Bulutlarda Bir Ev

Bulutlarda Bir Ev 2014’te yayınlanmış, 80lerde İran-Irak Savaşının olduğu zamanlarda geçen bir İran filmidir. Filmde iki yakın arkadaş Mesut ve Emir’in başından geçenlerin hikayesi anlatılmaktadır. Bu iki arkadaş kapı kapı dolaşıp, ev sahibinin oğlunun arkadaşları olduklarını ve ona bir emanet göndereceklerini söylerler. Emanet de bir miktar paradır. Parayı ilk aldıkları evden mahalledeki diğer cepheye gitmişleri öğrenirler; fakat ev sahibi bir şeyler getirmek için eve girdiğinde kapıda cepheden gelen oğulları vardır. Mesut ve Emir’i içeri buyur ederler. O sırada iki arkadaş kaçarlar ve öğrendikleri diğer evlere de giderler. Bir sonraki kapıyı bebekli bir kadın açar ve paraları kalmadığını söyler. Evdeki diğer iki çocuk da kumbaralarını kırarak onlara parayı verirler. Yollarına devam eden ikili onları gören çocuğun onları yakalamasından korkarlar. Tabi ki yine de kapıları çalıp para istemeye devam ederler. Yolda az önce evde gördükleri çocukların elinde kumbara görüp, dolu olup olmadığını sorarlar. Küçük olan ağzından kaçırıp az önce onlara verdiğini söyler. İki arkadaş duruma üzülürler ve o evden aldıkları parayı geri götürürler. Son çaldıkları kapıyı 5-6 yaşlarındaki Meryem Sadat açar ve babaannesini çağırır. Filmin devamı evde para olmadığı için dünüründen para istemeye çarşıdaki dükkâna giden babaannenin dönüşünü beklemekle ve o sırada iki arkadaş ve Meryem’in diyaloglarıyla geçer. Bulutlarda Bir Ev filmi, babaannenin geri gelip iki arkadaşı yolcu etmesiyle son bulur.

Bulutlarda Bir Ev filmi, filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar kullanılan çekim tekniği ile izleyici filmin içine alıyor. Mesut ve Emir’in psikolojik durumları ve bunu ifadeleri çok başarılı bir şekilde hissettiriliyor. Filmde kullanılan müzikler de sahnelerle çok uyumlu. Yaşanan dramı ve vicdan azaplarını hissederek izliyorsunuz. Meryem Sadat’lı olan sahnelerde ise genelde bir gülümseme oluyor izleyicinin yüzünde. Küçük masum bir çocuğun saf halini gören iki arkadaş ona kıyamıyorlar ve kaçıp gidemiyorlar. Birçok tartışma ve olay geçse de babaanneyi bekliyorlar. Kapı her çaldığında korkan arkadaşlar, bir şekilde her şeyi atlatıyor ve babaanne gelip onları uğurluyor. Filmin sonunda görüyoruz ki, iki arkadaş yollarına devam ediyorlar fakat durumlarından ve insanları kandırmaktan mutlu değiller. Babaannenin oğlunun öldüğünü biliyor olması, filmin sonunda izleyiciye büyük bir ders niteliğinde oluyor. Filmin ilk sahnesinde kirli bir havuzdan toplanan balıklar, filmin sonunda temizlenmiş havuzun içinde yüzmeye devam ediyorlar. Bulutlarda Bir Ev güzel bir çekim ve müzikle son buluyor.

Deli Yüz [2014] film eleştirisi

Deli Yüz 2014 yılında vizyona girmiş bir İran filmidir. Film 7 oyundan oluşmaktadır ve her oyunun adı filmdeki karakterlerin isimlerinden oluşur. Film düşen bir adamın satrançta kalenin son hamlelerini anlatmasıyla başlar. Sonrasında hikâye başlar. Piruz adında bir genç sosyal medya ile çok ilgilidir ve bir sürü gruba üyedir. Mesut adlı biri onu da kendinin bulunduğu Annesizler-Babasızlar grubuna almak ister. Buluşup grubun gittiği kafeye giderler orada birkaç kişi ile tanışırlar. Aralarında bağımlı olan Mandana için madde bulmaya koyulurlar. Sonrasında Mesut’un Mandana’nın telefonunu almak için onunla iddiaya girmesi ile hikaye tam olarak başlar. Mandana bir ev gösterir ve oraya girip istediği şeyleri alabileceğini şu an evde kimsenin yaşamadığını söyler. Eğer Mesut bunu yaparsa ona telefonunu verecektir. Mesut eve girer. Evde kimse yoktur. Araba bekleyen diğerleri ise korkuyla Mesut’u beklerler. Sonrasında eve birinin girdiğini görüp Mesut’u ararlar; fakat Mesut oralı olmaz. Adama yakalanır ve kavga ederken telefonu düşürüp kaçar. Sonrasında herkes korkar ve ne yapacaklarını bilemezler. Filmin devamında bu olayın çözümü ve kişilerin olaydaki yerleri bölüm bölüm anlatılmaktadır.

Deli Yüz filmi korku ve dramın bir arada olduğu bir filmdi. Sahnelerin çoğu karanlık veya loş ortamlarda geçiyor. Her bölüm farklı karaktere odaklanması yaşanan olayların farklı açılardan nasıl yaşandığını bize çok güzel anlatmış oluyor. Yani olayı ve kişilerin durumlarını tek bir gözden değil hepsinin gözünden izlemek filmi ayrıcalıklı kılıyor. Filmin kurgusu ilk bakışta pek anlaşılmasa da bölümler ilerledikçe taşlar yerine oturuyor. Hep bir sonraki sahneyi merakla bekler şekilde izliyorsunuz ve bu da filmi rahatça izlemenizi sağlıyor. Filmde karakterlerin ayrı ayrı yaşamlarına değinilmesi de hikâyenin bütününü görmemize yardımcı oluyor. Aslında bir oyun ve eğlence olarak başlayan olaylar sonrasında karakterleri korkutan ve köşeye sıkıştıran bir hal alıyor. Senaryosu çok güzel olan Deli Yüz filmi gösterilen ilk sahne ile de son buluyor. Sonuç olarak film aslında bize, olaylar o an ne kadar önemli olursa olsun sonrasında sadece sosyal medyada paylaşılarak zamanla unutulduğunu gösteren etkileyici bir filmdi.

Kızlar Bağırmaz!

Ülkemizin ve tüm dünyanın en büyük facialarından birisi olarak nitelendirebileceğimiz çocuk tacizi, bu filmde çok kaliteli bir biçimde bizlere sunuluyor. İran filmleri arasında beni en çok filmlerden birisi diyebileceğim Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz 2013 yapımı. Her ne kadar yayınladığı zamanlarda ses getirmese de, son zamanlarda gerektiği ilgiyi görmeye devam ediyor. Acıyı, çaresizliği ve korkuyu bize hissettiren bu film, çocuk tacizi meselesine etkileyici bir biçimde değiniyor. Düğün hazırlığı yapan iki gencin mutlu hayatını göstererek başlayan bu film, gelinin damadın yanına kanlar içerisinde gelmesi ile devam eder. Bu kanlı tabloyu bize korku unsurları ile veren filmde gerilim ve dram da ön plandadır.

Baş karakterimiz yani gelin olan Şirin’in damadın yanına geldiği zaman üzerine bulaşan kan, öldürdüğü kapıcının kanıdır. Ağır bir aletle tanımadığını söylediği kapıcıyı öldürmüştür. Olaylar bundan sonra büyük bir muammaya döner. Bu durum karşısında Şirin’in ailesi ve damat büyük şok geçirir. Onlar da ne olduğunu anlayamaz ve Şirin de bu konu hakkında bir daha hiç konuşmaz.

İşte bu noktada film, toplumun en büyük kanayan yarasına parmak basmış olur. Çocuk tacizi dünyada oldukça fazladır ve çoğu insan yaşadıkları konusunda asla konuşmayarak ölene kadar bu sırrı ve yaşadıkları travma ve acıyı kendileriyle beraber saklar. Hatta mezara kadar götürür. Çünkü çocuk tacizi, tacize uğrayan kişi için bir utançtır. Çünkü bu duygu toplumda kalıplaşmış ve yıkılması mümkün olmayan bir meseledir. Kısacası çocuk istismarı konusundaki üç maymunu anlatır bize bu film…

FİLMİN TEMPOSU

Film oldukça tempolu geçmektedir. Sırlar, muamma, acı bütün duyguları iliklerimize kadar hissettirir. İran filmleri arasında en etkileyicilerden birisi olan Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz, toplumun ve ailenin sorumlulukları ve suçlarını da yüzümüze vurur. Göz yaşlarınızı tutamayacağınızı garanti edebileceğim bu filmi izledikten sonra bir süre kendinize gelemeyecek ve hayattaki tüm olumsuzlukları sorgulayacaksınız. 1 saat 45 dakika süren film, cinsel istismar konusunda yapılan en etkileyici filmlerden birisidir. Hatta mihenk taşı olarak adlandırmamız bile mümkün.

Oyuncular da büründükleri karakteri o kadar iyi yansıtıyorlar ki sanki gördüklerimiz gerçekmiş gibi düşünüyoruz. Aslında tabi ki gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılan bu film, empati kurmanızı sağlayacak. İranlı yönetmen Puran Derexşande’yi bu filmden sonra takdir edeceksiniz…

Cennetin Çocukları: Etkileyici bir dram…

Benim için İran filmleri dendiği zaman akan sular durur. Bu farklı kültürde yer alan filmler de hepimizi şaşırtacak derecede kaliteli ve değişik konuları işler. Özellikle bir film var ki benim için oldukça önemlidir ve uyandırdığı hisleri size anlatmak isterim.

FİLMİN KONUSU

1997 yapımı Cennetin Çocukları, birbirini çok seven ve hayattaki her şeyi birbiriyle paylaşan iki kardeşi anlatmaktadır. Ali ve Zehra, fakir bir ailenin çocuklarıdır ve bütün eşyalarını (ayakkabıları da dahil) beraber kullanmaktadır. Bunun sebebi de Ali’nin Zehra’nın ayakkabısını kaybetmesi ve zaten geçim sıkıntısı çekmekte olan babalarından korktukları için durumu açıklayamamalarıdır. Bu durum bir süre böyle devam ettikten sonra Ali’nin aklına bir fikir gelir. Bu fikirde ise koşu yarışmasına katılacak ve üçüncü gelerek hediye verilecek olan ayakkabıyı alacaktır. Bu film bize başarının ve paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Yarışmaya hazır hale gelen Ali, ne kadar uğraşırsa uğraşsın birinci gelir ve ayakkabıları alamaz. Başarıdan zevk alamaz çünkü ayakkabıları alamamıştır. Üzerinde bir yük vardır ve birinci olması bile bu yükü onun üzerinden kaldıramaz. Yoksulluğu ve zorluğu bizlere iliklerimize kadar hissettiren bu film, başarı ve başarısızlık arasında gidip gelmektedir.

ANLATIM DİLİ

Filmin en başından sonuna kadar duygusal bir akıma kapılıyoruz. Her ne kadar basit anlatımlar ve basit diyaloglar olsa da İran filmleri arasında en etkileyici olanlardan birisi Cennetin Çocukları, hayatın gerçeklerini yüzümüze tokat gibi vurmaktadır. Başta Ali olmak üzere filmdeki her oyuncu, o karaktere tam anlamıyla bürünerek bize tüm hissiyatı net ve detaylı bir şekilde vermektedir. Çocuk oyuncuların bu başarılı rolleri, çocuk yaşta yaşadığımız tüm mutlulukları ve korkuları iyi bir şekilde ifade etmektedir. Doksan dakika süren Cennetin Çocukları, bizlere hayattaki amacımızı, yaptıklarımızı ve lükslerimizi sorgulatacak. Dışarıda birçok çocuk geçim sıkıntısı çekerken hayattaki amacınızı bu film sayesinde emin olun sorgulayacaksınız.

Söğüt Ağacı

“Ben Yusuf, beni hatırladın mı? Hani dünyanın bütün güzelliklerini görmekten mahrum bıraktığın ve hiç şikâyet etmeyen kişi… Aydınlık yerine karanlıklara dalan ve itiraz etmeyen… Bunca çektiklerim yetmedi de üstüne yenisini mi ekleyeceksin şimdi…”

Sekiz yaşlarında oynadığı havai fişeklerden dolayı gözünü kaybeden orta yaşlı bir profesörün tekrar görmesini konu alan Mecid Mecidi‘nin “Söğüt Ağacı” filmi böyle dokunmaya başlıyor yüreğimize. Aniden ortaya çıkan tümör hayatını tehdit edince soluğu Fransa’da alıyor. Yaşama tutunabilmek için tehlikeli bir ameliyata girmesi gerekiyor. Ama hayatın ona bir sürprizi var, ameliyatında risk olmadığı gibi görme yeteneğini kazanma fırsatı da çıkıyor karşısına…

“Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam da Senin azametini iyi bilmemekmiş. Şimdi anlıyorum ki, beni rahmet defterinden silmemişsin, beni unutmamışsın. Benimlesin ve beni koruyorsun…”

Allah (c.c) kullarına merhamet nazarıyla bakar, bunda hiç şüphe yok. Acaba biz sahip olduğumuz nimetlerin farkında mıyız? Her lütuf karşısında daha fazla şükür ve daha fazla haz alır ya, lakin pusuda yatan bir avcı var. Nefis… Bunu Yusuf’un hastane arkadaşı türküyle çok güzel dile getiriyor.

“Aman avcı vurma beni.

Ben dağların maralıyım”

“Yarın göz bantlarımı açacaklar… göreceğim… görmeyeceğim… göreceğim… görmeyeceğim…”

Nimetler ağır bir yüktür. Kaldırabilir miyiz? Karınca kendinden ağır olan bu yükü nasıl kaldırıyor? Sırrı nedir?

Ya Yusuf Ağa kavuştuğu gözlerinin hayatına kattığı güzellikler ve beraberindeki getirilerini kaldırabilecek mi?

Ve işte renklerin dünyasıyla karşılıyor dünyayı, havaalanına giderken. İlk imtihan orada başlıyor. Yoluna güller seren kim? Eşi hangisi, keşke şu güzel olan olsa! Korkunç bir imtihan, hiç görmediği eşi ile karşı karşıya. O da kendisi gibi yaşlanmış. Oysa daha genç ve daha güzel olan bayanlar var. Onlardan biri eşi olsa ne olurdu ki? Arzu kapısı gözleriyle birlikte açıldı artık…

Geniş ve konforlu bir evde karşılanıyor Yusuf Ağa. Büyük bir merasim ve güzel bir karşılama… şimdi de kendi evinde. İşte görmeden her gün geçtiği gittiği yerler. Şimdi görebiliyor ve bir hayal kırıklığı…

Görmediği zaman daha güzel buluyordu buraları, cennet bahçesi gibiydi…

Eşi ilk defa karşısına çıkacak, bir gelin gibi mahcup ve utangaç. Eskiden Yusuf Ağa görmüyordu onu, artık görüyor ve güzel görünmek istiyor. İlk heyecan ve ilk hayal kırıklığı…

Arzuların pençesine düşünce ömrümüze kar yağıyor, kış giriyor hayatımıza.

Dünyanın aldatıcı yüzü, işlenen günahlar, fakir zengin dengesizliği her şey çıplak bir şekilde karşısında artık, tıpkı yapraklarını dökmüş ağaçlar gibi.

Bahar geliyor ama kendisi için değil…

Dünyanın şatafatı ve gösterişi huzurunu yok ediyor, aydınlanan dünya bitmez tükenmez arzularla çirkinleşiyor.

Ve isyan bayrağı birbirine ihtiyaç olmadığını anladığın an başlıyor eşler arasında. Ben sana muhtaç değilsem “hayatıma karışma ve özgürlüğümü kısıtlama” diyor Yusuf Ağa.

Arzularımız çok büyük, onların tümünü elde etmek mümkün değil. Onlar elde edildiğinde de yerine yenisi ve daha büyüğü gelir. Elde edilmesi zorlaştıkça onlara olan tutku ve esaretimiz artar. Ömrümüz tükenmeden onlar tükenmez. Uyanmak ve bu esaretten kurtulmak gerek.

Aha hevesler… Yaşadığın cenneti cehenneme çeviren hayaller… ve ateşe verilen bütün yaşanmışlar. Pişman olacağız ama önce bu dünya bizi iyice rezil etmesi gerek. Bize bahşedilen nimetlerin gücünü hissettiğimiz sürece, onlara güvendiğimiz sürece pişman olmak çok zor. Evvela güçsüzlüğümüzü fark etmemiz gerekiyor. Burnumuzun iyice sürtmesi lazım.

Yola düşüyoruz, umut yolculuğuna. Ama yol yanlışsa hedeften uzaklaşırsın. Gidişin ne kadar hızlıysa hedefinden de o denli hızla uzaklaşırsın.

Önce arınmalı, günahlar kirlidir çünkü. Onlardan kurtulmak ve arınmak bedel ister. Gözyaşı ile kan ile temizlenmek lazım. Onlardan kurtulmak için bedel ödemeye hazır mısın?

Hayatında özel bir yeri olan Söğüt ağacını göremeden tekrar kör olur Yusuf.

Zaman hızla akıp geçiyor. Geri dönüşü olmayan hatalar ve günahlar var. Saatçi ve saat bize bunu anlatıyor. Yanından geçiyoruz ama fark etmiyoruz. Gözümüz var, görmüyoruz.

Kör olunca kalp gözü açılır, ibret alana. Tekrar yolunu bulur Yusuf Ağa.

“Allah’ım! Yeni bir hayat için bir daha bana fırsat vermeni istiyorum.”

Azıcık bir zamanda dünyanın aldatıcı ve helak edici güzelliklerini gördü. Gerçek nur, kalbinde yeşeren filiz, ardından nedamet gözyaşları…

Kitabı kapatınca kararan hayat ve kitabı açınca yeşeren umut, Söğüt Ağacı… ailece izleyin.

Ahmet Demir, Doğru Haber

Baran her kalbe yağmaz…

Mecid Mecidi’nin 2001 yılında yaptığı ve yaklaşık 17 ödül alan filmi; Baran.

Rus işgali sonrası ortaya çıkan Taliban yönetimi ve ardından gelen Amerikan işgalinin yarattığı kaotik ortamdan dolayı İran’a göç eden Afganlı muhacirlerin dramını fon olarak kullanan bir film. Asıl derdi ise modern dünyaya gerçek bir aşk masalını okumak. Aşkı katledip çirkinleştiren bütün düşünceleri yerle bir ederken aşkı haram kılanlara da meydan okuyor.

İlk önce şunu söylemiş olalım. Film baştan sona tamamen alegorik bir anlatım. Hikayeyi bu şekilde okursak yönetmenin maksadına ulaşabiliriz. Salt görünenlerle kifayet etmek yönetmene çok büyük haksızlık olur. Öyleyse sahne sahne başlayalım anlatmaya…

Latif inşaatta çalışan hırçın, asi, kinci ve kabına sığmayan Azeri bir delikanlı. İşi işçilerin yemeği ve çayını hazırlamak, yani zor değil. Müteahhidin yanında babasının emaneti olarak çalışıyor.

Hikâyemiz İnşaatta çalışmaları yasak olan Afganistanlı kaçak işçilerden Necef’in dördüncü kattan düşüp ayağını kırması ile başlar. Necef geçinebilmek için yerine oğlu Rahmet’i gönderir. Kısa bir süre sonra Rahmet’in inşaat işlerinde çalışamayacağı anlaşılınca Latif’in işini alır. Latif işini kaybedip inşaatın zorluğuyla tanışınca Rahmete kin duyması kaçınılmazdır ve ona çektirmediği kalamaz, ta ki onun erkek olmadığını görünceye kadar. Rüzgârda mutfağın uçuşan perdelerin arasında, kirli bir aynada saçlarını toplarken görür onu.

Bir esinti ve hakikati örten hicabın yırtılması… gerçekler apaçık ortadır. Maşuku görüp âşık olmamak mümkün mü?

Hakikat perdeler arasında gizli, kalp onu görmeye meyyal ve akıl bundan habersiz. Bir nazar yeterlidir, divanelik başlar Mecnun olur, Ferhat olur, Latif olur taştan kalp. Ferhat gibi dağları deler, balyozla. Dağ delinir ışık huzmeleri saçılır dünyasına. Kalbi kafesteki kuş gibidir, aşkına nazar etmektir tek derdi, bir daha görmek, bir daha görmek…

Leyla yemek dağıtır da Mecnun orda olmaz mı? Herkese tek tek ekmeğini uzatırken ona farklı davranmasını bekler; mesela tasını fırlatmasını, ya da ekmeği başına çalmasını ya da başka bir şey. Ama Leyla henüz Leyla değil ki… Mecnunun kalbi yangın yeri… Görebileceğiniz her ateş onun kalbini yakan ateşten daha soğuktur…

Ve işte Leyla ona özel çay koyar bir duvarın üstüne. Artık ölse de gam değil… İnanmıyorsanız Baran’ın kontrol memurlarından kaçtığı sahnede latifin çabasına bakın. Dayak, gözaltı, ceza hiçbir şey umurunda değil.

Tam da aşkın ırmağında coşmuşken Afganlılar artık çalışmayacağı için firak başlar. Güvercinler sevdanın masum yoldaşları, ona maşuktan bir hediye sunuyor; maşukun saçının bir tek teli, mahrem mi mahrem, ateş gibi dokunması yasak. Ey kutsal ayna, maşuku gösteren ayna, aşkı tattıran ayna, umudu yeşerten ayna, var mı dünyada bu derde bir çare be ayna! Latif’in kalbi zemheride yangın yeri…

Yalnız olanların komşusu Allah’tır, diyor ayakkabı tamircisi. Latif o serseri ve kaba genç aşkın en gizli sırlarına kalbini açıyor. Aşk diye bildiği ve zevk olarak anladığı duygunun bir bilinç, bir farkındalık olduğunu öğrenince yanıp küle döneceğini anlıyor.

Ve Latif yalnızlık imtihanındadır. İzin alır, Baranın peşine düşer. Baran çok kötü şartlarda çalışmaktadır, babasının ayağı kırık, ailesine bakmak zorundadır. Latif bir yıllık çalışmasının karşılığı olan parayı müteahhitten alır ve Baranın babasına gönderir. Ulaşmaz, zaten aslolan ulaşması değildir. Aslolan aşkı uğruna neyi varsa feda edebilmektir. Maşuk biliyor mu, o da mühim değil. Maşukun buna layık olması yeterlidir.

Biraz parası vardır kutuda, daha önce verdiğinin yanında hiçtir aslında. Onu da alır ve Baran’ın babasına koltuk değneği alır.

Baran’ın babası inşaata, müteahhitten borç istemeye gelir ve eli boş döner. Latif’in buna dayanacak gücü var mı? Yok elbette! tek varlığı kimliğidir, onu satmaya yani benliğini bağışlamaya hazırdır. Kimliğini satar ve parasını müteahhidin gönderdiğini söyleyerek Necef’e verir. Artık benliği tamamen yok olmuştur. Pervane ateşi seyretmekten vazgeçmiş, ateşin merkezine atmıştır kendini…

Necef Afganistan’a geri dönmek zorunda olduğunu ve dönüşte borcunu mutlaka ödeyeceğini söyler. Latif minnet etmeyecektir, hangi âşık maşuku için yaptıklarını dile getirmeye cüret edebilir ki? (Şehvetperestlerin aşk dediği ihtiraslarını bu temiz vadiye yaklaştırmayın lütfen.) Necef’in içi rahat olsun diye borcu olmadığını ve rahat bir şekilde gidebileceğini söyleyip firak dolu hayata doğru koşar, çaresizdir. Yolu türbesi olan bir mescide düşer, daha önce ona yol gösteren güvercinler yerine bu sefer kırmızı balıklar vardır. Yine bir esinti ve aralanan perdeler, yine yırtılan hicap ve ortaya çıkan hakikat; bu defa hakiki maşukun evindedir… Aşka boyun eğmek demek, huzura girerken şapkayı çıkarıp tevazuuyla girmek, tam teslim olmak demektir…

Ve veda sahnesi, aşk filmlerinin en vazgeçilmezi…

Sindrella’nın kristal pabuç masalına karşı, gerçek bir lastik ayakkabı gerçeği… bir daha dönüşü olmayan bir ayrılıktır bu ve maşuktan geriye kalan sadece bir ayak izi… Latif o kadar mutludur ki o ayak izini seyrederken. Zaten âşık maşukuna hiçbir zaman doyasıya bakmaya cesaret edemez, ancak ondan kalan ize, işrete bakabilir. Bu iş bu kadar sade ve bu kadar durudur.

Baran’ın ayak izi ve yağan baran; bütün kâinatı kuşatan ve bütün aşk ateşlerini soğutan, onları silip süpüren hakiki aşkın gücü. Rahmettir, Baran‘dır onun adı…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Serçelerin şarkısı

Bir İran filmiSerçelerin şarkısı

Tahrana yakın bir kasaba ve hayat standartlarının altında yaşayan bir aile… Baba Kerim Ağa, bir deve kuşu çiftliğinde çalışıyor. Bir anlık dalgınlık ile kaçan bir deve kuşu, Kerim Ağa’nın işten kovulmasına neden oluyor.

Kerim Ağa’nın bir de işitme cihazı kullanan bir kızı var. Kız; cihazını, çocukların balık yetiştirip zengin olma hayallerini kurduğu su ambarında, suya düşürüyor. Tabi bu da ayrı bir sorun. Baba, yenisini alacak ama parası yok, çünkü artık kendisi bir işsiz.

Rızık endişesinin ne kadar yersiz olduğunu, çalışan için her zaman iş bulunabileceğini, hiç beklemediği bir anda başladığı işle öğretiyor bize Kerim Ağa. Bir anda, Tahran’da yaygın olan motorsikletle yolcu taşıma işinde buluyor kendini.

Hikâye böylece başlıyor ve hayatın olağan akışı içinde kaybolup gidiyoruz. Aslında kerim Ağa’nın hikâyesi değil bu, herhangi birimizin hikâyesi. İçimizdeki bütün masum duyguları iğneyle kazar gibi derinliklerimizden çıkarıp gün yüzüne çıkarıyor. Günahsız ve hak üzere, harama bulaşmamış bir hayat; ne kadar çetin olursa olsun, baharda çıkan bir erik kadar güzel.

Fakirlik, bu dünyanın en son derdi Kerim Ağa için. O kadar zengin bir aile ki, işten kovulurken ufak bir tazminat gibi verilen devekuşu yumurtasını bütün çevresi ile paylaşıyor menemen tadında. Hiç deve kuşu yumurtası ile yapılan menemen yiyeniniz var mı?

Hayat onu sınıyor ama o yüz vermiyor, dik duruyor. Yalanlar, sahtekârlıklar ve maddi fırsatlar… Ufacık bir haksız kazanç bile, motorunun arkasında yırtılan bir erik poşeti oluyor ve çocuklarının kursağından geçmiyor. Masumiyetin en güzel tablosu…

Namazı hayatının başköşesine yerleştirenler, huzuru ıskalar mı hiç? Gelin bu filmin namaz sahnesini tekrar tekrar izleyelim. Namaz kılanlar, baldan ve şaraptan akan nehirlerin olduğu cennetlerle müjdeleniyor.

Filmdeki nefis sahnelerden biri de otobanda geçiyor. Bir çocuk çıkıyor karşısına Kerim Ağanın. O da hayatın zorluklarını yenmek için çalışıyor ve destek istiyor. Yardım etmek istiyor Kerim Ağa, ama maddeye bulaşan aklı izin vermiyor. Sahne değişmeden hayatın gerçekliği çarpıyor yüzümüze. Kerim Ağa’nın bir değil iki çocuğunu aynı durumda görüyoruz, çiçek satarak para kazanmaya çalışıyorlar otobanda. Herkes üstüne düşeni yapmadan dünya güzelleşmiyor, maalesef.

Fıtratın ahengini bozmayanların gömleği arkadan yırtılır ve bu da onları saraylarda vezir kılar. Vezir dediysek sarayları düşlemeyin. Yuvası sadakat üzere kurulu olanın, evi saray değil mi?

Çocuklar derken asıl meseleyi atlamayalım. Onlar, filmin gizli kahramanları. Hayatlarında kötülük yok, sadece hayalleri var. Hayalleri de kendileri kadar masum. Masumiyetin değdiği her yer arınıyor ve cenneti bir güzellik bahşediyor. Bataklık gibi hastalık saçan su ambarının; balıklar için bir akvaryuma, serçeler için akustik bir konser salonuna dönüşmesini hangimiz hayal edebiliriz? (Kerim Ağa hayal edememişti)

Hayalleri, şefkatlerinin çok gerisinde çocukların. Taşıdıkları balıklar, patlayan plastik bidonla yerlerde can verirken, yani hayalleri için çalışıp çırpındıkları ve emeklerinin karşılığı balıkları ölürken onlar şefkat gözyaşlarını döküyorlar. Balıkları kurtarmak için minicik avuçları yara bere içinde kalıyor. Elleri parçalanırken acımıyor, ölen balıklar yüreklerini daha çok acıtıyor. Bu sahnede umut, kırmızı bir balık kadar capcanlıdır.

Ya kerim ağanın dünyaya meyletmesi ile bahçesinde yeşeren dikenlere ne demeli? Dünya bir yüktür ve onu sırtlayanın canı yanmaya mahkûmdur. Latif olan Allah verdikçe, senin de vermen gerekirken, malı toplamaya başladığın an; o, kurşun gibi ağırlaşıyor, beli büküyor ve hammalını ezdikçe eziyor. Ama nedamet kapısı her zaman açıktır ve karşılığında da kuşların şarkısı ile süslenmiş bahçeler bekliyor insanı. Kerim Ağa’nın buna ulaşması için, dünyanın kaşıkla mal verip karşılığında kepçeyle insanlığını çaldığı görkemli hayata yüz vermemesi gerekiyor. Onun aslına dönmesi için, ihtiyacı olan asıl şey bu. Bunu kızı görüyor ve olmayan sesini ayağındaki alçıya nakşediyor.

Dünyanın çekiciliği ve fırsatların cilveli bir güzel gibi, Kerim Ağa’nın gönlünü çelmesi… Ağamızın ona meyli, sonra pişmanlığı ve pişmanlık sonrası mutlak huzur…

Üstat Mecidi bizi fıtratın ahengine, Serçelerin Şarkısına davet ediyor…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Hişş! Kızlar bağırmaz!

İranlı yönetmen Puran Derexşande 2013 yılında “Kızlar Bağırmaz” filmini yaptı. Film yayınlandığında yeterince ses getirmedi. Aslında izleyen her kesi çok derinden etkilemişti. Ama ince bir eleştiri ve gerçekleri incitecek şekilde gösterdiğinden üç maymunlar cehennemine terk edilmek istendi.

Filmin hikâyesi kısaca şöyle;

Şirin üzerinde gelinliği, nişanlısıyla beraber düğün fotoğrafı çektirirken birden ortadan kaybolur. Biraz sonra ortaya çıktığında üstü başı kan içindedir. Film bu kanlı tabloyla başlar, ekran kararır ve yazılar akmaya başlar. Uzadıkça uzar. Merak ve korku tavan yapar.

Filmin ilerleyen dakikalarında bu muammanın çözüleceği ve rahatlayacağımızı umut ediyoruz. Ama öyle olmuyor. Hakikat perdeleri aralandıkça merakımız, öfkemiz, yer yer varlığını unuttuğumuz vicdanımızın sesi canımızı acıtmaya başlıyor. Acı sürekli artıyor. Merak film bittiği zaman bile bitmiyor. Keder de filmden sonra bir kene gibi vicdanımıza yapışıyor. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Yüreğiniz yetiyorsa filmi izleyin, açık açık söyleyelim uzun bir süre canınız acıyacaktır…

Neyse filmin konusuna dönelim. Şirin’in üstündeki kan, öldürdüğü binanın kapıcısına ait. Bir tesisat aletiyle kafasını parçalayarak öldürmüş ve garip olan ise onu hiç tanımıyor olması.

Filmi izledikçe Şirinin titrediği bütün sahnelerde titreyecek, ağladığı sahnelerde ağlayacak, korktuğunda korkuyu iliklerinize kadar hissedeceksiniz.

Şirinin annesi, babası ve nişanlısı şok geçiriyorlar. Ne olduğuna dair onların da en ufak bir fikri yoktur. Aslında kısastan kurtarmak için ona deli raporu almaya kalkmasalar Şirin hiç konuşmayacak ve yaşadığı acıyı kendisiyle beraber mezara götürecektir. Çünkü o da bu toplumda yaşamanın ne demek olduğunu biliyor. Bazı sırlar öldürücü olsa bile ifşa edilmemesinin bilincinde. Üstelik bunu bir görev bilinci ile değil bir şartlanmışlık duygusuyla yapıyor. Kim bilir belki de yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyor. Aslında çok da haksız sayılmaz.

Neden mi?

Pedofili suçu istisnasız her toplumda var olan ve hiç yokmuş gibi davranılan bir gerçeklik. Yokmuş gibi davranılınca hiç de azalmıyor, daha çok suçlulara rahat davranabilme olanağı sağlıyor. Düşünün, kız ya da erkek bir çocuk böyle bir durumla karşılaşınca ne yapar? Gerçekten de düşünün! Ailelerine açılacak cesareti bulabilirler mi? Ailelerine anlattıklarında nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını siz de kestirebilirsiniz herhalde. Hele tehditler yok mu, küçücük bedenleri nasıl da esir alıyor. Öyle bir noktaya gelirler ki artık kendileri bu yaşadıkları kirliliğe rıza gösterir ve bu kaderi(!) kabul ederler. Ortaya çıkınca da aileler bir şey yapmıyor. Bırakın suçluyu cezalandırmayı, olayı örtbas edebilmek ve şereflerine sürüldüğü düşünülen bu lekeyi silmek için her yola başvuruyorlar. (Bu yüzden çocuğunu ortadan kaldıran nice vakalar gördük basında…)

Kızlar Bağırmaz filmi böyle bir yaraya parmak basmış. Yara vicdanda, yani en derin noktada olunca acısı da çok derin ve çok keskin. Şirin yaşadığı travmanın etkisi ile bir cinayet işliyor ve suçlu olduğu ispat edilemeyen maktulün katli yüzünden idam edilecek.

İnanılmaz bir tempo var filimde. Bu tempo esnasında toplumun ve ailelerin yani anne ve babaların suçluluğunu unutuyoruz. Yönetmen keşke bunu yapmasa ve anne baba biz suçluyuz dedirtse, bunu iliklerimize kadar hissettirse; toplumun en ince kılcal damarına kadar zerk etse ve bu konuda tam bir uyanış sağlasa, demekten kendimizi alamıyoruz. Gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadayken ve asıl suçlunun yanında, onun suçuna neredeyse eşit derecede ortak olan toplumu bireylerinin suçu bu kadar güzel işlenmişken keşke daha çok deşse, bir yün yumağına dalan dikenli teli çeker gibi acıta acıta hikâyeyi tamamlasa; hikâye bittiğinde bindiğimiz bütün bahane dallarının çatır çatır kırıldığını görebilseydik.

Anne babalar genellikle çocuklarının maddi ihtiyaçları ile ilgileniyor, onların duygu dünyası, hayalleri, rüya ve kâbuslarını; onların beklenti ve ümitlerini; onların dünyayı keşiflerini ve öğrendiklerini; onların tecrübe ve deneyimlerini; onların saplandıkları çıkmazları ve arayışlarını; onlara yönelen gizli ve açık tehditleri hiç mi hiç görmüyorlar.

Dilim varmıyor söylemeye ama bir kâbusa uyandıklarında bunu hak etmek için ne yaptık diye suçluyu kendi nefislerinin dışında arar durular. Her türlü korunmaya ihtiyacı olan ve bunun ilk mükellefi olan anne ve baba sonra da en yakın akrabalar, eş dost, konu komşu her kesin bu kâbustaki günaha ortak olduğunu kimse kabul etmez. Baba, anneyi; anne, babayı; etraftakiler, ikisini birden; uzaktakiler, o mahalleyi; bir başka ülke, o ülkeyi suçlar durur. Kâbus herkesin hayatını zindana çevirmeye muktedirdir. Hatta bin kilometre ötede vuku bulan bu pisliğin kokusu hissedilecek, ekranlarda ya da gazete kupürlerinde görüldüğünde her vicdan sahibini yaralayacak kadar güçlüdür.

Böyle ateşler yanmaya devam ederken bizler bununla yaşamayı kabullendikçe ve bu kaderi değiştirme adına adımlar atamamaya devam ettikçe her zaman olan ama zamana zaman ortaya çıkan bu günaha ortak olmaya devam edeceğiz.

Çocuklar olmadan izleyin bu İran filmini. Bırakın dikenli tel; yün yumağından yavaş yavaş, yaralaya yaralaya, acıta acıta çıksın. Vicdanınızı rahatlatmasına da izin vermeyin. Vicdanınız hep rahatsız olsun ve etrafta gördüğünüz her çocuğu daha fazla korumaya alın. Bu sadece taciz için değil her türlü tehlike ve tehdit unsuruna karşı yapılması gereken bir refleks olmalı. Her çocuk bir nesildir. Ve her batan çocuk bir geleceğin yok olması anlamına gelir. Geleceğimizi koruma altına almak zorundayız…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Sevgi Zamanı

Engellerin insan zihni ya da bedeninde olmadığını bizlere anlatan bu İran filmi, bu zamana kadar izlediğim en vurucu filmlerden birisiydi. Hayatımızın her noktasında olan ve gördüğümüz engelli bireylerin yaşadığı bu engelleri sadece ve sadece sevgiyle aşılabileceğini anlatan Sevgi Zamanı, dışlanmışlıkları, ötekileştirmeleri de yüzümüze tokat gibi vurmaktadır. Hayatın gerçeklerini net bir biçimde bizlere gösteren bu filmi izledikten sonra bakış açınızı değiştireceğinize eminim…

Filmimiz ailesi tarafından en başta istenmeyen ve ayak bağı olarak kabul edilen Babek’i anlatmaktadır. Babek bu duruma gün geçtikçe karşı çıkmakta ve sevginin gücüyle her şeyin kazanabildiğini bize göstermektedir.

Babek, 8 yaşında engelli bir çocuktur. Kardeşi Afşin Babek’i engelinden ötürü sevmez ve sürekli olarak küçük düşürmeye çalışır. Ondan utanır… Kimi zaman kardeşine şiddet uygulayan Afşin, onu hiçbir zaman yanında bulundurmaz, arkadaşlarıyla dahi tanıştırmak istemez. Aile içerisinde sadece Babek’in annesi Peri onu sevmektedir. Afşin ile Babek’in kavgalarına artık dayanamayan baba Muhsin ise, Babek’i bir bakım evine yatırarak çare bulduğunu düşünür. Bir gün anneden habersiz çocuğu bakım evinin bahçesine bırakara kaçar… İşte bu noktadan sonra işler kopar. Evlilik yıkılma aşamasına gelir. Peri oğlunu geri alır ve bu günden sonra yaşananlar yavaş yavaş değişmeye başlar. Film, bir annenin çocuğu için her şeye katlanabilme gücünü kendisinde bulduğunu bize öğretir.

ARKADAŞLIĞIN GÜCÜ…

Bir gün Afşin’in sınıf arkadaşı Mecit, Babek ile karşılaşır ve o noktadan sonra saf masumluk ve dostluk herkesin hayatını değiştirmeye başlar. Babek’e neden böyle davranıldığını anlamayan Mecit, ona ağabey gibi davranır. Bir gün onu okula götürür ve Babek’in yaşamı bu noktada değişir. Onunla özel olarak ilgilenen bir öğretmen sayesinde derslerinde başarılı olan Babek, yavaş yavaş dışarıdaki hayata adapte olmaya başlar. Derslerinde başarılı olduğu fark edilen Babek daha sonra annesi tarafından okula yazdırılır. Yıllar geçer, Afşin’le Babek beraber okula gitmeye başlar. İşte aile ve kardeş sevgisi tüm engelleri böyle yıkmıştır

Sevgi Zamanı filmi bize ötekileştirmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatır. Engellerin hem kişi hem de aile tarafından kabul edilmesi başarının ilk adımlarından birisidir. Tabi sevgi burada büyük rol oynar. Çünkü engel zihinde ya da bedende değil, yüreklerimizdedir…

Yüreklerimizdeki engelleri kaldırma umuduyla…

Deli Yüz

2014 yapımı bir İran filmi olan Deli Yüz, sosyal medya üzerinden chat yaparak tanışan arkadaşların bir gece yaşadıkları üzerine odaklanmaktadır. Facebook üzerinden oluşturulan bir grupta tanıştıkları kişilerle buluşmayı kafaya koyan 2 arkadaş, farklı bir gece yaşayacaklarından habersizdir. Genel olarak eleştirilen ve zengin, züppe diyebileceğimiz bu insanları çok iyi bir şekilde yansıtan oyuncuları takdir etmek gerekiyor. Alışılmış İran filmlerinden oldukça farklı olan Deli Yüz’ün kurgusu da oldukça dikkat çekiyor. Bu etkileyici filmin türüne gerilim diyebiliriz ama bu gerilim iç sıkmaktan ziyade insanı içine çeken bir nitelikte.

FİLMİN KONUSU

Başta Piruz adlı karakterin bakış açısından anlatılan film, arkadaşı Mesut’la katıldıkları annesizler ve babasızlar adlı bir gruptan tanıştıkları insanlar arasında geçiyor. Tanıştıkları bu insanların maddi durumunun oldukça iyi olması, dünyada yaşanan ekonomik farklılıklara da bir nevi vurgu yapıyor. Filmimiz buluşma sırasında uyuşturucu bağımlısı olan Mandana adlı bir kızın Mesut’la olan iddialaşması üzerine hareketleniyor. Bu iddiaya göre Mesut, Mandana’nın şehir dışında olan bir arkadaşının evine girecek ve oradan ne istiyorsa onu alacak. Eğer Mesud bunu başarabilirse Mandana o eşyayı Mesut’a vermekle kalmayacak aynı zamanda son model telefonunu da hediye edecek. Eve gittikten sonra Mesut kandırıldığını fark ediyor çünkü ev bomboştur. Mandana ve arkadaşları dışarıda gülüşürken, Mesut’a ulaşamayarak telaşa kapılıyorlar. İşte işler tam olarak bu noktadan sonra çığırından çıkıyor. Çünkü Mesut içeri giren bir adamla boğuşmuş ve yanlışlıkla onu öldürmüştür. Daha sonra oradan çıkıyorlar ve olaylar Mandana’nın telefonuna ertesi gün gelen bir aramayla iyice içinden çıkılamaz bir hal alıyor.

Filmin en can alıcı kısmı ve kurgusu da tam olarak bu noktadan sonraki kısım. Arayan kişi polistir ve o gece yaşanan her şey beraber olan gençlerin gözünden teker teker anlatılmaya başlanır. Yani anlayacağınız; olay 8 karakterin gözünden farklı farklı canlandırılıp, seyirciye aktarılır. Deli Yüz bu noktada birçok filmden bu farklı kurgusuyla ayrılmaktadır. Hayatın gerçeklerini yüzümüze tokat gibi sunan bu film, izlemeye değer İran filmlerinin başını çekiyor. Sosyal medya üzerinde aktif olan insanların hayatlarının parçalanmışlığına ve yalnızlıklara da vurgu yapan Deli Yüz, muhteşem kurgusuyla da fark yaratıyor.