiriyle karşılaştık.

“Filmi seyredip de Şiî’lerin oyununa gelmeyin” diyenleri duyduk. Filmin Efendimiz’e (asm) hakaret olduğunu dahi duyduk. Ancak bu eleştirilerle karşılaştıktan sonra bu söylenenleri tahkik ettik mi?

Filmi izledik: Yapım, bizim üzerimizde olumlu yönde bir etki bıraktı ve bazı değerlendirmeler de bulunduk. Tabiî mesele konunun ehli olan âlimler tarafından değerlendirilip yapıcı bir şekilde eleştirilmeli.

Filmin yapımcısı olan Mecidi, filmde Hz. Muhammed’in (asm) doğumundan gençliğine kadar olan süreyi işliyor. 63 yıllık bir sürenin tamamının filmleştirilmesinin mümkün olmadığı gibi, elbet Efendimiz’in (asm) genç-liğinin de 178 dakikaya sığmayacağını idrak edebiliyoruz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’in (asm) gençliği hakkında bildiğimiz bazı önemli olaylar gösterilerek peygamberlikten önceki süre biraz anlatılmaya çalışılmış. Tabiî sadece çocukluğu değil, Efendimiz’in (asm) doğumundan önceki sürede yer alan ebabil kuşlarının Kâbe’yi fillerle hedefine alan Ebrehe’yi taşlaması da unutulmamış.

Yapım teknik olarak değerlendirildiğinde filmin genel anlamda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak çekim açıları ve kameranın kullanımı konusunda biraz daha iyi olabilirdi. Batı filmlerinin çekimiyle kıyasladığımızda kameranın kullanımındaki fark -bazen- göze çarpıyor. Kameranın genel anlamda başarılı kullanılmasıyla birlikte, oyuncunun da elinden geleni yaptığı görülüyor. Kostümler ve setler de bizi o tarihe götürmekte güçlük çektirmiyor.

Gerçekleşen tarihî olayların olabildiğince aslına uygun verilmesi kaygısı düşünüldüğünde, senaryo ve kurgudaki boşluklar göz ardı edilebilir. Ancak tarihlerin geçişi, olayların gelişimi ve önemli isimlerin birbirleriyle olan ilişkileri hiç bilmeyenler için havada kalabilir. Tabiî fantastik bir hikâye yazılmadığı bilinirse ve belli bir olay örgüsüne bağlı kalmak zorunda kalındığı düşünülürse kurgusal hatalar elbet kabul edilir bulunacaktır.

Bu bölümden sonra paragraflar filmin gidişatı hakkında bilgi verir. Eğer önce filmi izlemek isterseniz okumaya devam etmeyin.

Filmin ilk dakikalarında Hz. Muhammed’in (asm) doğumuyla gerçekleşen bir takım olaylar anlatıldıktan sonra izleyicinin duygusal bağ kurabilmesi için önce annesi Hz. Amine, sonra dedesi Abdülmüttalib ve en son olarak da amcası Ebu Talib ile olan ilişkisi ön planda tutularak konu işlenmeye çalışılıyor. Filmin hemen hemen son 3’te 1’lik kısmının Ebu Talib ile geçmesi medyadaki eleştirileri bu yöne çekiyor.

1976 tarihli yapım olan Çağrı filminde Hz. Muhammed (asm) ile diyalogdan kaçınılırken Mecidi, Efendimizin (asm) diyaloglarına yer vermiş. Ancak ülkemizde ilgili konuşmaların sesleri çıkartılarak konuşmalar altyazı olarak verilmiş. Film’de yüzünün tamamı hiç bir zaman net bir şekilde gösterilmeyen Efendimiz (asm) genellikle arka tarafından gösterilerek sahnelerde de ya uzun saçları şeklini kapatıyor ya da beyaz kefiyesi kendisini net bir şekilde görmemizi engelliyor. Bu şekilde “Efendimizin (asm) şekli nasıl?” dendiğinde hayalimize gelecek bir resim olmuyor.

Filmin detaylarında Hz. Muhammed’in (asm) kadın haklarına verdiği değer göze çarpıyor. Gerek kız çocuklarının diri diri gömülmesine karşı çıkmasıyla, gerek kadın köleleri kurtarmasıyla gerekse de en son yer alan balıkçı kabilesindeki tanrılara sunulan kadınları ve çocukları kurtarmasıyla kadına verilen değer filmde işleniyor. Son sahnede yer alan deniz kıyısındaki balıkçı kabilesiyle geçen olaya ise aşina değiliz. Bunun yanı sıra film süresince Yahudilerin üzerine çok ciddî gidilirken, Rahip Bahira’nın olduğu sahnelerde de Hıristiyanlığın Hz. Muhammed (asm) ile bir çok ortak paydası olduğu vurgulanıyor.

Yapılan bir eser elbette kusursuz olamayacaktır, ancak 7 yıl üzerinde çalışılmış (2 yıl araştırma, 5 yıl çekimler) ve tamamlanması için 40 milyon doların harcandığı Efendimiz’i (asm) anlatan bir yapımı her bir Müslüman olarak tahkik edelim. Ön yargılarımızı bir tarafa bırakıp yapımın getirdiği olumlu etkileri düşünelim. Filme aynı zamanda bütünsel yaklaşıp Batı sinemasıyla rekabet edebilecek bir eser çıkarabildiğimize sevinelim. Detayları, bütünden daha öne çıkartıp bütünü karartmayalım. İncelediğimiz detayları, daha iyilerini yapabilmek adına kullanalım.

Mustafa Sait ÖNAL – Yeni Asya