Altın ve Bakır

Altın ve Bakır” adlı İran filmi Tahran’da geçmektedir.

Seyyid Rıza, çok sevdiği eşi Zehra Sadat, kızları Atife ve bir de bebekleri emir Ali ile çekirdek bir ailedir. Rıza medrese dersleri alır. Zehra Sadat t ev hanımıdır. Yeni evlerine taşınırlar. Karşı komşu Hacı Hanım teyzedir. Down sendromlu, adı Ayda olan bir kız yeğeni ile yaşamaktadır.

Zehra Sadat, kocasına ara ara gözlerinin çift gördüğünü, halsiz hissettiğini, parmaklarının ve ayaklarının uyuştuğunu söyler. Bu durum son birkaç gün iyice sıklaşmaya başlar. Bir gece kızını uyuttuktan sonra kocasıyla koşurken ayaklarının hissizleştiğini söyler ve yatmaya giderken yere yığılır. Kocası Seyyid Rıza hemen hastaneye götürür. Doktor neyi olduğunu sorar. Zehra Sadat, el ve ayaklarının uyuştuğunu anlatır. Kocası yorgunluktan olduğunu ve son birkaç gündür böyle olduğunu dile getirir. Aslında bu uyuşmalar birkaç aydır vardır fakat Zehra Sadat kocasına söylemez. Doktor MS teşhisi koymuştur.

Zehra Sadat hastaneye yatırılınca ev işlerini ve çocuk bakımını Seyyid Rıza üstlenmek zorunda kalır. Ama başta pek becerikli değildir. Yemeği yakar. Evi temizleyemez. Zar zor bebeği altını temizler. Birkaç hafta Zehra Sadat hastanede kalır. Halı dokumacılığından geçimini sağlamaya çalışır fakat gözleri bu yüzden iyi görmemeye başlar. Artık Kur’an okuyamaz, ders veremez hale gelir. Onları üzmemek için eşine ve akrabalarına bu konuyu açamaz. Eşi hastaneden çıkar ve tekerlekli sandalyede eve getirilir. Pek bir şey yapamaz. Elleri ve ayakları tutmaz olur.

Bir gün Zehra Sadat kızına makarna yapmak ister ama elleri tutmadığı için tenceredeki suyu döker makarnayı döker. Komşu hacı hanım gelir ona yardım etmek ister ama kabul etmez. Zahra Sadat bağırır isyan eder. O anda kocası Seyyid Rıza gelir onla da tartışırlar. Zehra Sadat artık kendisini yetersiz görmekten yakınır. Çok üzgündür ikisi de.

Seyyid Rıza da halıyı bitirir ve götürür. Ama gözleri artık çok iyi görmediği için sattığı adama biraz ara vermek istediğini söyler. Ardından ailesi, arkadaşı ve komşularıyla pikniğe gider. Orada Seyyid Rıza eşine Kuran’dan İnşirah suresini okur.

Son olarak Seyyid Rıza hocasının dersini kapıda dinleyerek film biter.

Öylesine samimi bir senaryo ki; karşı evin penceresindeki perdenin aralığından günlük yaşamda seyirci olduğumuz bir komşu aile draması gibi. Her bir karakterin büyük bir özenle seçilmiş olduğu hissini aktarım noktasında hayli etkili bir üslup kullanmayı başaran yönetmen, hayata ve yaşama dair sorgulanması gereken düşünceler ekseninde kaybolmamıza sebep oluyor.

Tevekkül etmek… Müslüman bilmeli ki bir şeyi çok isterse elinden geleni yapmalı, gerisini Rabbine bırakmalıdır. Ve Seyit’in Zehra’ya okuduğu İnşirah suresi her şeyi özetledi.

Film, ifade özgürlüklerine ket vurmaktan ziyade, özgün bir anlatım dili oluşturmayı başardıklarını gözler önüne sermektedir.

Günden güne kirlenen ve pas tutan yüreklerin çarptığı bir evrende, aile kavramının ne denli kutsal bir müessese olduğunu bize hatırlatan, sevgi, şefkat, özveri ve fedakarlık gibi yoksunluğunu çektiğimiz duyguları hatırlamamızı sağlayan oldukça sarsıcı bir hikaye. Film, izleyeni ‘zamanla geçer ‘ deyiminin anlamsızlaştığı bir duygu yoğunluğuna sürükler.

SON ADIM

SON ADIM – İran Filmi

Öncelikle kabul edelim ki zor bir film bu. Öyle akşam yatağıma uzanıp kafa dağıtıp, biraz dinleneyim diyerek izlenecek bir film değil. Baştan söyleyelim de ona göre yapın siz hazırlığınızı. İzlemesi, olayları takip etmesi, anlamlandırması, bağlantıları kurmak… sakin bir kafa gerektiriyor. Dikkatli, sindire sindire izlenecek ve üzerine düşünülecek bir İran filmi var karşımızda.

Ali Musaffa, ölüm konusunu irdelemiş bu filmde. Ölümü ve hayatı, ölümün, uğruna savaşlara tutunduğumuz hayatı nasıl içi kof ceviz kabuklarına dönüştürdüğünü anlatıyor.

Hüsrev’in ölmeye başlamasını izliyoruz filmde. Evet, bunu bir süreç olarak algılıyor yönetmen; “ölümüm sanırım burada başlıyor…” Hüsrev hayatında başarılı olmuş, iyi bir mesleği ve evliliği olan bir karakter. İşinde çok titiz, küçük detaylar onu rahatsız ediyor. Çevresindeki tüm kusurlara inat kendi kusursuz eserini yapmak istemiş ama hiçbir şey mükemmel değildir. Bunların yanında kendi deyimiyle “çocukluğundan kalma birkaç anı” ve “korkunç bir boşluktan” ibaret hayatı. Tabi bir de karısı Leyli.

Karısı ve ikisinin de çocukluk arkadaşı olan Emin arasında gidip gelen, pasif bir adam. Kendisinin karısının hayatında zannettiği kadar kıymetli olmadığını ya da sevilmediğini hissettiği zaman, bir kalpte yer edinmenin verdiği duyguyu kazanmayı çalışırken karısının kalbinde ölü bir çocuğun olduğunu ve hala onun için gözyaşı döktüğünü öğrenir. Aslında hiçbir zaman onun gibi aşık olmadığını düşünmeye başlar. Bir yandan da bu kişinin kim olduğunu öğrenmeye çalışır, bulduğu ise ancak hayal kırıklığı olacaktır.

Hüsrev için hayatında asıl kırılma noktası ise öleceğini öğrenmesidir. Bu saatten sonra ne leyli ne de onu içten içe rahatsız eden detayların bir anlamı kalmamıştır. İçinde yuvarlandığı boşluğu çocukluğuyla nihayete erdirmek ister. Kader ki buna mani olan da yine çocukluğudur.

Emin ve Leyli ikisi de Hüsrev’e söyledikleri yalanlar ile onu görmezden gelirken Hüsrev’in görünürdeki ani ölümü ikisini de vicdan azabına sürükler.

Hüsrev’in ölmesi filmin sonu değil zira Hüsrev filme sürekli dış ses, kendi ölüm hikâyesinin anlatıcısı olarak katılıyor.

Hüsrev’in ölümünden sonra, oyuncu olan Leyli’nin kocası ölmüş bir kadını oynarken istemsizce gülmeye başlaması düşündürücü bir başka yönüydü filmin. Leyli orada öylece dururken birden bire ölen kocasının ölümünden bir nebze de olsa kendini sorumlu tutuyordu. Bu yük ona ağır geliyordu belki de Hüsrev’i anlamaya başlıyordu.

Peki ya Hüsrev’in cenazesine gelen Emin’in ne yapacağına, hangi cümleyi kuracağına karar verememesi ve çektiği sıkıntı. Duygularımız bile bu kadar hesaplı mı? İçinden geldiği gibi davranmak bu kadar zor mu?

Hüsrev’in hayatında eksik olan şey anlam ve sevgiydi. Hayata dair hakiki bir derdi yoktu. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bayağı bir yol kat etmişti ama ona soluduğu nefesin ziyan olmadığını hissettirecek, ölüme mana katacak bir dertten yoksundu. Bulabilene ne mutlu.

Ali Musaffa, eşi Leyla Hatemi ile çektiği bir önceki filmi “Senin Dünyada Saat Kaç” ile beraber bu filmle de İran sinemasına yeni bir soluk getirdi. Bu film izlemiş olduğumuz pek çok İran filminden daha derin ve edebi. Filmin sonunda senaryonun James Joyce ve Tolstoy’dan esinlenerek yazıldığı belirtiliyor zaten. James Joyce ‘un “Ölüler” adlı hikayesini ve Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanını okuyanlar filmde izlerini göreceklerdir. Filmde karakterlerden birinin sesli olarak “Ölüler”i okuması da “Ben bunu nerden hatırlıyorum?” diyenler için bir hatırlatma ya da esere bir saygı duruşu olabilir.

Hayatı, ölümü ve duyguların sahteliğini düşünmek isteyenler izlemeli “Son Adım” filmini. Her şeyin mekanikleştiği şu günlerde samimiyeti sorgulamak gerek. Sevmek gerçekten karşındakini mi sevmektir yoksa onun sana verdiği duyguyu sevmek midir? Hakikaten ölümlerin arkasından bu seferde sıranın bize gelmediği için seviniyor muyuz içten içe? “Acı, Ölüm… Niçin?”

Nurdan Genç

Ahududu

Çocuk sahibi olamayan evli bir çiftin hikayesi olarak başlayan Ahududu filmi, bir kadının başkalarının çocuğunu kendi evladı gibi sahiplenmesiyle sonlanıyor. Gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız bu film, gerçek insan ve çocuk sevgisinin ne denli büyük olabileceğini gözler önüne seriyor.

Çocuk sahibi olmak isteyen fakat uzun uğraşlar sonucu başarılı olamayan Hamit ve Hüma, son çare olarak tüp bebek yöntemiyle şanslarını denemeye karar verirler. Birkaç taşıyıcı anne adayıyla görüştükten sonra yolları Rızvan ile kesişir. Rızvan, kendi halinde ve hasta kocasına bakan bir kadındır. Paraya ihtiyacı olduğu ve sevap işleme düşüncesiyle Hamit ve Hüma’nın taşıyıcı annelik teklifini kabul eder. Olaylar bundan sonra gelişmeye başlar…

İlk aylarda her şey yolundadır. Hüma’nın isteği üzerine, taşıyıcı annelik konusu anne babaları dahil en yakınlarına bile söylenmeyecektir. Hüma, çocuğu kendisi doğurmuş gibi davranmak istemektedir. Bu nedenle herkesten gizli geçen 3-4 ayın sonunda, Hamit ve Hüma çifti, düzenli olarak Rızvan’ı ziyaretlere devam etmektedir. Bu ziyaretlerden birine giderken talihsiz bir kaza geçirirler ve Hüma hayatını kaybederken, Hamit hafızasını yitirir. Hüma’nın hayatını kaybetmesiyle her şey değişecektir.

Kazanın ardından aileden bir türlü haber alamayan Rızvan endişelenir. Tüp bebek tedavisini uygulayan doktorun yanına gider fakat o da şehir dışındadır. En sonunda ailenin adresine ulaşır ve oraya gitmeye karar verir. Ancak bu sırada hasta eşi Kemal hayatını kaybeder ve eşinin erkek kardeşi akıl hastanesinden çıkarak bir süreliğine Rızvan’ın yanına yerleşir. Tüm bu gelişmeler, Rızvan’ın hayatının hangi yöne gideceğini şekillendirmektedir.

Rızvan, kayınbiraderinin onu takip ettiğinden habersiz, hafızasını kaybetmiş olan Hamit’in evine gider ve onunla çocuk meselesini konuşur. Aradan bir süre geçtikten sonra Hamit’in hafızası yerine gelir ve Hüma’yı, tüp bebekle sahip olacakları çocuklarını hatırlamaya başlar. Ancak bu sefer başka bir sorun vardır; Hamit, çocuğu istemiyordur. Ancak Rızvan, hamilelik 4 ayı geçtiği için bir cana kıymayı kabul etmez ve ne olursa olsun çocuğu doğurmaya karar verir. Çocuğu doğurduktan sonra babasına verecek veya o istemediği durumda kendisi bakacaktır. Bu sırada beklenmedik bir şey olur ve rahmetli kocasının erkek kardeşi, Hamit’i bıçaklayarak öldürür. Haberi karakolda alan Rızvan yıkılır. Her şey daha kötüye gidemez derken bebeğin de karnında öldüğü düşüncesiyle doktor ile buluşan Rızvan, bebeğin yaşadığını öğrenir. Rızvan ile minik bebeğin kaderi bir çizilmiştir ve bundan sonraki hayatları beraber geçecektir.

Son sahneye kadar izleyicide merak uyandıran Ahududu filmi, hayatın bizim için çizdiği yolları asla bilemeyeceğimizi anlatıyor. Bebek sahibi olmak isteyen bir çiftin mutlu hikayesi olarak başlayan film, gelişme bölümünde birçok dramatik olayla biçimleniyor ve sonunda yine buruk bir mutlulukla sonlanıyor. Ailecek, biraz duygulanarak biraz merak ederek izleyeceğiniz harika bir film.