Ötekinin Babası – Film İnceleme

Neden İzleyelim?

Merhabalar, bu hafta hayatın gerçeklerini konu edinmiş çok güzel bir İran filmini beğeninize sunacağım: Ötekinin Babası (2015)

Filmin konusu, beş kişilik bir ailenin ortanca çocuğu olan Şahab’ ın ailesi ve sosyal çevreyle yaşadıkları üzerinde şekilleniyor. Şahab 6 yaşında olmasına rağmen konuşmamaktadır. Annesi hariç herkes onun yaramaz, şımarık bir çocuk olduğuna inanmaktadır. Abisi Areş başarılı bir eğitim hayatı yaşaması sebebiyle ailenin -özellikle de babanın- göz bebeğidir. En küçük kardeş olan Arvend ise yavaş yavaş konuşmaya başlamasıyla ailenin ilgisini üzerine çekmektedir. Bütün bunların gölgesinde kalan Şahab ise onu anlayan biri çıkana dek bu yaşananlara ayak uydurmak zorunda kalacaktır.

Aile yaşantısını kültürle perçinleyen bu İran filmi bir çocuğun hayatına dokunmanın ne denli önemli ve meşakkatli bir iş olduğunu bizlere gösteriyor. Önemsiz gibi görünen ayrıntıları yakalamanın sandığımızdan farklı olan gerçeği ortaya çıkaracağını merkeze bir çocuğu alarak anlatıyor. Çocuk da olsa insan olmanın doğası gereği incinen duygularını tamir etmeye çalışması takdire şayan sahneleri ortaya çıkarıyor.

Nasıl Değerlendirelim?

Film ilk bakışta kendi toplumumuzdan ve yaşantılarımızdan örnekler sunması sebebiyle bize bir aşinalık sunuyor. Bu nokta önemli çünkü bazen kültürel anlamda bize çok uzak olan filmleri sindirmek kolay olmuyor. Aile yaşantıları, akrabalık ilişkileri, gündelik yaşamları izleyiciye “Bu tam da bizim komşu kızının hikayesine benziyor.” dedirtiyor.

Gelelim Şahab’ a ve yaşadıklarına… 6 yaşında bir çocuğun konuşmamayı tercih etmesini kabullenemeyen bir aile var karşımızda. “Konuşamama” değil bakın “konuşmama”. Bu, Şahab’ın yaşadıkları yüzünden aldığı bir karar yoksa konuşma sıkıntısı çeken bir çocuk değil. Ancak ailesinden tutun da doktoruna kadar herkes onun doğuştan gelen bir bozukluk sebebiyle konuşamadığını düşünüyor. Bir insanın sadece fiziki yapısıyla hayat bulduğuna dayanan düşünceler silsilesi gördüğü psikolojik baskıyı gölgeliyor.

Şahab’a inanan tek aile bireyi olan annenin çocuğunu koruma çabası takdire şayan ancak yine de doğru kararlar aldığı söylenemez. Sinirlendiği için zarar verme davranışı gösteren Şahab’ ı yalan söyleyerek içinde bulunduğu durumdan kurtarması bunun bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Tabi şartlar gereği tüm aile içinde kötü bir imaja sahip oğlunu başka türlü koruyamadığı için de bu yola başvurmuş olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.

Başarılı olduğu için sürekli ilgilendiği oğlu Areş ve küçük yaşına rağmen konuşuyor olmasının getirdiği sevinçle sevgi gösterdiği oğlu Arvend’e oranla Şahab’ın neredeyse yüzüne bakmayan baba figürü, Şahab için en uzak aile bireyi oluyor. Şahab’ın babasını “Ötekinin Babası” (Areş’i kast ediyor.) olarak adlandırması da hikayenin en acı aile tablolarından birine dönüşmesine sebep oluyor. Bu tabir, herhangi bir eşyası bile konuşmayan oğlundan daha kıymetli olan bir insan için çok da tuhaf gelmiyor.

Amcasının oğlunun arkadaşlarına hava atmak için amca kızının ise sevgilisiyle rahatça buluşmak uğruna Şahab’ı kullanması en yakınları arasında düştüğü yalnızlığı kanıtlıyor. İhtiyacı olan tek şeyin onun kalbine dokunabilmek olduğunu anlayan birileri gelene dek ailesine karşı verdiği konuşmama savaşını sürdürüyor.

Böylesine sıcak ve bir o kadar da hüzünlü bu aile hikayesini kaçırmamanızı tavsiye ediyor, iyi seyirler diliyorum.

Psikolojik Danışman Necla AYDOĞAN, Rehberlik Servisi

Satıcı (2016)

Asğar Ferhadi’nin 2016 yılında gösterime giren ve izlendiği çevreler tarafından büyük beğeniler toplayan son filmi Satıcı (The Salesman), hem içerik hem de oyunculuk performanslarıyla gerçekten izlenmeyi hak eden başarılı filmler arasına girmeyi hak ediyor. Geçmiş (Le Passe) ve Bir Ayrılık (A Separation) filmleriyle sinema yeteneğini ve dehasını ortaya koyan Oscar ödüllü yönetmen Asghar Farhadi senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği bu filmiyle de filmografisine kaliteli bir film eklemeyi yine başarmış oldu.

İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Senaryo ödülüne layık görüldü. İran-Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmde dramatik unsurların yanı sıra polisiye, suç, gizem gibi sinemanın pek çok unsurunun başarılı bir şeklide harmanlanıp sakin bir akış ile ekrana yansıdığını görüyoruz. Zengin senaryosu ve kurgusuna son derece başarılı oyunculuklarıyla eşlik eden Şahab Hüseyni ve Terane Alidosti’nin performanslarının katkısını da unutmamak lazım.

Filmin konusuna kısaca değinecek olursak; evleri bir inşaat kazası sonrasında yıkılmak üzere olan Rana ve İmad çifti, tiyatroda birlikte çalıştıkları bir arkadaşlarının evine kiracı olarak taşınırlar. Ancak çiftin evle ilgili bilmedikleri bazı gerçekler vardır. Bir gün Rana evde tek başınayken bir saldırıya uğrar ve çiftin hayatı bu olaydan sonra birden değişikliğe uğrar. Rana yaşadığı travma sonrası sessizliği seçerken, eşi İmad kendi yöntemlerini kullanarak intikam alma yolunu seçer. Bu noktadan sonra izleyici, kadın-erkek bakış açısı/sorunsalı etrafında filme etik, ahlaki, sorgulayıcı, bir topluma dair getirdiği geniş-derin açılımlarla farklı pencerelerden bakıp olayı filmin akışı ile birlikte irdelemeye ve sorgulamaya başlayacaktır. Bu sorgulama olanağı sayesinde seyirci birey-toplum ilişkisinin dehlizlerine inerek sinemanın pasifize edici etkisinden sıyrılıp aktif bir izleyiciye dönüşme imkânına kavuşabilecektir.

Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ adlı eserinden serbest bir uyarlama olarak çekilen filme güçlü bir kurgu ve Farhadi’nin insan ilişkilerine dair derinlikli ve kuşatıcı bakış açısı hâkim. Teatral unsurları da filminde bolca kullanarak tiyatro sanatının hem geniş imkânlarından yararlanmış hem de filme ayrı bir renk ve hava katmıştır. Tabi bu durumun dikkati kolay dağılan seyirci açısından bazı olumsuzlukları da mevcut. Bazı izleyiciler bu sahneleri gereksiz, bazıları da sıkıcı bulabilmekte. Kişisel kanaatim; oyunculukların başarısı bu sahnelerin filme farklı ve başarılı dokunuşlar olarak yansımasını sağlamış ve karakterlerin içsel dünyalarının dışsal tezahürlerini yansıtmada bir araç işlevi görmüştür.

İran sinemasının fıtratın sineması olduğunu bir kez daha ispatlayan film, klasik sinema anlayışının aksine popüler unsurların hiçbirini kullanmadan ve sinema ile ilgili ezberleri bozarak yönetmenin bakış açısının zenginliğini ve başarısını ortaya koymaktadır. Birey-toplum ilişkisinde her daim soru işaretlerinin anlamlılığını ve gerekliliğini vurgulayan Farhadi, diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de seyircinin hem dikkatini topluyor hem de dimağlarımıza farklı soruların takılmasını sağlıyor. Bir olayın etkilediği insanların çok yönlü olarak ele alınıp ince ince işlenmesi hem seyirciyi bunaltmıyor hem de düşüncede çok boyutluluğun gelişmesine önemli katkı sağlıyor. Filmlerindeki asıl hedefinin seyirciyi farklı fikirlerin etrafında dolandırmak ve sorgulamasını sağlamak istediğini vurgulayan Farhadi’ye göre esas olan şey fikirlerdir. Bu nedenle seyirciden bu fikirleri yakalayabilmesi için seyircinin karakterler üzerinden düşünmesini ve karakterlerin büründüğü farklı ruh hallerini anlamasını bekler. Adalet, ahlak, iyilik, kötülük, ceza, vicdan, dürüstlük, hak gibi kavramların var olan bilgi süzgecinden tekrar süzülerek çıkarılması için yoğun çaba harcar filmlerinde. Bu nedenle cevaplardan çok sorulara önem verir ve filmlerini belirsizlikle nihayetlendirir.

Sinema kariyerinde oldukça önemli bir yere sahip ve kendi sinemasal kodlarını oluşturmuş olan Farhadi, bu filminde bir nevi “Kötülüğe nasıl yaklaşılmalı?” sorunsalını felsefi ve somut gerçeklikler üzerinden irdelemeye çalışıyor. Felsefi derinliği fazla olmasına rağmen filmdeki karakterlerin şablonik tablolarla değil de tüm doğallıklarıyla ele alınması filmin akıcılığını sağlarken, dramatik yapıyı öne çıkarmak yerine basit sorular üzerinden basit yanıtlar aramaya çalışması yönetmenin olayları kişisel hesaplaşma bağlamına oturtarak seyircinin karakterlerin ahlaki yaklaşımını anlamasına da olanak sağlıyor. Böylelikle seyirci açısından arka plan hem doğal bir şekilde zenginleşiyor hem de kurgusal akıcılık yakalanmış oluyor. Kötülüğün toplumsal bazda ele alınışı, etki alanı, yarattığı yüzleşme, içsel hesaplaşma gibi süreçler üzerinden toplumsal normalleşme sürecini yakından analiz etmeye çalışıyor. Yapısal formları parçalamaya çalışmasıyla bilinen Farhadi, bu filminde yine bildiğinden şaşmayarak kavramları sadece somut eylem boyutunda ele almayarak seyirciye geniş bir düşünme ve kavramı alanı bırakmayı da ihmal etmiyor.

Kısa bir not; dünya çapında başarısı kabul edilen ve ödüllendirilen Farhadi, Trump başkanlığındaki ABD’nin yeni politikalarına tepki olarak The New York Times gazetesine verdiği bir demeçle Oscar törenine katılmayacağını açıkladı.

Saniye Yaşar Batı, İslami Analiz

Kızlar Yurdu

Selamun Aleyküm

Gerçeği söyleyerek başlamak gerekirse ,filmin ilk 30 dakikası boyunca bu filme tahlil yapmayı düşünmüyordum. Çünkü film ne kadar korku kategorisinde bulunsa da yarım saat boyunca beni güldürdü ve senaryo bakımından da sıradanmış gibi geldi.Ama senarist ilerleyen dakikalarda beni o kadar şaşırttı ki; resmen 12 yıl öncesinden günümüzün en büyük problemlerinden biri olan kadın istismarına parmak basmış gibiydi.

*Eğer şu saatten sonra mümkünse bence filmin ismini değiştirmeliler. Kızlar Yurdu ismi filmin değerini ve içeriğini anlatamayacak kadar basit bir isim.

*Film cinler hakkında yanlış bilgilerle dolu olmasına rağmen bütün bu yaşananların cinlere değil de şizofren (bu tanıyı adama ben koydum, filmle alakası yok) adama bağlanması etkileyiciydi. Ve böyle adamlar herkesin gözünün önünde idam edilmeli ki, kimse değil kadınları öldürmek, onlara el bile kaldırmamalı.

*Film gerçekten beni çok etkiledi. Film bittikten sonra ise beynim sürekli kendime şu soruyu soruyordu bu kadının (Rüya’nın) ve bunun gibi gerçek hayatta nice kadınların uğradıkları kadın istismarından sonra hayatlarını nasıl devam ettirecek ve bu psikolojiyle hayata tekrar nasıl tutunacaklardı. Allah onların yardımcısı olsun.

*O son sahnede istediğim neydi biliyor musunuz belki biraz canice olacak ama o harabede bulunan köpeklerin o adamı yemeleriydi.

Selametle
Bir Kalem Bir Dünya

Howze Naghashi

Hovz-i Nakkaşi [2013]

İran film festivali Fecr’de yılın en iyi filmi, aynı zamanda UNESCO tarafından da ödüle layık görülmüş bir film.

Hikâyemiz bir aşk hikâyesi gibi görünse de aslında gelenek ve modernizme yapılan şiddetli bir eleştiri.

Bir hastane koridorunda tanışıyorlar Meryem ve Rıza. İkisi de topluma göre özürlü. Özürleri masumiyetleri. Yanlış okumadınız, tam da yazmak istediğim kelime bu. Bu kadar kirli ve kaotik bir toplumda bu denli masum olmak, böylesine karşılıksız sevgi saçmak büyük bir özür.

Netice itibari ile bu hayatta yapılabilecek her türlü aktiviteyi öyle ya da böyle yapabiliyorlar; ne kolları ne bacakları eksik, gözleri ve kulakları da sapasağlam, akıllarına da diyecek yok. Ama özürlüler! Neyse biz de bu gaflete düşmeyelim ve “farklılar” diye yazalım.

Farklılıkları sayesinde tanışıyor ve hızlı bir geçişten sonra kocaman bir çocukla karşımıza çıkıyorlar. Oğulları Süheyl yani göklerdeki yıldız; öyle olmasını istemişler.

Zor şartlar altında hayatlarını idame ettiriyorlar. Çalıştıkları ilaç firmasından maaşlarını düzenli alamadıkları gibi biri işten çıkarılıyor. Rıza’nın hayat mücadelesi tam bir destan. Bir pizzacıda motosikletli kurye olarak işe başlar ama motosikleti kullanamıyor; müthiş bir sahne.

Bizim Süheyl henüz çocuk ya, biz büyüklerin hala yaptığı bir çocukluk yapıyor; ailesinden utanıyor. Onların farklılıklarını içselleştiremiyor ve onlarla birlikte görünmekten imtina ediyor. Onların her eksikliği gözüne batıyor ama onca artılarını göremiyor. Mesela annesinin özenle yaptığı muhteşem köftelerini değil de öğretmeninin baştan savma hazırladığı pizzaya ilgi duyuyor.

Hal böyle olunca, yaşadığı bir lunapark denemesinden sonra Süheyl iyice zıvanadan çıkıyor ve annesinin çizdiği resim defterini parçalayıp onlara hakaret edip evini terk ediyor. Çok özendiği ve rol model olarak hayranlık duyduğu öğretmeninin evine yerleşiyor. Anne ve babası onu geri getirmek için çok çırpınıyorlar ama nafile. Aile perişandır. Rıza eşini güldürebilmek için neler yapmıyor ki!

Bundan sonra iki ayrı aile tipiyle karşı karşıyayız. Süheyl’in evi ve öğretmeninin evi; biri doğu toplumlarının klasik bir örneği, diğeri ise doğu toplumunda modernizmden nasiplenmiş ve onun asgari problemlerini içinde barındıran bir aile prototipi.

Modernizm hastalıklarından en azını bile içinde barındırınca ortaya çıkan aile tablosu ile geleneksel bir aileyi bir arada görebileceğimiz ender filmlerden biri. Modern aile modelini; sahip oldukları entelektüel birikim, giyim kuşam tarzları ve beslenme alışkanlıkları göz doldurmasına rağmen içine düştükleri maddeye dayalı samimiyet ve sevgi yoksunu yaşam biçimlerini bir şiir gibi işliyor. Öte yandan bütün noksanlıklara rağmen, özellikle bir kader gibi yakalarına yapışan fakirliklerine inat genlerinde bozulmamış sevgi çınarının varlığı ile göz dolduran bir parlaklıkla karşımıza çıkan geleneksel aile tablosu. Bu iki aile tablosu batıyı temsil eden pizza üzerinden çarpışıyor. (Pizza ve köftenin savaşı)

Elbette bu bahsettiklerimiz genele şamil kurallar değil. Modern olup geleneksel değerlerine sahip köklü aileler olduğu gibi, geleneği sadece yoksulluğundan dolayı değiştiremeyip modern bütün marazları barındıran aileleri de unutmamak lazım.

Bizim Süheyl, denizde yaşayıp suyun kıymetini bilmeyen minik bir balık misali cıngıllı akvaryuma öykünmüş işte. Biraz tecrübe edinse, sahip olduğu hazinenin farkına varacak elbette, sonuçta tecrübesiz bir tıfıl. Ya biz tecrübe sahibi, her gün yediği dayağa rağmen hala bu ringlerden inmeyen biçarelere ne demeli?

Meryem ve Rıza sabırla oğullarının geri dönmesini beklerler. Bu arada karşılıklı birbirlerini suçlarlar. Meryem kocasına “Sen niye ona tokat attın?” diye kızarken baba da eşine “Sen pizza yapmasını bilmiyorsun, bu yüzden eve dönmek istemiyor” diyor. Eksikliklerinin farkındalar, aşıp çocuklarını tekrar kazanmaktan başka bir düşünceleri yok.

Baba attığı tokat için defalarca özür dilemiş zaten, şimdi sırada annenin pizza yapmasında. Meryem Hanım pizza yaparsa nasıl yapar? Picasso yanında halt edecek tabi ki!

Neyse, en sonunda Süheyl hatasını anlayacak ve evine geri dönecektir. Süheyl’in öğretmeni Merziye Hanım bu sefer öğrenci olacaktır. Aile olmak demek birbiri ile geçinebilmek, kendinden ödün vermek, karşındakini anlayabilmek ve musibetlere karşı sabırlı olmak olduğunu öğrenecektir. Evi ile ilgilenecek, kocası ile sohbet edecek, baştan savma pizza yerine köfte yapacaktır.

Süheyl’in anne ve babası okulda Süheyl’i görmeye gidecek, babası erkek erkeğe sohbet edelim diyecek, konuşacak ama Süheyl duymayacak. “Erkekler ağlar ama başı dik ağlar.” diyecek.

Fırında pişirdikleri pizza yanınca, bu işi beceremeyeceklerini anlayacak ve çocuklarının gelişine dair umutlarını kaybedecekler.

Umutsuzluk iyi değil tabi ki… Rahman, merhamet güneşini karanlıkta yıldızla bizlere gösterecek, koca bir deryadaki küçücük bir damladan bile şefkatini esirgemeyecektir.

Ahmet Demir, DoğruHaber

Lantouri [2016]

Lantouri [2016]

Bir İran filmi ve ne ile karşılaşacağımı bilmeden izledim. Çünkü tanıtım yazısında sadece bir adam hastalık derecesinde bir kıza aşık olur ve sonra olaylar gelişir gibi bir şey diyordu. Ama izledikçe olayın sadece bundan ibaret olmadığı anlaşılıyor. Filmin başında anlatılacak olayla ilgili birinin röportaj yaptığı görülüyor. Olay ile ilgili olan kişilerle konuşup fotoğraflarını çekiyorlar. Sürekli gelen deklanşör sesi başta insanın sinirini bozuyor ama sonra azalıyor şükür. Ama bir yandan da doğru bir anlatım şekli, çünkü kim olsa her ayrıntıyı çekerdi ve izlerken sinirimi bozsa da yönetmenin bunu göstermesi mantıklı geldi bana.

Olay bir suç çetesini anlatıyordu ve onlarında başına bak bu geldi, o yüzden böyleler tarzında başladı. Artık klişeleşti bu hikâyeler derken bir anda kadına şiddete döndü hikâye. Çete üyelerinden birinin saplantılı aşkı ve bundan kurtulmak için uğraşan gazeteci bir kadın. Kadın dişli biri ve işinden başka bir şey düşünmeyen ve boyun eğmeyen gazetecilerden. Ağır suçlu insanların bir anlık dehşete kapılıp bunu yaptığını düşünmüyor, hasta olduklarını kabul ediyor. Onları idamdan kurtarmak için de gidip mağdurların ailelerine yalvarıyor resmen suçlamayı çeksinler diye. Ama bir gün aynı şeyi kendisi de yaşıyor ve affetmek bakalım onun için kolay olacak mı? Filmin sonunda kadının verdiği kararı veremezdim ben. İran’daki Kısas cezası bazen gerekli olabiliyor bence.

Film güzel ve izlenilebilir bir film.

evde yohuz

Marmoulak (2004)

Marmoulak – The Lizard (2004) filminin konusu: Hırsızlıktan cezaevine giren Rıza bir yolunu bulup Molla kıyafeti içinde kaçar. Ancak Molla kıyafetinden bir türlü kurtulamaz ve kendini bir köyün camiinde imam olarak bulur. Bir yandan yurt dışına kaçmanın yollarını ararken bir yandan da köyde sıradışı bir imamlık yapar. Kısa zamanda şöhreti etrafa yayılır…

Dünyada hiç kimse yoktur ki,
onu Allah’a ulaştıracak bir yol bulmasın.

“Allah’a giden yollar, insanların sayısı kadardır.” sözünden yola çıkılmış bir film. Bir hırsız, vaiz kılığına girerse bu aslında onun için bir fırsattır. Neyin fırsatı mı? Allah’ı bulup doğru yola girmek için bir fırsat. Aslında Rıza da farkında olmadan bu fırsatı değerlendiriyor. Rıza’ya sorulan sorular çok enteresandı; ama itiraf etmeliyim ki cevaplar çok mantıklıydı 🙂

ATV’deki “kertenkele” dizisinin bu filmden esinlendiğini düşünüyorum. Tabi karşılaştırırsam bu film daha iyiydi. Biliyorsunuz ki bizim diziler uzadıkça saçmalamaya başlıyor. Burada istenen mesaj yeterince verilmiş.

Ayrıca bu filmde “Kuçelere su serpmişem” Türkmen türküsünü dinlemek çok hoşuma gitti.

“kuçelere su serpmişem
yar gelende toz olmasın
eyle gelsin eyle gitsin
aramızda söz olmasın
samavara od salmışam
istekana get salmışam
bir haftadır tek galmışam
ne ezizdir yarim canım
piyaleler ıraftadır
her biri bir taraftadır
görmemişem bir haftadır
ne ezizdir yarim canım
semavarı alışdırın
maşa verim garışdırın
yarim menden küsüp gedir
onu menle barışdırın”
Keyifli seyirler dostlar… Unutmayın İnsanların sayısınca, Allah’a giden yol vardır ve Allah sadece iyi insanların değil herkesin Allah’ıdır.

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Hush! Girls Don’t Scream

Şşş! Kızlar Bağırmaz (2013)

Sadece ülkemizin değil, dünyanın kanayan bir yarasıdır çocuk tacizi olayı. Maalesef son zamanlarda bu durum gündemde olsa da, çocuklar ve aileler bilinçlendirilmeye çalışılsa da “aile itibari” düşünülerek suçlu kişi şikayet edilmiyor ve de çocuktur unutur sonra, denilerek çocuklar susturuluyor. Çocuk unutmaz hiçbir zaman. Bu iyice anlaşılsın. Aile itibarinin önüne geçsin artık çocuklarımızın acıları. Biz yetişkinler bile böyle bir şeyi atlatamazken bunu çocuktan nasıl bekleyebiliriz? Onlar bizim kadar güçlü değil. Onların bize ihtiyaçları var. Çocuklarımızı dinleyelim, onları koruyalım. Onlar da bize güvenebilsin, her şeylerini rahatlıkla anlatabilsinler. Çünkü içlerinde sakladıkça bu durumun altında ezilirler ve kaldıramayacak hale geldiklerinde ise içlerinde fırtınaların kopacağını bilin. İşte bunu anlatan bir film bu.

Maalesef göz yaşlarınızı tutamayacaksınız. Sonu da istenen gibi bitmeyecek. Her masalın sonu mutlu sonla bitmez ki… 🙁 Asıl suçlu kim???

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Heiran (2009)

Heiran (2009)

Filmin Konusu: İranlı bir lise öğrencisi olan Mahi, savaştan kaçarak yasa dışı yollarla ülkeye girmiş Afgan işçi Heiran’a aşık olur. Ancak ailesi, kızlarının bir Afgan’la evlenmesini istememektedir. Mahi’nin ailesiyle aşkı arasında bir tercih yapması gerekecektir.

Film, sorularla ve sorgulamalarla başlıyor:
“Hepsi yabancılar.Hiç bir yüz tanıdık değil.Neden masallarda hep biri kayboluyor ve diğeri. Allah’ım ben bu masalın neresindeyim başında mı, ortasında mı, sonunda mı?”

Daha sonra dedesiyle Mahi’nin konuşmalarına şahit oluruz:

‘– Neyin var canım neden uyumuyorsun?
– Bilmiyorum, kalbimde bir şeyler oluyor.
– Hastalık olmasın.
– Ne?
– Dikkat et.
– Bu başka hastalıklara benzemez, bitkisel ilaçlarla iyileşmez.’

Evde anne ve babasından gizlice, gece kalkar ve Heiran‘a ekmek pişirir. Ekmeğin üzerine de ‘Heiran ve Mahi’ yazar. Dedesini ikna eder ve bu ekmeği Heiran‘ın çalıştığı yere götürür ve ona yedirir. Allah’ın nimetinin üzerine sevdiğinin de adını yazarak hediye etmek, hürmete layık saf ve şiirsel bir tavır.

Sonra her aşkta olduğu gibi bir yemin, bir söze tanık oluruz.Aşkların kaderi midir bu durum ? Evet, bu aşıkların kastıyla olmaz, şartlar onları buna zorlar ama yine de gerçek şu ki; yeminler çiğnenir ve sözler tutulmaz.

Film genzimizi yakan sahnelerle doludur. […] Şartların zorladığı ayrılıkla sonuçlanır film. Her filmin sonu mutlu bitmiyor maalesef. Filmlerin bize gösterdiği pembe dünyalardan sıyrılıp gerçeklerle yüz yüze getiriyor Mahi ile Heiran’ın aşkı. İnsan düşünmeden edemiyor. İnsan aşkı için aklını bir kenara atmalı mıdır?

Keyifli seyirler…

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Howze Naghashi (Resim Havuzu) 2013

Meryem ile Rıza’nın diğer insanlardan farklı oluşu çocukları Süheyl tarafından yadırganır. Ailesinden utanır ve öğretmeninin evine sığınır, onu anne olarak kabul eder. Meryem ve Rıza’nın hayatı çok huzurlu ve neşeli bence. İçlerinde hiçbir kötülük olmaması, masumiyetleri farklılıklarını örtüyor. Süheyl’e de hak veriyorum; çünkü bir çocuğun bu tür farklılıkları kabul etmesi zaman alır. Ne kadar ailesinden utansa da onların kazandırdığı merhamet ailesine döndürecektir. […] Oyunculukları gayet başarılı. İran sinemasının bu tür özgün filmleri olduğunu bilmiyordum. İran sinemasına da göz atmak gerek. Güzel filmlerle karşılaşacağımı tahmin ediyorum.

Çaresizlik içinde olan bir çift ve tekdüze hayattan sıkılan, büyüme çağındaki bir çocuk ile arasındaki kopukluğu tutabilecek tek şey sevgi kavramıdır. İnsanoğlunun çaresizliği ve toplumun “anormal” görünen insanlara karşı bakış açılarını sosyolojik bir açıdan yansıtmış. Aşk ve sevginin zeka ile değil de kalp ile bağlı olduğu ise psikolojik bir dille anlatılmış. Aklın kandırılması her ne kadar kolay olsa da insan kalbinin kolay kanmayacağını çarpıcı şekilde vurgulanmış.

Film, İran Film Festivali Fecr’de En İyi Film Ödülü’nü kazanmış ve aynı zamanda Asia Pasific ödüllerinde UNESCO ödülüne de layık görülmüştür. İran kültür ve sinemasının popüler olamayan, kıyıda köşede kalmış nadide filmlerinden “Resim Havuzu” mutlaka izlenmesi gereken bir yapım…

Filmde Rıza ile Meryem’in nikahı kıyılırken hocanın dediği söz güzel: “Sadece birbirinize karşı iyi olun.” Her şeye rağmen sevgileri ayakta tutuyor onları. Bir de Rıza’nın Süheyl’ dediği sözleri de paylaşmak istiyorum.

“Baban olduğum için özür dilerim, Süheyl. Allah seni bize aniden verdi. Sen bebekken herkes seni babana benzediğini söylerdi. Ama iyi ki yavaş yavaş annen Meryem’e benziyorsun. Anne ve babalar çok iyidir, Süheyl. Vallahi öyle. Bunu gittiklerinde anlıyorsun. İnan bana. Yemin ederim öyle. Yeni annenin resim defterini yırtmayasın. Güvercinler seni soruyor. Arada uğrayabilirsin. Ağlama oğlum. Hayır, aslında erkekler ağlar.Yalnız ağlarken başını dik tutup ağla. Kendine yeni anne-baba bulmana sevindim. Ben de olsam aynısını yapardım. Allah’a emanet ol.”

Hem anne-babanın hem de çocuğun yerine koydum kendimi. Seyrederken çok etkilendim. Bazen güldüm, bazen hüzünlendim. Zor bir durum aslında. Bütün bu zorlukları yenecek tek şey sevgi. Anne ve babalar iyidir, dostlar! Onların varlıkları yeter. Sağlıcakla kalın, iyi seyirler…

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Howze Naghashi (Resim Havuzu)

İşte aşkın en zirvesinde şefkat peleriniyle esen rüzgarda o masum duruşuyla bizi bekleyen bir kadın, bir maşuk, bir anne, Meryem (Nigar Cevahiriyan) ve şehvetten uzak fakat pişmanlık ateşiyle yanan bir erkek, bir aşık, bir baba, Rıza (Şahap Hüseyni).

Konuşurlarken, hani daha ağızlarından bir kelime çıkmadan hemen önce mahcup olmaya başlayan insanlar vardır; peltek insanlar. Onlar diğer insanlardan, onlar bizlerden farklıdır. Ben böyle inanıyorum daha doğrusu. Pelteklik mahcubiyeti arttıran sebeplerden biridir benim için. İşte ben bu filmi izlerken aşkın o ateşini kuvvetlendiren, aşkın o yakıcılığını ve cazibesini yükselten bir şeye şahit oldum ama adını koyamadım. Samimiyet? Muhabbet? Fedakârlık? İyi niyet? Hoşgörü? Sadakat?…

Hayır hayır, bunların hiçbiri değil. Bu saydıklarımızın hiçbiri aşka haricen zerrece dokunabilecek şeyler değil, bunlar zaten parça parça aşkın içinde olan fakat aşkın sabitesi olmayı başaramayan şeyler. Benim bahsettiğim tamamıyla daha farklı bir kavram. Bu filmi izlerken adını koyamadığınız o şeyin cazibesi sizi alıp bir buçuk saat boyunca bir ateşin etrafında dolandırıyor, sıcaklığını, kendisine çeken cazibesini hissettiriyor fakat sizi içine atmıyor. Meryem ve Rıza’nın aşkından sonra o ateşin içinde değil dışında kalıyor olmanız canınızı daha çok yakıyor. Çünkü insan iki ateş arasındadır. Aşkın ateşi içinde yok olmuyorsanız, cehennem ateşinin içinde helak oluyorsunuz. Başka bir seçeneğiniz yok.

Meryem ve Rıza, diğer insanlardan farklı. İçinde yaşadığımız dünyanın içinde yaşadığımız çağında içinde bulundukları durum, hastalık olarak nitelendiriliyor belki fakat bu filmi izleyip de kim böyle hasta olmak istemez ki? Onları birbirleriyle tanıştıran daha doğrusu tanışmalarına vesile olan şey de zaten onları diğer insanlardan farklı kılan durumları. Film kısa bir tanışma hikâyesinin hemen ardından olayın göbeğine giriyor. Mutlu bir ailenin olmazsa olmazlarını ortaya sererek; bir anne, bir baba ve bir evladın hayatlarının bir iki haftalık kesitini sunuyor. Burada filmi anlatacak değilim, zaten film yazılarının nasıl yazıldığını bilmemekle birlikte filmi anlatan yazıları da sevmediğimi belirteyim fakat şunu söylemeden de geçersem yazdığım bu yazı çökecekmiş gibi hissediyorum. Bu filmi bir ben izleseydim ve yeryüzünde başka kimse izlemeseydi, yönetmen bu durumdan şikâyetçi olmazdı. Fakat ben izledikten sonra benden sonra da bir kişinin izlemesini istiyorum. İstiyorum denemez aslında buna, benden sonra da bir kişinin izlemesi gerekiyor. Böyle zamanlarda Nietzsche’nin şu sözü geliyor aklıma, “Büyük insanlar zorunludur.” O büyük, o benim gibi muhakkak bu filmi izlemesi gereken ama filmin varlığından bile habersiz olan o insan bu filmi kaçırmıştır, ıskalamıştır belki. Yazıyı okuyup filmi izleyen birçok kişi, söylediklerimin çoğunu hatta belki hiçbirini göremeyecek, bulamayacak filmin içinde. Canımız sağ olsun. Ama o bir kişi izlerse… O izledikten sonra zannediyorum zorunluluk yerini bulmuş olacak hem yönetmen için, hem senarist için, hem oyuncular için hem benim için. Bu yazıyı böyle, yani kelimeleri cümleleri yorarak anlatmayabilirdim belki ama dilim başkasına dönmüyor. Bunca yorgunluğa rağmen yazdım çünkü bu benim yükümlülüğümdü. Nietzsche’den bir söz söyleyip de buraya İbn-i Arabi’den bir söz bırakmamak edepsizlik olurdu. O halde şunu hatırlayalım, “Benim dayanağım yükümlülüğümdür”.

Resim Havuzu (Howze Naghashi)”

Bir filmden çok daha fazlasıydı benim için, çok film izlemiş biri değilim fakat izlediklerim içinde de en iyisiydi.

Hüsameddin Bayraklı