Hovz-i Nakkaşi [2013]
İran film festivali Fecr’de yılın en iyi filmi, aynı zamanda UNESCO tarafından da ödüle layık görülmüş bir film.
Hikâyemiz bir aşk hikâyesi gibi görünse de aslında gelenek ve modernizme yapılan şiddetli bir eleştiri.
Bir hastane koridorunda tanışıyorlar Meryem ve Rıza. İkisi de topluma göre özürlü. Özürleri masumiyetleri. Yanlış okumadınız, tam da yazmak istediğim kelime bu. Bu kadar kirli ve kaotik bir toplumda bu denli masum olmak, böylesine karşılıksız sevgi saçmak büyük bir özür.
Netice itibari ile bu hayatta yapılabilecek her türlü aktiviteyi öyle ya da böyle yapabiliyorlar; ne kolları ne bacakları eksik, gözleri ve kulakları da sapasağlam, akıllarına da diyecek yok. Ama özürlüler! Neyse biz de bu gaflete düşmeyelim ve “farklılar” diye yazalım.
Farklılıkları sayesinde tanışıyor ve hızlı bir geçişten sonra kocaman bir çocukla karşımıza çıkıyorlar. Oğulları Süheyl yani göklerdeki yıldız; öyle olmasını istemişler.
Zor şartlar altında hayatlarını idame ettiriyorlar. Çalıştıkları ilaç firmasından maaşlarını düzenli alamadıkları gibi biri işten çıkarılıyor. Rıza’nın hayat mücadelesi tam bir destan. Bir pizzacıda motosikletli kurye olarak işe başlar ama motosikleti kullanamıyor; müthiş bir sahne.
Bizim Süheyl henüz çocuk ya, biz büyüklerin hala yaptığı bir çocukluk yapıyor; ailesinden utanıyor. Onların farklılıklarını içselleştiremiyor ve onlarla birlikte görünmekten imtina ediyor. Onların her eksikliği gözüne batıyor ama onca artılarını göremiyor. Mesela annesinin özenle yaptığı muhteşem köftelerini değil de öğretmeninin baştan savma hazırladığı pizzaya ilgi duyuyor.
Hal böyle olunca, yaşadığı bir lunapark denemesinden sonra Süheyl iyice zıvanadan çıkıyor ve annesinin çizdiği resim defterini parçalayıp onlara hakaret edip evini terk ediyor. Çok özendiği ve rol model olarak hayranlık duyduğu öğretmeninin evine yerleşiyor. Anne ve babası onu geri getirmek için çok çırpınıyorlar ama nafile. Aile perişandır. Rıza eşini güldürebilmek için neler yapmıyor ki!
Bundan sonra iki ayrı aile tipiyle karşı karşıyayız. Süheyl’in evi ve öğretmeninin evi; biri doğu toplumlarının klasik bir örneği, diğeri ise doğu toplumunda modernizmden nasiplenmiş ve onun asgari problemlerini içinde barındıran bir aile prototipi.
Modernizm hastalıklarından en azını bile içinde barındırınca ortaya çıkan aile tablosu ile geleneksel bir aileyi bir arada görebileceğimiz ender filmlerden biri. Modern aile modelini; sahip oldukları entelektüel birikim, giyim kuşam tarzları ve beslenme alışkanlıkları göz doldurmasına rağmen içine düştükleri maddeye dayalı samimiyet ve sevgi yoksunu yaşam biçimlerini bir şiir gibi işliyor. Öte yandan bütün noksanlıklara rağmen, özellikle bir kader gibi yakalarına yapışan fakirliklerine inat genlerinde bozulmamış sevgi çınarının varlığı ile göz dolduran bir parlaklıkla karşımıza çıkan geleneksel aile tablosu. Bu iki aile tablosu batıyı temsil eden pizza üzerinden çarpışıyor. (Pizza ve köftenin savaşı)
Elbette bu bahsettiklerimiz genele şamil kurallar değil. Modern olup geleneksel değerlerine sahip köklü aileler olduğu gibi, geleneği sadece yoksulluğundan dolayı değiştiremeyip modern bütün marazları barındıran aileleri de unutmamak lazım.
Bizim Süheyl, denizde yaşayıp suyun kıymetini bilmeyen minik bir balık misali cıngıllı akvaryuma öykünmüş işte. Biraz tecrübe edinse, sahip olduğu hazinenin farkına varacak elbette, sonuçta tecrübesiz bir tıfıl. Ya biz tecrübe sahibi, her gün yediği dayağa rağmen hala bu ringlerden inmeyen biçarelere ne demeli?
Meryem ve Rıza sabırla oğullarının geri dönmesini beklerler. Bu arada karşılıklı birbirlerini suçlarlar. Meryem kocasına “Sen niye ona tokat attın?” diye kızarken baba da eşine “Sen pizza yapmasını bilmiyorsun, bu yüzden eve dönmek istemiyor” diyor. Eksikliklerinin farkındalar, aşıp çocuklarını tekrar kazanmaktan başka bir düşünceleri yok.
Baba attığı tokat için defalarca özür dilemiş zaten, şimdi sırada annenin pizza yapmasında. Meryem Hanım pizza yaparsa nasıl yapar? Picasso yanında halt edecek tabi ki!
Neyse, en sonunda Süheyl hatasını anlayacak ve evine geri dönecektir. Süheyl’in öğretmeni Merziye Hanım bu sefer öğrenci olacaktır. Aile olmak demek birbiri ile geçinebilmek, kendinden ödün vermek, karşındakini anlayabilmek ve musibetlere karşı sabırlı olmak olduğunu öğrenecektir. Evi ile ilgilenecek, kocası ile sohbet edecek, baştan savma pizza yerine köfte yapacaktır.
Süheyl’in anne ve babası okulda Süheyl’i görmeye gidecek, babası erkek erkeğe sohbet edelim diyecek, konuşacak ama Süheyl duymayacak. “Erkekler ağlar ama başı dik ağlar.” diyecek.
Fırında pişirdikleri pizza yanınca, bu işi beceremeyeceklerini anlayacak ve çocuklarının gelişine dair umutlarını kaybedecekler.
Umutsuzluk iyi değil tabi ki… Rahman, merhamet güneşini karanlıkta yıldızla bizlere gösterecek, koca bir deryadaki küçücük bir damladan bile şefkatini esirgemeyecektir.
Ahmet Demir, DoğruHaber