Cennetin Rengi… Özgün adı Rang-e Khoda (Reng-i Hüda / Allah’ın Boyası); ama daha çok İngilizce adı The Color of Paradise ile biliniyor. İranlı yönetmen Mecid MECİDİ’nin katıldığı on üç festivalden de ödüller ve adaylıklarla çıkmış başarılı bir çalışması. İran sineması için mükemmel bir örnek.
Küçük Muhammed (Muhsin RAMAZANİ) kördür ve körlere eğitim veren devlet okulunda yatılı okumaktadır. Dönem sonu geldiğinde tüm aileler gelip çocuklarını alırken Muhammed de babasının (Hüseyin MAHCUB) kendisini almasını beklemektedir; ancak ilk gün gelen giden olmaz.
Önemli bir sahne: Babasını beklerken Muhammed bir yavru kuşun yuvasından düştüğünü işitir, daha doğrusu işittiği sesten ötürü ortada tehlikeli, sıra dışı bir durum olduğunu anlar. Yavruyu yemeye gelen kediyi kovar, sesi takip ederek yavru kuşu bulur, zor da olsa ağaca tırmanır, dal dal dolaşıp yuvayı bulur ve yavruyu anneye emanet eder. Bu sahne bize Muhammed’in zekasını, duyarlılığını, doğa sevgisini, azmini, hırsını anlatan uzun ve güzel bir sahnedir.
Muhammed zeki bir çocuktur; öğrendiği braille alfabesiyle dokunduğu her nesneden üzerindeki pürüzlerle bir isim yaratmaya çalışmakta, bilgilerini doğayla bütünleştirerek kendi dünyasında bir oyunda, bir arayıştadır. O kadar ki Muhammed kuşların seslerine bile kör alfabesindeki gibi nokta değerler vererek onların dilini çözmeye çalışmaktadır; zira kuşların konuştuklarından emindir. İleri sahnelerde görürüz ki aslında bu hareketleri Muhammed’in Allah’a ulaşma çabasıdır, O’nu bulma gayretidir. Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması üzerinden giderek Muhammed’in nasıl bir değer dünyasında yer almaya çalıştığı sonucuna ulaşabileceğimiz kanısındayım.
Dönem sonu okuma yazma sınavında Güneş’i yazarlar. Güneş dünyayı aydınlatır, ısıtır, enerji kaynağıdır ve güneşli günlerde hava aydınlık olur. Bu satırları öğretmenin ağzından duyduğumuz gibi bir kez de yazdıklarını parmaklarıyla okuyan Muhammed’in ağzından duyarız ve bu durum bizi güneş metaforuna zorlar. Köyüne dönerken nenesine ve kız kardeşlerine hediye alacak kadar duyarlı olan Muhammed’in Güneş’i köyü ve ailesidir. Film süresince benzer göndermelerle Muhammed’i çok başka bir değere yerleştiririz ister istemez ki Muhammed bu değeri fazlasıyla hak eden bir çocuktur. Belki de onun insanüstü -görmeye alışık olduğumuz insanın üstü- yapısıyla şiirsel bir ifadede yeniden hayat bulmasına şaşırmamaya alıştırırız kendimizi.
Muhammed okulda babasını bekleyedursun, babası bir gün sonra gelir Muhammed’i almaya; ancak Muhammed’i eve götürmeye çok da niyetli değildir bu aksi, suratsız adam. Geçimini dokuduğu halı ve kilimlerle sağlayan baba Ramezani neredeyse sadece halılarını satmak için gelmiştir şehre. Okul kapanmaktadır; babası mecburiyetten Muhammed’i alır, halılarını satar ve uzunca bir yoldan eve, köye, güneşe dönerler. Muhammed nenesine (Selime FEYZİ), kardeşlerine, rüzgâra, kuşlara, ağaçlara, eşsiz güzellikteki doğasıyla insanı büyüleyen köyüne kavuştuğu için çok mutludur. Ancak onu bekleyen bir tehlike vardır: Babası ölen karısının ardından yeniden evlenmek istemektedir ve evlenmeyi düşündüğü kızın ailesine Muhammed’den bahsetmemiştir bile; çünkü Muhammed onun için bir yüktür, bir utanç kaynağıdır.
Muhammed evinde, kardeşleriyle ve çok sevdiği nenesiyle kalmak isterken babası evliliğine bir engel olarak gördüğü Muhammed’i kendisi gibi kör bir marangozun yanına yamak olarak verir. Babasının oğlundan utanmasıyla, onu bir yük olarak görmesiyle gelişen bencilliği çok yanlış bir noktaya götürecektir aileyi. Muhammed’in marangoza (Murtaza FATİMİ) anlattıkları yürek yakıcıdır. O küçücük çocuk yürek yakan gözyaşlarıyla şunları söylemektedir:
“…Beni kör olduğum için istemiyorlar. Kör olmasaydım kasabadaki okula devam edebilirdim. Benden başka bütün çocuklar oradaki okulda okuyor; bense uzakta, körler okulunda okuyorum. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti, neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum; öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti, ama onu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak ona ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri de her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp ona ulaşmayı bekliyorum.”
Önceki sahneleri tamamlar niteliktedir bu açıklama.
Muhammed isminden de küçük bir çıkarım yapmak isterim: Muhammed’i canlandıran oyuncunun asıl ismi Muhsen RAMAZANİ; muhtemelen gerçek bir oyuncu değil, ancak gerçekten kör bir çocuk. Filmde Muhammed’in babasına ‘Ramazani Bey’ diye seslenirler; yani Muhsen’in gerçek soy ismi filmde kullanılıyor, ama ismi Muhsen yerine Muhammed olarak değişiyor. Bu değişimi hem kişiliğiyle hem de son sahnedeki -benim yorumumla- cenneti bulma mecazıyla birleştirdiğimizde Muhammed isminin de boşa seçilmediği sonucuna varabiliriz.
Bir önceki filmi Cennetin Çocuklarıyla Oscar’a aday olan ilk İran filmi başarısını kazanmış Mecid MECİDİ. Bu filmde İran sinemasının neden dünya sinemasında ayrı bir yerinin olduğunu isbatlar nitelikte muhteşem bir senaryo, kurgu ve üslûp bulacaksınız. İnsan doğasını doğayla harmanlayıp gerçek bir dünya yaratmayı başarabilen bir çalışma.
Cennetin Rengi… gözle görülebilen bir renk midir? Kim görebilir ki cennetin rengini? Bizler cennet gibi bir doğasıyla Muhammed’in köyünü, rengarenk kilimler için üretilen boyaları görürken, zevkle seyrederken; her nesneye, her sese dokunmaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan, küçücük kalbiyle kendini Allah’ı bulmaya adamış Muhammed’in cennete dokunduğunu görebilecek miyiz acaba?
Bir başyapıt… kaçırmayın…
M. A. BÜTÜNER