İranlı yönetmen Puran Derexşande 2013 yılında “Kızlar Bağırmaz” filmini yaptı. Film yayınlandığında yeterince ses getirmedi. Aslında izleyen her kesi çok derinden etkilemişti. Ama ince bir eleştiri ve gerçekleri incitecek şekilde gösterdiğinden üç maymunlar cehennemine terk edilmek istendi.
Filmin hikâyesi kısaca şöyle;
Şirin üzerinde gelinliği, nişanlısıyla beraber düğün fotoğrafı çektirirken birden ortadan kaybolur. Biraz sonra ortaya çıktığında üstü başı kan içindedir. Film bu kanlı tabloyla başlar, ekran kararır ve yazılar akmaya başlar. Uzadıkça uzar. Merak ve korku tavan yapar.
Filmin ilerleyen dakikalarında bu muammanın çözüleceği ve rahatlayacağımızı umut ediyoruz. Ama öyle olmuyor. Hakikat perdeleri aralandıkça merakımız, öfkemiz, yer yer varlığını unuttuğumuz vicdanımızın sesi canımızı acıtmaya başlıyor. Acı sürekli artıyor. Merak film bittiği zaman bile bitmiyor. Keder de filmden sonra bir kene gibi vicdanımıza yapışıyor. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Yüreğiniz yetiyorsa filmi izleyin, açık açık söyleyelim uzun bir süre canınız acıyacaktır…
Neyse filmin konusuna dönelim. Şirin’in üstündeki kan, öldürdüğü binanın kapıcısına ait. Bir tesisat aletiyle kafasını parçalayarak öldürmüş ve garip olan ise onu hiç tanımıyor olması.
Filmi izledikçe Şirinin titrediği bütün sahnelerde titreyecek, ağladığı sahnelerde ağlayacak, korktuğunda korkuyu iliklerinize kadar hissedeceksiniz.
Şirinin annesi, babası ve nişanlısı şok geçiriyorlar. Ne olduğuna dair onların da en ufak bir fikri yoktur. Aslında kısastan kurtarmak için ona deli raporu almaya kalkmasalar Şirin hiç konuşmayacak ve yaşadığı acıyı kendisiyle beraber mezara götürecektir. Çünkü o da bu toplumda yaşamanın ne demek olduğunu biliyor. Bazı sırlar öldürücü olsa bile ifşa edilmemesinin bilincinde. Üstelik bunu bir görev bilinci ile değil bir şartlanmışlık duygusuyla yapıyor. Kim bilir belki de yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyor. Aslında çok da haksız sayılmaz.
Neden mi?
Pedofili suçu istisnasız her toplumda var olan ve hiç yokmuş gibi davranılan bir gerçeklik. Yokmuş gibi davranılınca hiç de azalmıyor, daha çok suçlulara rahat davranabilme olanağı sağlıyor. Düşünün, kız ya da erkek bir çocuk böyle bir durumla karşılaşınca ne yapar? Gerçekten de düşünün! Ailelerine açılacak cesareti bulabilirler mi? Ailelerine anlattıklarında nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını siz de kestirebilirsiniz herhalde. Hele tehditler yok mu, küçücük bedenleri nasıl da esir alıyor. Öyle bir noktaya gelirler ki artık kendileri bu yaşadıkları kirliliğe rıza gösterir ve bu kaderi(!) kabul ederler. Ortaya çıkınca da aileler bir şey yapmıyor. Bırakın suçluyu cezalandırmayı, olayı örtbas edebilmek ve şereflerine sürüldüğü düşünülen bu lekeyi silmek için her yola başvuruyorlar. (Bu yüzden çocuğunu ortadan kaldıran nice vakalar gördük basında…)
Kızlar Bağırmaz filmi böyle bir yaraya parmak basmış. Yara vicdanda, yani en derin noktada olunca acısı da çok derin ve çok keskin. Şirin yaşadığı travmanın etkisi ile bir cinayet işliyor ve suçlu olduğu ispat edilemeyen maktulün katli yüzünden idam edilecek.
İnanılmaz bir tempo var filimde. Bu tempo esnasında toplumun ve ailelerin yani anne ve babaların suçluluğunu unutuyoruz. Yönetmen keşke bunu yapmasa ve anne baba biz suçluyuz dedirtse, bunu iliklerimize kadar hissettirse; toplumun en ince kılcal damarına kadar zerk etse ve bu konuda tam bir uyanış sağlasa, demekten kendimizi alamıyoruz. Gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadayken ve asıl suçlunun yanında, onun suçuna neredeyse eşit derecede ortak olan toplumu bireylerinin suçu bu kadar güzel işlenmişken keşke daha çok deşse, bir yün yumağına dalan dikenli teli çeker gibi acıta acıta hikâyeyi tamamlasa; hikâye bittiğinde bindiğimiz bütün bahane dallarının çatır çatır kırıldığını görebilseydik.
Anne babalar genellikle çocuklarının maddi ihtiyaçları ile ilgileniyor, onların duygu dünyası, hayalleri, rüya ve kâbuslarını; onların beklenti ve ümitlerini; onların dünyayı keşiflerini ve öğrendiklerini; onların tecrübe ve deneyimlerini; onların saplandıkları çıkmazları ve arayışlarını; onlara yönelen gizli ve açık tehditleri hiç mi hiç görmüyorlar.
Dilim varmıyor söylemeye ama bir kâbusa uyandıklarında bunu hak etmek için ne yaptık diye suçluyu kendi nefislerinin dışında arar durular. Her türlü korunmaya ihtiyacı olan ve bunun ilk mükellefi olan anne ve baba sonra da en yakın akrabalar, eş dost, konu komşu her kesin bu kâbustaki günaha ortak olduğunu kimse kabul etmez. Baba, anneyi; anne, babayı; etraftakiler, ikisini birden; uzaktakiler, o mahalleyi; bir başka ülke, o ülkeyi suçlar durur. Kâbus herkesin hayatını zindana çevirmeye muktedirdir. Hatta bin kilometre ötede vuku bulan bu pisliğin kokusu hissedilecek, ekranlarda ya da gazete kupürlerinde görüldüğünde her vicdan sahibini yaralayacak kadar güçlüdür.
Böyle ateşler yanmaya devam ederken bizler bununla yaşamayı kabullendikçe ve bu kaderi değiştirme adına adımlar atamamaya devam ettikçe her zaman olan ama zamana zaman ortaya çıkan bu günaha ortak olmaya devam edeceğiz.
Çocuklar olmadan izleyin bu İran filmini. Bırakın dikenli tel; yün yumağından yavaş yavaş, yaralaya yaralaya, acıta acıta çıksın. Vicdanınızı rahatlatmasına da izin vermeyin. Vicdanınız hep rahatsız olsun ve etrafta gördüğünüz her çocuğu daha fazla korumaya alın. Bu sadece taciz için değil her türlü tehlike ve tehdit unsuruna karşı yapılması gereken bir refleks olmalı. Her çocuk bir nesildir. Ve her batan çocuk bir geleceğin yok olması anlamına gelir. Geleceğimizi koruma altına almak zorundayız…
Ahmet Demir, Doğru Haber