Kategori arşivi: Nurdan Genç

SON ADIM

SON ADIM – İran Filmi

Öncelikle kabul edelim ki zor bir film bu. Öyle akşam yatağıma uzanıp kafa dağıtıp, biraz dinleneyim diyerek izlenecek bir film değil. Baştan söyleyelim de ona göre yapın siz hazırlığınızı. İzlemesi, olayları takip etmesi, anlamlandırması, bağlantıları kurmak… sakin bir kafa gerektiriyor. Dikkatli, sindire sindire izlenecek ve üzerine düşünülecek bir İran filmi var karşımızda.

Ali Musaffa, ölüm konusunu irdelemiş bu filmde. Ölümü ve hayatı, ölümün, uğruna savaşlara tutunduğumuz hayatı nasıl içi kof ceviz kabuklarına dönüştürdüğünü anlatıyor.

Hüsrev’in ölmeye başlamasını izliyoruz filmde. Evet, bunu bir süreç olarak algılıyor yönetmen; “ölümüm sanırım burada başlıyor…” Hüsrev hayatında başarılı olmuş, iyi bir mesleği ve evliliği olan bir karakter. İşinde çok titiz, küçük detaylar onu rahatsız ediyor. Çevresindeki tüm kusurlara inat kendi kusursuz eserini yapmak istemiş ama hiçbir şey mükemmel değildir. Bunların yanında kendi deyimiyle “çocukluğundan kalma birkaç anı” ve “korkunç bir boşluktan” ibaret hayatı. Tabi bir de karısı Leyli.

Karısı ve ikisinin de çocukluk arkadaşı olan Emin arasında gidip gelen, pasif bir adam. Kendisinin karısının hayatında zannettiği kadar kıymetli olmadığını ya da sevilmediğini hissettiği zaman, bir kalpte yer edinmenin verdiği duyguyu kazanmayı çalışırken karısının kalbinde ölü bir çocuğun olduğunu ve hala onun için gözyaşı döktüğünü öğrenir. Aslında hiçbir zaman onun gibi aşık olmadığını düşünmeye başlar. Bir yandan da bu kişinin kim olduğunu öğrenmeye çalışır, bulduğu ise ancak hayal kırıklığı olacaktır.

Hüsrev için hayatında asıl kırılma noktası ise öleceğini öğrenmesidir. Bu saatten sonra ne leyli ne de onu içten içe rahatsız eden detayların bir anlamı kalmamıştır. İçinde yuvarlandığı boşluğu çocukluğuyla nihayete erdirmek ister. Kader ki buna mani olan da yine çocukluğudur.

Emin ve Leyli ikisi de Hüsrev’e söyledikleri yalanlar ile onu görmezden gelirken Hüsrev’in görünürdeki ani ölümü ikisini de vicdan azabına sürükler.

Hüsrev’in ölmesi filmin sonu değil zira Hüsrev filme sürekli dış ses, kendi ölüm hikâyesinin anlatıcısı olarak katılıyor.

Hüsrev’in ölümünden sonra, oyuncu olan Leyli’nin kocası ölmüş bir kadını oynarken istemsizce gülmeye başlaması düşündürücü bir başka yönüydü filmin. Leyli orada öylece dururken birden bire ölen kocasının ölümünden bir nebze de olsa kendini sorumlu tutuyordu. Bu yük ona ağır geliyordu belki de Hüsrev’i anlamaya başlıyordu.

Peki ya Hüsrev’in cenazesine gelen Emin’in ne yapacağına, hangi cümleyi kuracağına karar verememesi ve çektiği sıkıntı. Duygularımız bile bu kadar hesaplı mı? İçinden geldiği gibi davranmak bu kadar zor mu?

Hüsrev’in hayatında eksik olan şey anlam ve sevgiydi. Hayata dair hakiki bir derdi yoktu. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bayağı bir yol kat etmişti ama ona soluduğu nefesin ziyan olmadığını hissettirecek, ölüme mana katacak bir dertten yoksundu. Bulabilene ne mutlu.

Ali Musaffa, eşi Leyla Hatemi ile çektiği bir önceki filmi “Senin Dünyada Saat Kaç” ile beraber bu filmle de İran sinemasına yeni bir soluk getirdi. Bu film izlemiş olduğumuz pek çok İran filminden daha derin ve edebi. Filmin sonunda senaryonun James Joyce ve Tolstoy’dan esinlenerek yazıldığı belirtiliyor zaten. James Joyce ‘un “Ölüler” adlı hikayesini ve Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanını okuyanlar filmde izlerini göreceklerdir. Filmde karakterlerden birinin sesli olarak “Ölüler”i okuması da “Ben bunu nerden hatırlıyorum?” diyenler için bir hatırlatma ya da esere bir saygı duruşu olabilir.

Hayatı, ölümü ve duyguların sahteliğini düşünmek isteyenler izlemeli “Son Adım” filmini. Her şeyin mekanikleştiği şu günlerde samimiyeti sorgulamak gerek. Sevmek gerçekten karşındakini mi sevmektir yoksa onun sana verdiği duyguyu sevmek midir? Hakikaten ölümlerin arkasından bu seferde sıranın bize gelmediği için seviniyor muyuz içten içe? “Acı, Ölüm… Niçin?”

Nurdan Genç

İnsanın Mahiyeti

İnsan ne demektir? İnsan olmanın, insan kalmanın ve insanın çıkmazlarını düşündüren, içinde gizli anlamlar taşıyan bir film Satıcı / The Salesman / Forushande. İran filmlerinde alışık olduğumuz sadelik ve durağanlığın içinde Asghar Farhadi’nin imzası açıkça görülüyor: Ritim. Bir maceradan ya da hareketlilikten bahsetmiyorum demek istediğim tam da bu, koşmak değil, yürümek değil olsa olsa tempolu yürüyüş. Yönetmenin diğer filmleri “Elly Hakkında” ve “Bir Ayrılık”ı izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Nima Javidi’nin “Melbourne” adlı filmini izleyenler de benimle aynı duyguyu paylaşacaklardır. Satıcı, “Melborne” kadar kalbinizi sıkıştırmayacaktır belki ama duygu yoğunluğu ve ritim olarak eş değer olduklarını düşünüyorum.

Film, Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” adlı eserinden serbest uyarlanmış ve Cannes film festivalinde gösterilmiş.

Satıcı filminde de çokça hoşunuza gidecek şeylerden biri de filmin içinde, filmin uyarlandığı bu tiyatro oyununa da yer verilmiş olması. Filmde eserden bazı pasajlar da sunulmuş. Bu pasajları karakterlerin iç dünyalarıyla ilişkilendirilerek izlendiğinde daha da anlamlı olacaktır. Yeri gelmişken filmdeki bu tiyatro sahneleri üzerinden İran’da uygulanan sansüre de bir göz kırpıldığının altını çizelim. Haklı bir eleştiri konusu olsa da İran filmlerini bu denli başarısında pay sahibi olduğunu, belki de bu kısıtlamaların filmlere derinlik katan etmenlerden olduğunu düşünüyorum.

Edebiyat ve tiyatroyla aktif olarak ilgilenen güzel insanların, en çirkin bir olayla imtihanı üzerine kurulmuş bir film bu. Merhamet, adalet, dürüstlük, vicdan gibi duygular arasında gidip gelirken aynı zamanda da “kadının başına ne geldi, kim yaptı ya da yaptırdı, adam o eşyaları neden evde bıraktı, asıl suçlu kim?” gibi soruların da cevabını aramaya başlıyorsunuz filmde. Toplanılan ufak ipuçlarının peşinde suçluya adım adım yaklaşırken, her an bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.

Film izlerken aynı zamanda merhamet, intikam, pişmanlık gibi duyguların kadın ve erkek açısından ne kadar farklı hissedildiğini fark ediyorsunuz. Ben filmin sonunda kadının intikam ya da en azından adalet duygusuyla bir tatmin yaşayacağını, maruz kaldığı olayın, dünyasındaki onulmaz değişimin, içine düştüğü psikolojik ve sosyal çıkmazların hesabını sormasını beklerken, erkekteki o intikam duygusuna rağmen olayın birebir mağduru olan kadının hüzünlü ve vakur haliyle merhamet duygusunun ağır basması gibi.

İster istemez bir kıyaslamaya gidiyorsunuz izlerken, ben olsam hangi duyguyla hareket ederdim? “Kıyasta hayat vardır.” ayetiyle bağışlamanın faziletine dair ayetler peş peşe geliyor zihnime. Affetmenin neden daha üstün olduğunu sezer gibi oluyorum. Sonra Necip Fazıl’ın “merhamet” deyişi geliyor kulağıma, Reis Bey’de.

Yine erkeğin yaşanılanlara rağmen çabuk toparlanması, hayata devam etmeye çalışması ama aynı zamanda karısını koruyucu tavrı, onun altında dik durmaya çalıştığı yükün ağırlığını anlatırken, kadının ise yaraların ağır ağır sarması, kadın ve erkeğin fıtrat açısından, insan olma açısından farklılıklarını gösteriyor.

Filmde suçlunun beklenenin aksine hasta yaşlı bir adam olması da olaylara bakış açınız değiştiriyor hatta bir ufak afallatıyor sizi, merhamet ve adalet duygusu arasında gidip geliyorsunuz. Bu iki uç durum da filmdeki iki ana karakter üzerinde çok başarılı anlatılmış.

Benim için Satıcı filmi, bir kadının başına gelenlerin değil, bir çiftin maruz kaldıkları olay karşısındaki tavırlarının değil, naif bir adamın gidiş gelişlerinin filmi. Kadın, taciz, tecavüz, adalet gibi konuların sosyal konularının yanında karakterlerin bireysel hikayelerinin çok iyi işlendiği bir film.

Son olarak filmi yönetmenin diğer filmleri ile beraber izlemenizi bir de üstüne Fazıl Say’ın Muhyiddin Abdal’ın “İnsan İnsan” şiirini besteleyip, Can Güvenç ve Cem Adrian’ın seslendirdiği şarkıyı dinlemenizi tavsiye ediyorum zira efkarlı gecenin üzerine sigara ve çayın yoldaşlığı gibi bir tat bırakıyor.