Allah Yakındır

Dün gece izleyebildim nihayet. Tasavvufla ilişkisi olmayan birisinin bu filmi nasıl bulacağını bilemiyorum. Aşkın zerresini tatmamış bir damak ne der? Böyle bir damağın lezzetine ilkin ne sunulmalıdır? Bir rüyanın bir rüya olmadığını, bir pin kodu görevi gören rüyaların hasıl olduğu yaşamların nasıl bir dönüşüme uğrayabildiğini nasıl anlatmalıdır bunu deneyimlememiş birisine? Deli denilmez aslında onlara diyebilmek ne mümkündür? Zaptedilemez ruhları arada bir şahlanıveren, uçarı-aşırı bulunabilen insanlara olan muhabbetimden bahsetmek için iyi bir yer midir film kategorisi?.. Farsça neden kulağıma hoş geliyor? Şair olmak için daha uygun bir dil var mı acaba?

Çekimlerinden, oyunculuklardan, filmden bahsetmek biraz yavan kalacak bu manada. Çok sevimli bir filmdi benim için. Yaşama olan coşkusu, neşesi ile deli zannedilen Rıza’nın yol izini izlemek isterseniz buyrun. Tasavvuf öğeleriyle bezenmiş, eski görünümlü bir film… Dini film kategorisinde geçiyor:

Hüda Nezdik Est (Allah Yakındır)

Şöyle bir anektod var filmde:

– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.
+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.
– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.
+ Başka bir Leyla’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği. İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın.. Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..
– Allah her yerde hazırdır. Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın. Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..
+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?
– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Yol İzi

Tala ve Mes

Özellikle dram alanında dünyanın yükselen yıldızı İran sineması. Hayatının içerisinde yer alan ancak yaşandığı anda çok da umursamadığınız bir çok detayı beyazperdede önünüze seriyor ve ‘Gerçekten de böyle oluyor’ cümlesini size defalarca kurdurtuyor. Yaşantınızda yer etmiş objeleri bir kadrajın içerisine ustalıkla yerleştiriyor ve ‘değer’ kelimesinin belleklerinizdeki karşılığını genişletiyor…Ciltler dolusu kitaplardan alacağınız bir mesaj, etkileyici bir sahnede vücut bulabiliyor.

Sadelik ve yalınlığın hakim olduğu ülke sinemasında, İtalya’da başlayan gerçeklik akımından etkilenildiğini söylesek yanılmış sayılmayız. Mesajın duru bir şekilde aktarılıp, böylesine derin bir etki bırakmasını sağlamak gerçekten kolay bir şey değil. İşte İran sinemasının bu duruluğunun en güzel örneklerinden olan, tam manasıyla da keşfedilmediğini düşündüğüm bir filmden söz etmek istiyorum. Farsça adı ‘Tala ve Mes’…Türkçesi ise ‘Altın ve Bakır’…

Homyoun Assadian’ın ilk filmi Altın ve Bakır. Oyuncu kadrosunda, Negar Javaherian, Sahar Dolatshahi, Mehran Rajabi, Behrouz Shaibi ve Javad Ezati gibi isimler var. Film, Seyid Rıza’nın ilim ve irfan öğrenmek için ailesiyle gittiği şehirdeki yaşam mücadelesini konu alıyor. Eşi Zehra Sadat hastalanınca bütün yükü omuzlamak zorunda kalan Rıza, bir yandan derslerini aksatmamaya çalışır, bir yandan da halı dokumacılığı yaparak evin giderlerini karşılamak için uğraşır. Bu iş göz sağlığını da olumsuz bir şekilde etkiler. Çocukların bakımı için de gecesini gündüzüne katan Rıza, zorlu bir hayatın üstesinden gelmek için tek kişilik bir seferberlik ilan etmiştir. Gözleriyle ilgili problemi de yakınındaki kimseyle paylaşmaz ve ders alamaz, veremez bir hale gelir.

İşte, hayatta üzerine düşülmeyen detaylar, filmde öyle güzel bir şekilde sergileniyor ki, küçük şeylerden mutlu olmanın bütün sırlarını sizlerin önüne seriveriyor. Adeta bir hayat dersi niteliğinde olan finalde ise herkes kendi üzerine düşen payı alıyor.

Anekdotlarıyla izleyiciye duygu seli yaşatan film, sorumluluklarımızı da hatırlatıyor bize. Hayatın inişlerini anlatıyor…İşte o inişlerde takınılması gereken tavrı hafızalara mıh gibi kazıyor. Bir gönle dokunmanın verdiği mutluluğu ustalıkla anlatıyor. Altını çizeceğiniz kitap dolusu satırlar vaat ediyor…

O satırlardan birinin altını ben çizeyim… “İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz…”

Filmde bu satırlardan çok var. Buyurun onları da siz çizin.

İlkay Göçmen, Haber Point

Altın ve Bakır

İran yapımı olan “Altın ve Bakır” 2011 yılında vizyona girmiştir. Farsça “Tala Ve Mes” Humayun Esediyan yapımıdır.

97 dakika olmakla birlikte dram ve romantizm konularına değindiği kaynaklarça belirtilse de bizler farklı bir yorum katmak isteriz.

Seyyid Rıza ana karakterimizdir. Eşi ve iki çocuğu ile birlikte İran’da yaşamakta ve bir yandan okumakla meşguldür. Hayat gâyesini üniversite okumak, kitap yutmak olarak edinen kimselerden olan Seyyid Rıza’nın eşinin başına sarsıcı bir olay gelir. Eşi MS (Multipl Skleroz) hastalığına yakalanır ve ev hanımlığı yapacak durumda olmamakla birlikte özel bakıma ihtiyaç duymaktadır. Hayatın (Allah’ın) öğretisi burada başlamaktadır. Kendisi mektebe düzenli bir şekilde gidememekte, onun yerine ev işleri, hanımı, çocukları ve evin geçimi ile uğraşmakta ve okumanın gerçekte ne anlama geldiğini bu süreçte kendisi daha iyi kavramaktadır. Film, eşinin kur’an okuması isteği üzere İnşirah sûresi ile kapanmaktadır. Âyetlerin mânâsı ile film içeriğini bağladığımız da (ki en yararlısı budur) bir müslüman kimliğin nasıl davranışlar sergilemesi gerektiği ön plana çıkmaktadır.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

“Senin için bağrını açmadık mı?
İndirmedik mi senden o yükünü?
O sırtında gıcırdamakta olan (ve bu şekilde sana eziyet veren) yükünü?
Senin şanını yüceltmedik mi?
Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var.
Evet o zorlukla beraber bir kolaylık var!
O halde boş kaldığında yine kalk yorul!
Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O’na doğrul!”

Europes Daily

CENNETİN RENGİ

Cennetin Rengi… Özgün adı Rang-e Khoda (Reng-i Hüda / Allah’ın Boyası); ama daha çok İngilizce adı The Color of Paradise ile biliniyor. İranlı yönetmen Mecid MECİDİ’nin katıldığı on üç festivalden de ödüller ve adaylıklarla çıkmış başarılı bir çalışması. İran sineması için mükemmel bir örnek.

Küçük Muhammed (Muhsin RAMAZANİ) kördür ve körlere eğitim veren devlet okulunda yatılı okumaktadır. Dönem sonu geldiğinde tüm aileler gelip çocuklarını alırken Muhammed de babasının (Hüseyin MAHCUB) kendisini almasını beklemektedir; ancak ilk gün gelen giden olmaz.

Önemli bir sahne: Babasını beklerken Muhammed bir yavru kuşun yuvasından düştüğünü işitir, daha doğrusu işittiği sesten ötürü ortada tehlikeli, sıra dışı bir durum olduğunu anlar. Yavruyu yemeye gelen kediyi kovar, sesi takip ederek yavru kuşu bulur, zor da olsa ağaca tırmanır, dal dal dolaşıp yuvayı bulur ve yavruyu anneye emanet eder. Bu sahne bize Muhammed’in zekasını, duyarlılığını, doğa sevgisini, azmini, hırsını anlatan uzun ve güzel bir sahnedir.

Muhammed zeki bir çocuktur; öğrendiği braille alfabesiyle dokunduğu her nesneden üzerindeki pürüzlerle bir isim yaratmaya çalışmakta, bilgilerini doğayla bütünleştirerek kendi dünyasında bir oyunda, bir arayıştadır. O kadar ki Muhammed kuşların seslerine bile kör alfabesindeki gibi nokta değerler vererek onların dilini çözmeye çalışmaktadır; zira kuşların konuştuklarından emindir. İleri sahnelerde görürüz ki aslında bu hareketleri Muhammed’in Allah’a ulaşma çabasıdır, O’nu bulma gayretidir. Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması üzerinden giderek Muhammed’in nasıl bir değer dünyasında yer almaya çalıştığı sonucuna ulaşabileceğimiz kanısındayım.

Dönem sonu okuma yazma sınavında Güneş’i yazarlar. Güneş dünyayı aydınlatır, ısıtır, enerji kaynağıdır ve güneşli günlerde hava aydınlık olur. Bu satırları öğretmenin ağzından duyduğumuz gibi bir kez de yazdıklarını parmaklarıyla okuyan Muhammed’in ağzından duyarız ve bu durum bizi güneş metaforuna zorlar. Köyüne dönerken nenesine ve kız kardeşlerine hediye alacak kadar duyarlı olan Muhammed’in Güneş’i köyü ve ailesidir. Film süresince benzer göndermelerle Muhammed’i çok başka bir değere yerleştiririz ister istemez ki Muhammed bu değeri fazlasıyla hak eden bir çocuktur. Belki de onun insanüstü -görmeye alışık olduğumuz insanın üstü- yapısıyla şiirsel bir ifadede yeniden hayat bulmasına şaşırmamaya alıştırırız kendimizi.

Muhammed okulda babasını bekleyedursun, babası bir gün sonra gelir Muhammed’i almaya; ancak Muhammed’i eve götürmeye çok da niyetli değildir bu aksi, suratsız adam. Geçimini dokuduğu halı ve kilimlerle sağlayan baba Ramezani neredeyse sadece halılarını satmak için gelmiştir şehre. Okul kapanmaktadır; babası mecburiyetten Muhammed’i alır, halılarını satar ve uzunca bir yoldan eve, köye, güneşe dönerler. Muhammed nenesine (Selime FEYZİ), kardeşlerine, rüzgâra, kuşlara, ağaçlara, eşsiz güzellikteki doğasıyla insanı büyüleyen köyüne kavuştuğu için çok mutludur. Ancak onu bekleyen bir tehlike vardır: Babası ölen karısının ardından yeniden evlenmek istemektedir ve evlenmeyi düşündüğü kızın ailesine Muhammed’den bahsetmemiştir bile; çünkü Muhammed onun için bir yüktür, bir utanç kaynağıdır.

Muhammed evinde, kardeşleriyle ve çok sevdiği nenesiyle kalmak isterken babası evliliğine bir engel olarak gördüğü Muhammed’i kendisi gibi kör bir marangozun yanına yamak olarak verir. Babasının oğlundan utanmasıyla, onu bir yük olarak görmesiyle gelişen bencilliği çok yanlış bir noktaya götürecektir aileyi. Muhammed’in marangoza (Murtaza FATİMİ) anlattıkları yürek yakıcıdır. O küçücük çocuk yürek yakan gözyaşlarıyla şunları söylemektedir:

“…Beni kör olduğum için istemiyorlar. Kör olmasaydım kasabadaki okula devam edebilirdim. Benden başka bütün çocuklar oradaki okulda okuyor; bense uzakta, körler okulunda okuyorum. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti, neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum; öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti, ama onu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak ona ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri de her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp ona ulaşmayı bekliyorum.”

Önceki sahneleri tamamlar niteliktedir bu açıklama.

Muhammed isminden de küçük bir çıkarım yapmak isterim: Muhammed’i canlandıran oyuncunun asıl ismi Muhsen RAMAZANİ; muhtemelen gerçek bir oyuncu değil, ancak gerçekten kör bir çocuk. Filmde Muhammed’in babasına ‘Ramazani Bey’ diye seslenirler; yani Muhsen’in gerçek soy ismi filmde kullanılıyor, ama ismi Muhsen yerine Muhammed olarak değişiyor. Bu değişimi hem kişiliğiyle hem de son sahnedeki -benim yorumumla- cenneti bulma mecazıyla birleştirdiğimizde Muhammed isminin de boşa seçilmediği sonucuna varabiliriz.

Bir önceki filmi Cennetin Çocuklarıyla Oscar’a aday olan ilk İran filmi başarısını kazanmış Mecid MECİDİ. Bu filmde İran sinemasının neden dünya sinemasında ayrı bir yerinin olduğunu isbatlar nitelikte muhteşem bir senaryo, kurgu ve üslûp bulacaksınız. İnsan doğasını doğayla harmanlayıp gerçek bir dünya yaratmayı başarabilen bir çalışma.

Cennetin Rengi… gözle görülebilen bir renk midir? Kim görebilir ki cennetin rengini? Bizler cennet gibi bir doğasıyla Muhammed’in köyünü, rengarenk kilimler için üretilen boyaları görürken, zevkle seyrederken; her nesneye, her sese dokunmaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan, küçücük kalbiyle kendini Allah’ı bulmaya adamış Muhammed’in cennete dokunduğunu görebilecek miyiz acaba?

Bir başyapıt… kaçırmayın…

M. A. BÜTÜNER

CENNETİN RENGİ (RANG-E KHODA)

Cennetin Rengi (1999)

Görme özürlü genç Muhammed Ramazani, Tahran’da görme özürlü öğrenciler için olan yatılı bir okula başlar. Muhammed yaşamdan zevk alan parlak bir çocuktur.

Okulun yaz tatiline girmesiyle Muhammed; dul babası Hashem, iki kız kardeşi (Bahare, Haniye) ve büyükannesinin yaşadığı köye döner. Hem büyük annesi ve kız kardeşleri hem de Muhammed üç aylık yaz tatili için eve döndüğüne çok mutludur.

Diğer taraftan Haşim, çocuğuyla iyi iletişim kuramamaktadır. Görme özürlü çocuğuna ailenin utanç kaynağıymış ve bir yükmüş gibi davranır. Yeni nişanlısına Muhammed’in varlığından bile bahsetmez. Haşim, Muhammed’in sorumluluğunu başından savmak için elinden geleni yapar. Örneğin, Muhammed’i çırak olarak yanına almak isteyen görme özürlü marangoza vermeye çalışır. Bu ise Muhammed için kaygılandığından daha çok oğlu için kaygılanan büyük anne için tam bir yıkım olur.

Büyük anne, oğlunun yüreğindeki Muhammed’in hak ettiği ve can attığı karşılıksız sevginin kaybolmuş olmasından kaygılanmaktadır.

Eğitimle Diriliş

Bu filmde kendimizi buluyoruz…

Yönetmenliğini İranlı Humayun Esediyan’ın yaptığı “Altın ve Bakır” filminde, bilim, aşk ve sorumluluğu bir arada bulmanız mümkün. Seyyid Rıza ismindeki bir adamın; ailesiyle birlikte bilim adına bir şeyler öğrenmek için geldiği kentteki yaşam mücadelesini anlatan filmde, etkileyici sahneler filmi izleyen kişinin içine işliyor.

İnsanların tutkuları ve sorumlulukları arasındaki bağı ve çatışmayı ince ince işleyen filmde, her kesimden insan kendinden bir şeyler buluyor. Bizleri alışılagelmiş Batı sinemasının cinsellik odaklı hikayelerinden uzaklaştırıp hayatın ta kendisinin içine sokan bu masum filmle birlikte, aşkı ve sorumluluğu öğreniyoruz. Baş karakter Seyyid Rıza’nın yavaş yavaş olgunlaşmasını, hayatın zorluklarına karşı verdiği mücadeleyi izlediğimiz filmin her sahnesinde kendimizi görüyor, yaşamın zorluklarını kabulleniyoruz.

Bilime ve kitaplara aç bir adamın kendisini eğitimini tamamlamak için öğrenmeye adamasının ardından, ona ve çocuklarına büyük bir aşkla bağlı olan karısının zamansız rahatsızlığının ortaya çıkmasıyla birlikte dengeler değiştiğini anlatır Altın ve Bakır bize… Kişinin asıl karakterinin zorlu zamanlarda ortaya çıktığını öğreten filmde yönetmen Esediyan, duyguları bize abartıya kaçmadan vermiş. Duygusal olalım diye düşünerek; ajitasyon yapmayıp, sade bir dille aşkı ve romantizmi anlatan filmde oyunculuklar da çok başarılı. Naif sahneleriyle; büyük bir bütçe harcanıp yayınlanan filmlerden çok daha başarılı olan Altın ve Bakır; büyük bir minnettarlık hikayesini anlatıyor bizlere… Emeğin ve aşkın mutlaka bir arada olması gerektiğini aklımıza ince ince işleyen film, bizi sıkmayan hikaye örgüsü ve duyguları net bir şekilde aktarabilen oyuncuları ile İran sinemasının kült filmleri arasına girmiş bulunmakta. Hepimizin içerisinde birçok ders bulabileceği hikaye, tıpkı filmin kahramanlarından hemşire Sepide’yi etkileyerek ona yol göstermesi gibi bizlere de rehberlik edebilecek nitelikte…

Verilen son sahnede Rıza’nın dinlediği derste geçen cümleler de hayatın gerçekliğini özetliyor…

“Herkes bir ömür boyunca cennetin anahtarını aradı. Bir hazine, bir kimya, yahut bir iksir… Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Onun oralarda bir yerlerde olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler, bunu arayanlar, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar.”

“İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!”