Kategori arşivi: Özkan Köprülü

Yasin Filmi; Özüne Dönme Çabası…

Yasin Filmi; Bir Öze Dönüş Çabası

Zaman zaman insanlar yollarını kaybedebilirler. Bu kaybediş bazen ruhani bazense ahlakidir. Yolumuzu tekrar bulabilmek için bazı zamanlar başımızdan olayların geçmesi gerekir. Eğer bu olayları doğru yorumlayıp anlamlandırabiliyorsak şanslıyız demektir. Ancak anlamlandırma konusunda sorunumuz varsa ve başımızdan geçen olayın ya da olayların arkasındakini göremiyorsak kaybettiğimiz yoldan çıkabilmemiz ya bir yol göstermeyle olur ya da anlayana kadar devam ederek olur.

Filmimizde Mahmut’un (Baba diye bahsedeceğim) başına gelenler de tam da böyledir. Baba, gençliğinde dinine bağlı, çalışkan ve tuttuğunu koparan birisiyken zamanla dini yönden zayıflamaya başlamış. Buna sebep olarak dünyevi işlerin peşinde koşmayı tercih etmesi olmuştur. Hatta dünyevi olaylara öyle odaklanmış ki çocuğunun (Yasin) Kur’an-ı Kerim okuyuşunu kullanmaya bile başlamıştır. Bu durumdan rahatsız olan Yasin, durumu babasına bildirememenin verdiği acı içerisinde kıvranmaktadır.

Baba, yolunu kaybetmiş bir yolcudur ve doğru yolu ona gösterecek olan da oğlu Yasin’dir. Oğlunun son olaydan sonra evden dedesinin yanına gitmesi (Ya da kaçması) ve babasının hiç bilmediği yollardan onu aramaya gitmesi, bu arayışın babanın içsel yolculuğuna davetiye olduğunu filmin başında hiç anlayamıyoruz. Her engel babanın neden bu yolda ve bu durumda olduğunun bize bir işaretidir. Yolunu kaybettiysen tekrar yoluna dönmek için zorlu süreçlerden geçmen gerekir.

Oğlunu ararken ilk engel olarak bir kadın karşısına çıkıyor. Arabasına aldığı bu kadın baba için sınavların başlangıcıdır aslında. Kadın, babanın açgözlü/yoldan çıkmış halinin bir tasviridir. Kadının kafasındaki peruğu çıkartması ve kendi kişiliğine dönmesi babayı afallatıyor. Peruğu çıkartan kadının kendi öz kişiliği, İran’ın toplumsal normlarına aykırı düşecek hareketleri yapınca baba buna alışkın olmamasına verdiği tepki şaşkınlık oluyor.

Babanın aradığı yer olan “Nezarabad” şehrini ise bir türlü bulamaması ve oraya giden tek kolay ve güzel yolun kapalı olması babayı zorlu bir sürecin beklediğinin işaretidir. Artık o, kendi yolunu arama çabasının içerisine girmiştir. Babanın gözünü hırs, kibir öylesine kaplamıştır ki artık göremez olmuştur. Ancak gözlerinin tekrar açılacağı yola çoktan girmiştir. Yolda öyle bir noktaya gelecek ki vücudunun ağırlığı aslında yüreğinin ağırlığı olarak karşımıza çıkacak.

Yasin’in yanına gittiği dedesi her şeyi ona öğreten ve bilgece örneklerle hayata dair önemli bilgileri paylaşan birisidir. “Yaşayarak öğrenme” dedi yaşlı bilge olan dedesi… Babasının da öğrenmek için yaşamaya ihtiyacı olduğunu söyler küçük Yasin’e. Küçük çocuğun neden babasına başkaldırıp dedesinin yanına gittiğini anlaması için bu tecrübeleri yaşamaya ihtiyacı vardır. Bu yol oldukça dikenli ve zorlu bir yoldu. Ama geçmiş tecrübeleri ile babanın bu yolu aşabileceğine hiç şüphe yoktu. “Babanın gittiği yollar çukurlarla dolu, babanın yolunu değiştirmesine ihtiyacı var” yaşlı bilge böyle söyleyerek bize babanın hırslarından ve kibirinden arınması gerektiğini onların hayatın çukuru olduğunu dile getiriyor.

Baba, dağları aştıkça kendisiyle hesaplaşıyor, her bir bilgeden bir şeyler öğreniyordu. İşte bu bilgelerden birisi Molla Ağababa idi. Molla Ağababa, babayı mezarlıkta görmüş ve ölünün gömülmesine yardım etmesini istemişti. Ancak daha sonra onunla tekrar görüşmek istememişti. Daha sonra yola koyulan baba, bir çukura düştüğünde film bize tasvir yapmayı bırakıp gerçeği bir tokat gibi suratımıza çarpıyor.

İran sinemasının her zaman kendisine has bir üslubu var. Yasin filmi, aslında çocuk için trajik olsa dahi işin o yönünü maneviyatı gösterme anlamında güzel geliştirmişler. Bir babanın kaçan çocuğunun peşinden giderken hiç beklemediği bir takım olaylarla karşılaşması ve aslında gerçek benliğinin bu olmadığının farkına varması, kendi özüne dönüş sürecinin başlangıcı olması.

Özkan Köprülü, Yeni Kaynak

Hayal ile Gerçek Arasında Bir Kovalamaca; Nigar

Haya ile gerçeğin dünyasında bulundunuz mu? Kendi zihninizde kaybolduğunuzu hissettiniz mi? Kendi zihnimizin bile ihanet ettiği bir dünyada kime güvenebiliriz ki? Bazen hayal ile gerçeği ayırt edemeyecek noktalara gelebiliriz. Bu duruma gelmemizde yaşadıklarımız ve çevremiz etkili olabilir. Psikolojide buna şizofreni deniliyor. Şizofreniz, kişinin neyin gerçek neyin hayali olduğunu anlayamadığı bir zihinsel hastalık, bir psikozdur. Zaman zaman psikotik rahatsızlığı olanlar gerçekle ilişkilerini kaybederler. İran sinemasının son yıllarda aksiyon/gerilim dalında verdiği en önemli eserlerden birisi olan Nigar filminin başkarakteri -aynı zamanda filmin adı- tam da böyle bir durumdadır.

Hakikat nedir? Gerçek Nedir? Gerçek ile hakikat kavramları birbirinden farklıdır. Gerçek nesnel gerçekliği, hakikat ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki öznel yansısını dile getirir. Hakikat kavramını en iyi şekilde açıklayan diyalektik materyalist felsefedir. “Bahçemizde bir ağaç görürüz, bu nesnel gerçekliktir; bu ağaç bilincimizde yansır, bahçemizdeki ağaca uygun olarak doğru yansıdığı ölçüde hakikattir.”[1] Sigmund Freud, “Bir insanın yapabileceği en iyi şey kendine karşı tümüyle dürüst olmaya çalışmasıdır.”[2] der.

Nigar, bir gerçeği mi arıyor yoksa doğruları mı istiyor? İşte tam burada bir ikilem yaşıyoruz. Nigar, ne istiyor? Birçok sahneden sonra istediği şeyin kendi doğruları ışığında gerçekleri istediği oluyor. Aslında Nigar, kendisinin yönettiği ve psikolojik açıdan sığındığı bir liman olan kendi gerçekliklerinde babası ile her şeyden önce de kendisiyle hesaplaşıyor. Filmin başlarında uykuya daldığında babasıyla yaptığı konuşmada birbirlerini tekrar etmeleri ve gerçeklik algısının daha o noktada yıkılması bize çok şey anlatıyor.

Filmin birçok yerinde Nigar, kendi benliğinden ayrılarak olayları aydınlatacak kişilerin benliklerine bürünüyor. Örneğin annesinin yanına uzandığında kendisini babasının bedeninde hissediyor ve onun okuduğu kitabı okuyor.

Gerçeği Ararken Gerçeklikten Kopmak

Nigar’ın başına gelen tam olarak bu aslında. Gerçeklik algısı öyle bir yıkılıyor ki seyirci de bir süre sonra neyin gerçek neyin doğru olduğunu bir türlü kavrayamaz hale geliyor. Aslında bu seyirci açısından filmin içerisinde kalması adına iyi bir durum. Filmde kalıpları yıkan bir diğer unsur ise erkek başrol karakteri olan Peyman’ın mafya ile mücadelesinin altında yatan temel sebeplerin çıkar ilişkisinden çok başka olması.

Filmde kullanılan psikolojik öğelerin sadece şizofreni ile sınırlı kaldığını düşünürsek yanılmış oluruz. Nigar aynı zamanda bir uyurgezerdir. Yine filmin başına dönecek olursak uyuduğu ve babasıyla birbirlerini tekrar ettikleri sahnede babasının elinde gördüğü şeyi uyandığında kendi elinde bulur. Bu da onun uyurgezer olduğunu ve bilinçaltına yer eden bazı olayların açığa çıktığının göstergesi olarak karşımızda duruyor. Uyurgezerler düşük bilinç halinde olmalarına rağmen, yavaş dalga uykusu aşamasından kaynaklanan ve genellikle tam bir bilinç durumunda gerçekleştirdikleri faaliyetleri gerçekleştirirler.[3] Bütün bir film Nigar’ın psikolojisi ve savaşı üzerine kuruludur. Aslında farkında olmasa da aynı zamanda kendisi ile de savaşmaktadır.

Yönetmen Rambud Cevan, bizlere insan psikolojisinden yansımalar sunmaktadır. Neyin gerçek ne olmadığına bizlerin karar vermesi gerekiyor bir bakıma… Gerçekten yaşadığımız hayattı ne kadar tecrübe edebiliyoruz? Başta sormuştuk, kendi zihnimiz bile bize ihanet ederken kime, nasıl güvenebiliriz? Neden güvenmeliyiz? Yönetmen bizlere hayatın yanılsamalarını ve kendi düşüncelerimize göre yaşayabildiğimizi, kendi zihnimizde kaybolabildiğimizi, karanlık köşelerden kişiliğimizin bilmediğimiz yönlerini çıkarttığımızı gösteriyor. Gerçekten biz kimiz? Bizler ne düşünürsek onu görürüz.

Kaynakça
[1] Felsefe Terimleri Sözlüğü
[2] Sigmund Freud: Bir Yanılsamanın Geleceği”, İdea Yayınları, 2000, İstanbul, s. 23.
[3] Uyurgezerlik, WikiZero

Özkan Köprülü

İran Yetimhanesi Filmi

Yetimhane Tasviri Üzerinden Savaş Yıllarındaki İran Fotoğrafı; İran Yetimhanesi Filmi

İran birinci dünya savaşı sırasında Türk-Rus savaşı nedeniyle topraklarına ister istemez savaş gelmiş ve cihan harbinde yer almıştır. İlk önce Ruslar tarafından işgal edilen İran, Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmesi sonrasında Rusların geri çekilmesiyle oluşan boşluğu İngilizler doldurmuş ve Bakü petrollerine giden yolda İran’ı kullanmıştır. İran Yetimhanesi filmi işte bu dönemi anlatmaktadır.

Ülkemizde de verilen kurtuluş mücadelesi sırasında görülen mandacılık ve himayenin bir benzerini İran’da görüyoruz. Emperyalist güçlerin Şah ve halkın üzerinde büyük baskıya sebep olması halkın irili ufaklı direniş hareketleriyle karşılık vermesine sebep olmuştur. Bu tepki aynı bizdeki Kuvay-ı Milliye hareketinin benzeridir.

Filmde bulunan yetimhane aslında savaş yıllarındaki İran’ın bir fotoğrafıdır sadece ve bazen bir fotoğraf çok şeyler anlatır. İngiliz subayının söylediği sözler dönemin fotoğrafını güzel bir şekilde çekiyor; “Sizler liyakatsizsiniz. Halkının arkasında duran güçlü yönetimlere herkes saygı duyar. Sizin son yüzyılda büyük liderleriniz inzivada öldü.” Bu sözler ile aslında sadece İran’ın değil bütün bir coğrafyanın özetini çıkartıyor. Tarih okumak ve bunu değerlendirebilecek kapasiteye sahip olmanın önemini vurguluyor. Ayrıca filmde bir gazetecinin tarih konusunda bilgisiz olması dikkat çeken bir başka husustur. Gazeteciliğin körü körüne bir kaynaktan aktarmanın ötesinde bir görevi vardır. Olayları tahlil edememesi sonucunda gerçekler bir İngiliz subayı tarafından tokat gibi çarpıldığında yapabileceği tek şey şaşırıp kalmasıdır.

İnsanların aç ve hasta düşmesi planının arkasında her zamanki gibi İngilizlerin olduğunu görüyoruz. Filmde görülen bir karakter olan Lord Rothschild’ın görülmesi de tarihsel bir gönderme olarak görebiliriz. Emperyalizm ile isimleri yan yana gelen bu ailenin bölgenin zenginliklerinde kesinlikle gözlerinin olduğu aşikardır. Böl, parçala ve yönet taktiğini geliştiren Rothschild, bunu uygulamak için bizzat İran’a gelmiş ve hiç acımadan uygulamıştır. Bunu tarihsel olarak Naziler de ikinci dünya savaşında Sovyet Rusya üzerinde uygulamıştır. Savaşarak alamadıkları Stalingrad’ı aç bırakarak almaya çalışan Almanlar sonunda büyük bir bozguna uğrayarak geri çekilmişler ve orada milyonlarca insanı aç bırakarak ölüme terk etmişlerdir.

Bilgisizliğin ve cehaletin en boyutlarda olduğunu da görüyoruz bu filmde. İnsanların veba ve tifo gibi hastalıkların olmasına rağmen önlem almaması hastalıkların hızla yayılmasına sebebiyet veriyor. İngilizlerin de yardımıyla İran resmen ortaçağ Avrupası’nı yaşıyor. İngilizler, İran’da yaşattıkları bu kıtlık ve veba sonrasında 18 milyonluk nüfusunun yarısı olan 9 milyon insanı ölümün kollarına göndermiştir.

Bu kadar insanını kaybeden İran, içerisinden Mirza Küçük Han gibi kahramanları ve onları takip edenleri çıkartmıştır. Halk direniş hareketi sayesinde büyük gayretler sonucunda İngilizlerin elinden ilaçlar alınmış ve halka dağıtılmıştır.

Filmin bir bölümünde köye baskın düzenleyen İngilizler bir köylü kadın ile karşılaşır ve kadın onlara şunu söyler;  “Eğer liderimiz olsaydı sınırdan adım attığınız anda bu millet sizi rezil ederdi”. Bu sözler filmin ana düşüncesiyle aynıdır. Yönetmen Ebulkasım Talibi, filmin ana düşüncesini bu konu etrafında şekillendirmiş ve dönemin yöneticilerini korkaklıkla suçlamıştır.

Dönem filmlerini çekmek çok zordur. Tarihsel gerçeklikleri göz ardı etmeden olanı olduğu gibi vermek basit görünse de bir o kadar zordur aslında. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözü aslında hem o İngiliz subayının, gazeteciye tarihi okuyup öğrenme hususundaki düşüncelerini hem de filmi çeken yönetmenin göz önünde bulundurmaları gereken bazı noktalar olduğuna işaret etmektedir.  İşte bu sebeple dönem filmleri çekilirken dikkat edilmesi gereken bir tarih vardır. Bu noktalara gayet güzel bir şekilde dikkat edildiğini de görebiliyoruz. Son derece etkileyici ve aynı dönemlerde kendi ülkemizi kurtarma mücadelesine girmemizden dolayı uzak duyguları yaşatmayan bir film. İzlerken kendi ülkemizin kurtuluş mücadelesindeki o bireysel ve toplumsal çabaları bu filmde de hissettim.

Özkan Köprülü

Deli Yüz Filmi; İran Sinemasında Farklı Açılar

Hayatta kime güvenebiliriz? Ya da en güvenebileceğimiz insanlar tanıdıklarımız mı yoksa hiç tanımadıklarımız mı? Güven, bu hayatta aradığımız ancak bir türlü ulaşamadığımız özellikle günümüz dünyasında kapitalizmin ve teknolojinin aramıza mesafeler koymasıyla bizim daha çok boşluğa düşüren duygumuzdur. Rokhe Divaneh yani Deli Yüz filmi de günümüz dünyasında belki de hiç kimseye güvenemeyeceğimiz gerçeğini yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Oyun içerisinde oyun…

Sosyal medyanın hayatımıza girmesi bizlere ikinci bir hayatın kapılarını açtı. Aynı anda iki hayat yaşadığımızda yalanlar da peşinde geliyor. İran sinemasından hayatın farklı bir açısını yakalamış nadir örneklerden Deli Yüz, klasik İran sinemasında bulunan dram öğelerinden çok aksiyon ile harmanlanmış belki de İran’ın artık farklı bir yüzünün gösterilmesi gerektiğine kanaat getirmiş bir film olarak karşımızda dimdik duruyor. Son dönem İran sinemasında en yaratıcı senaryo olarak göze çarpan bir yapısı olan Deli Yüz, seyirciyi klasik tabirle koltuklarına çiviliyor.

İran sineması denilince aklımıza ilk gelen sahne, Tahran’ın arka sokaklarında fakirlik içerisinde geçen bir hayatı ya da aile içerisinde var olan karmaşaları olduğu gibi kamerasından geçiren yönetmenlerin bizlere sunduğu; “İşte gerçek İran budur” temsili oluyor. Her ne kadar bizim komşumuz olsa da sinemada ülkemiz seyircisi İran sinemasını Amerikan sineması kadar yakın bulmamaktadır.

Ancak Deli Yüz (Rokhe Divaneh) filmi kesinlikle bu tarz bir film değil. Unutun o aklınızdaki İran filmlerini ve bu filme odaklanın. Sadece Hollywood sinemasında görebileceğimizi düşündüğümüz bir kurguya sahip olan Deli Yüz filmi birçok izleyiciye sıkıcı gelen İran filmlerinin aksine izleyiciye her sahnesinde acaba ne olacak? diye sorduruyor. Bu film ile birlikte İran’ı toplumsal olarak inceleyen ve uluslararası birçok başarıya imza atmış filmlerin aksine farklı bir yüzü olan, kapalı kapılar ardında neler olabileceğini gösteren bir yapım olmuş.

Film, sosyal medya üzerinden kurulan bir grubun toplantısında tanışan 6 gencin bir ilk önce uyuşturucu alışverişi ile başlayan serüvenleri Mesut ve Mandana arasında bir iddia yüzünden farklı hal almaya başlar. Yönetmen Ebulhasan Davudi 6 karakteri 6 farklı bakış açısıyla işleyerek seyirciyi filmin içerisinde her daim tutmuş ve bundan sonra ne olacak? Sorusunu hep canlı tutmuş.

Birbirine zıt karakterlerden oluşan bu 6 kişi bana nedense karakter bakımından 1985 yapımı The Breakfast Club filmini hatırlattı. O filmde de zıt karakterler filmin sonlarına doğru birbirlerine ilgi duymaya başlıyordu. Bu filmde ise Mandana ile Piruz ne kadar zıt karakterli görünseler de aslında bir o kadar da yakın oldukları filmin ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkıyor.

Film, ilk başta varsayılan İran imajını akıldan siliyor ve İran’da yasak olan ne varsa aslında orada hep varmış düşüncesini akıllara getiriyor. İlk gittikleri kafede uzun saçlı erkeklerin olması ya da rock müzik çalması, uyuşturucunun ne kadar baskılansa da önlenememesi vs. bunlar gözümüze çarpan detaylar. Klasik İran filmlerinde bulamayacağınız bir detay ve esas merak ettiğimizi İran zaten bu.

Ana konu Mesut’un eve girmesi ve daha sonra telaş içerisinde çıkması üzerinden kurgulanıyor fakat film parçalara ayrılıyor ve her parça hikâyenin farklı bir versiyonu şeklinde karşımıza çıkıyor. Her hikayede bir alt hikaye mevcut. Mesut’un aç gözlülüğü, Mandana’nın yaşadıkları, Piruz’un dik duruşu…

Yönetmen, yeni kuşağın sorunları ve bu sorunların sosyal medya ile daha da büyüdüğüne işaret ederek bizi uyarıyor. En başta belirttiğimiz güven kavramının hayatımızda ne kadar önemli olduğu vurgusunu yapıyor. Sosyal medya her gün hayatlarımıza farklı insanları dahil ediyoruz ve bu bizim için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyor. Günümüz dünyasında her beş kişiden birinin sosyal medyada zorbalığa maruz kaldığını düşünürsek yönetmen eleştirmekte çok haksız sayılmaz. Çok fazla tanımadığımız insanları hayatlarımıza alarak aslında mikroplara açık bir vücut gibi tehlikelere ve tehditlere açık hale geliyoruz.

Sonuç olarak İran sinemasında daha önce karşılaşmadığımız bir yapım ile baş başayız. Ancak her İranlı yönetmen gibi Ebulhasan Davudi de günümüz dünyasından eleştirecek bir konuyu bizlere göstermekten geri kalmıyor. Maddi durumumuzun ne olduğuna bakmaksızın hayatın farklı yönleriyle acı çektirme yöntemi olduğunu söylüyor.

Özkan Köprülü

En İyi Yolculuk Kendi İçine Yapılan Yolculuktur

En İyi Yolculuk Kendi İçine Yapılan Yolculuktur; Kız Filmi

Kendimizi ve başkalarını affedemediğimiz anlar olur. Hayata bakışımız değişir, eski düzenimiz kaybolup yeni bir düzen gelir hayatımıza. Bazılarımız bunu hayatın öğrettiği bir ders olarak görür ve olgunluğun geldiğini düşünür. Bazılarımız ise kendilerini bir daha hiç affedemedikleri bir olaylar silsilesi…

İran sineması, kendi özünü işlemeyi çok iyi başarıyor. Toplumsal yapının İran Sinemasındaki yeri aşikâr. Bu sebeple ilk önce genel geçer toplumsal yapı hakkında bilgi sahibi de olmak gerekir aslında.

En büyük yolculuk insanın kendi özüne yaptığıdır. Yolda kendisiyle ve geçmişte yaptıklarıyla hesaplaşır. Belki de en büyük olgunluk o hesaplaşmadan sonra gelendir. Kız, gerçek anlamda bir yolculuk filmi olarak karşımıza çıkıyor. Azizi Bey, filmde her ne kadar sert bir babayı oynasa da aslında kendi özünde öyle biri değildir. Yaşadıkları onu tamamen sertleştirmiş ve o da ne kendisini ne de kız kardeşini bir türlü affedememiştir. Ama en çok da kendisini affedememiştir. Bunu filmin içerisinde net bir şekilde görebiliyoruz.

Kız filmi, bize aslında İran’ın toplumsal yapısına da bakmamıza müsaade ediyor. Kadınların da İran’da zor bir yaşamı olduğunu ve tek başlarına bir şeyler yapamadıklarını gösteriyor. Bu ortam gözle görülür biçimde karşımızda duruyor.

Filmin açılış sekansında kızların bir masa etrafında toplandıkları kafede konuştukları konular, İran’dan göç, evlenme vb. Bir ara kızlardan birisi şu tespiti yapıyor; “Babalarımız bizi direkt evlendirip koca evine göndermenin peşinde ve bizden bu yolla kurtulmaya çalışıyorlar” Bunun sebebi ne olabilir? Kadınlar neden böyle düşünüyor? Filmi izlerken aldığım notların içerisinde buna bir soru işareti koymak zorunda kaldım. Ancak aklıma bizim ülkemizde özellikle doğu bölgelerinde var olan kültür geldi aklıma.

Baba karakteri olan Azizi Bey, karakter yapısı olarak içine kapanık bir durum sergiliyor. Sanki kendisini tüm dünyaya kapatmış ve belli başlı doğruları olan bir adam profili çiziyor. Eskide yaşayan, eskiyi özleyen bir adam. Esas kırılma noktasının kız kardeşinin kendisinin istemediği bir adamla evlenmesi olarak göze çarpıyor. Bu sonuca Setare’nin arkadaşına söylediği şu sözden anlayabiliyoruz; “Babam, biz liseye gidene kadar çok iyi davranırdı. Daha sonra birden bire katılaştı” Bu noktadan sonra baba Azizi Bey, bir anda hayata küsüyor ve hem kendisine hem de çevresine daha katı bir şekilde davranmaya başlıyor. Öyle ki fabrikadaki işçiler bile ondan çok çekiniyor. Sadece bakması bile yeterli hale geliyor.

Baba karakteri her ne kadar katı olsa da içerisinde o iyi yüreğini her zaman saklıyor. Sadece etrafına göstermek istemiyor. Kızın babasından kaçıp halasına gitmesi de Azizi Bey için başka bir sayfanın açılmasına sebep oluyor. Bu sayede hem kız kardeşi ile arasını bir nebze olsun düzeltiyor hem de kızının yaptığı bu basit yanlışı hoş görme şansı oluyor.

İran sineması her zaman toplumsal hayat dersleri veren eserler meydana getiriyor. Oyunculardan hem Ferhat Aslani hem de Mahur Elvend mükemmel oyunculuklar çıkartmışlar. Yönetmen Rıza Mir Kerimi, bir babanın kendi içerisindeki yolculuğunu fazla duygusallığa kaçmadan gerçekçi bir şekilde anlatmış.

Özkan Köprülü