admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Reng-i Hüdâ

İran sinemasının usta yönetmeni Mecid Mecidi’nin bir başka güzel filmiyle karşınızdayız. 1999 yılı yapımı filmin orijinal ismi “Rang-e Khoda”dır ve Türkçeye “Allah’ın Boyası” ismiyle çevrilmiştir. Fakat İngiliz dili ve kültüründe bu mefhum karşılanamadığından İngilizce “The Color Of Paradise” , yani “Cennetin Rengi” ismiyle de bilinir. 1 saat 30 dakika süren film, İMDB otoritelerince 8.2 puanını fazlasıyla hak ederek almıştır.

Film, gözleri doğuştan görmeyen fakat kâinatı adeta “kalp gözüyle” arayan küçük Muhammed’i ve onun babasıyla olan hikâyesini anlatır. Filmle ilgili enteresan bir detay mevcuttur. Muhammed rolünü çok iyi oynayan Mohsen Ramezani, gerçek hayatta da görme engellidir ! Bu bilgiyi öğrendikten sonra daha farklı merhamet katmanlarında izliyoruz filmi. Nitekim Rang-e Khoda, sadece İran sinemasının değil, dünya sinemasının da en iyi dram filmleri arasında gösterilmiştir.

Film, her güzel işin başlangıcı olan “besmele”nin ekranda çıkan yazısı ile başlar. Ve ardından bir nidâ ile devam eder: “Ey gören fakat görünmeyen ! Yalnız seni ister, yalnız seni zikrederim !..”

Karanlık ekranda “bu kaset kimin ?” ve “benim” diyalogları arka planda duyulur. Bu sorgulama bir müddet devam eder fakat ekran hala karanlıktır, herhangi bir sahne gösterilmemiştir. Bu karanlık ve belirsizlik ile Mecidi, belki de görme engellilerle 1 dakikalık dahi olsa bizlere empati yaptırmaya çalışmıştır. Teyipte çalan çeşitli müzik kasetlerinden sonra sıra yanık bir ağıt kasedine gelmiştir ve bu kimin sorusuna Muhammed “benim, ninemin” cevabı verecektir. Bu cevapla ekran açılır, burası Tahran’da bir görme engelliler okuludur. Öğretmen, okulun yaz tatiline gireceğini ve velilerin yakında çocuklarını almaya geleceğini öğrencilerine söyler. Bu sırada Braille alfabesi ile yazılar yazan görme engelli kardeşlerimizin enteresan dünyasına da konuk oluruz. Muhammed ve arkadaşlarının dünyasından içeri girdiğimizde, aslında ne kadar boş şeyler için üzüldüğümüzü, küçük şeylerle nasıl mutlu olunabileceğini anlar, tefekkür ve şükür ederiz.

Tatil günü gelip çatar, çocuklar birer ikişer kendilerini almaya gelen ailelerine kavuşur. Fakat Muhammed’in babası bir türlü gelmez. Muhammed bekler, bekler, ve bekler… Bu ne uzun bir intizârdır ! Küçük Muhammed için saniyeler asırdır, kâinat ise kocaman bir sır… Bu bekleyiş esnasında ayrıntı fakat önemli bir sahne görüyoruz. Muhammed beklerken yerden bir kuş sesi duyar. Belki gözleri görmüyordur fakat kulakları iyi duyuyordur ve o cesaretlidir. Sese gider, kediyi kovar, ağaçtan düşmüş kuşu ağaçtaki yuvasına koyar. Çünkü Muhammed, en yüksek buzdağlarını merhametten eritecek kadar sıcak kalplidir. Bu kuşun sesini film boyunca ara ara duyuyoruz.

Uzun bekleyişten sonra gelir Muhammed’in babası… Fakat heyhat ki ona ondan utanan bakışlarla bakar. Öğretmene Muhammed’i götüremeyeceğini söyler. Annesi öldükten sonra onun bakımını yapamıyorum der. Fakat bu mümkün değildir. Baba Muhammed’i mecbur alır ve köyünün yolunu tutar. Yol uzundur, az giderler uz giderler, dere tepe düz giderler. Selvi boylu ağaçların yanlarından geçerler, yeşil yeşil tarlalara selam verir geçerler. Muhammed, bazen yolda çıkarır arabadan elini ve rüzgârı yakalamaya çalışır, bazen bir dere kenarında akan suyu tutmaya çabalar. Dokunur, hisseder, ve okumaya uğraşır kâinat kitabını… Bu masalsı yolculuğun ardından Muhammed, çok sevdiği kardeşleri ve ninesine kavuşmuştur. Ondan mutlusu yoktur artık.

Fakat bu mesutluk ânı uzun sürmeyecektir. Yeni bir evlilik yapmayı planlayan Muhammed’in babası, bu yüzden evde Muhammed’i istemez ve Muhammed’in istikbâlini öne sürerek onu görme engelli bir marangozun yanına çırak vermeye götürür. Üzgün Muhammed’in gözyaşları marangoz ustasının ellerine düştüğü zaman marangoz ne olduğunu sorar ve bu dramatik sahnede Muhammed’in meşhur yanıtıyla karşılaşırız: “Kimse beni sevmiyor. Ninem bile ! Kör olduğum için herkes benden kaçıyor…Öğretmenimiz, Allah’ın bizleri diğer kullarından daha çok sevdiğini söylüyor ama, ben de diyorum ki, madem öyle bizi kör yaratmazdı. Ki böylece O’nu görebilelim. Öğretmenimiz dedi ki, Allah görünmezdir, O her yerdedir, O’nu hissedebilirsin. O’nu parmağının uçlarını kullanarak görebilirsin. Ben de Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım ! Ve bulduğumda da, kalbimin tüm sırları dahil, her şeyi anlatacağım…”

Muhammed’in hasretine daha fazla dayanamayan Nine hastalanıp vefat eder. Annesinin ölümüyle yıkılan Muhammed’in babasına bir kötü haber de kız tarafından gelir ve evlilik hayali suya düşer. Kederli baba Muhammed’i marangozdan geri almaya gider. Dönüş yolunda ırmak üzerinden geçen at üstündeki Muhammed, tahta köprünün birden yıkılmasıyla çağlayan suya düşer. Vicdanıyla nefsi arasında kalan baba, acaba Muhammed’i kurtaracak mıdır ? Sürpriz sonuyla beraber yürekleri dağlayan “Allah’ın Boyası” filmini seyretmenizi ısrarla tavsiye ederiz.

Serçelerin Şarkısı

Kısıtlı bütçelerle çok iyi yapımlar çıkaran, son yıllarda özellikle “dram “ türündeki başarısı ile adından söz ettirse de, hala daha henüz keşfedilememiş bir mücevher madeni gibi, en derin kuytularda ay ışığı gibi parlayan İran Sinemasının, oldukça güzel bir filminin analiziyle birlikteyiz. Türkçeye Serçelerin Şarkısı olarak çevrilen filmin orijinal ismi Avaze gonjeshk-hadır. 2008 yılında çekimleri tamamlanıp izleyicilerin takdirine sunulan filmin yönetmenliğini, İran Sinemasının adını dünyaya duyuran ünlü yönetmen Mecid Mecidi yapmıştır.  1 saat 36 dakika boyunca izleyicisine keyifli anlar yaşatan film, dünyaca ünlü film puanlama sitesi IMDB’de The Song Of Sparrows ismi ile 7.9 gibi hatırı sayılır bir puan almış ve otoritelerce oldukça başarılı bulunmuştur.

Yönetmenin objektifinden “Hollywoodvari” abartılar zinciri şeklinde değil de, hayatın içinden gerçekleri cam gibi gözümüzün önüne bırakan Mecidi, bu gerçekçi yaklaşımı ile biz izleyicileri tek tek karakterlerin yerine koyarak gönlümüze bir kez daha taht kuruyor. Aslında film, ana karakter Kerim etrafında dönüyor ve onun başına gelen musibetlere karşı tavırları, oğluyla baba-oğul ilişkisi gibi kavramları ele alıyor. “Kerim” rolünü adeta yaşayarak oynayan Rıza Naci, Berlin Film Festivalinde en iyi erkek oyuncu kategorisinde Gümüş Ayı ödülünü almaya da layık görülmüş. Kerim’e filmde bir bakarsınız kızına işitme cihazı alabilmek için Tahran sokaklarında altında motorla taksicilik yapacak kadar merhametli bir babadır, ama bir de bakarsınız ki oğlunun masum küçük bir balık çiftliği hayaline günlerce direnecek kadar da inatçıdır. Bu iniş çıkışlar filmde de sürekli devam eder. Öyle ki göz  yaşlarınızın yerçekimine direnmesi hayli zor olacak bir sahneden hemen sonra bir de görürüz ki, kamyon arkasında çocuklarla beraber yolculuk eden Kerim,  trajıkomik bir biçimde İbrahim Tatlıses’in “Yalan Dünya” şarkısını seslendirir. Mecidi, hakikaten de bütün dünya uğraşlarının bir saman kağıdı kadar olduğunu unutmuş olan insanlığa bunu hatırlatmıştır.

Film, uçsuz bucaksız araziler arasındaki bir devekuşu çiftliğinin gösterimiyle başlar. Ana karakter Kerim burada çalışmaktadır. İşten eve o meşhur motoruyla dönen Kerim, ağır işiten kızı Haniye’nin işitme cihazının kaybolduğunu öğrenir. Evin yanındaki küçük su deposunda oğlu ve arkadaşlarını gören Kerim, onların işitme cihazını arama bahanesine inanmaz ve biraz daha sorduğunda çocukların orada balık aradığını öğrenince çılgına döner. Çamurlu suyun kurumasının yıllar alacağını ifade eder ve çocukların orada bir balık çiftliği kurma fikirlerine kapıları kapatır. İşitme cihazı orada bulunmuştur fakat kızla babanın yaptığı minik işitme testinde anlaşılır ki cihaz çalışmamaktadır. Cihazı tamirciye götüren baba Kerim, kızının sigortasının olmaması sebebiyle tamir için yüklü miktarda para gerektiğini öğrenince yıkılmıştır. Film bu noktadan sonra İran sinemasının dramatik-gerçekçi doğasının içine yavaşça dalar. Dalgınlıkla işe dönen Kerim’in ihmali sonucu bir devekuşu çiftlikten firar etmek için “iki nala” ayağa kalkar. Ki bu kovalamaca sahnesi, diğer devekuşlarının o zarif boyunlarını kaldırıp olan biteni seyretmesi hayli renkli görüntüler oluşturmuştur. Devekuşunun ufuktan kaybolmasıyla bir kez daha yıkılan Kerim, mücadelenin peşini bırakmaz ve o meşhur motoruyla bipayan tarlalar arasında samanlıkta iğne arama misal bir umut arayışa çıkar. Kerim gider yol gider, yol gider Kerim gider… Yönetmen Mecidi bu sahnelerde yaptığı uzaktan yol çekimleri ile, bir nevi insanoğlunun yolculuğunu anlatır. Elinde baston, sırtında kürkü ile “devekuşunu ancak devekuşu anlar” mottosuyla arayışına devam eden Kerim, birtakım izlere rastlasa da firari kuşu bulamamıştır. Çaresizce çiftliğe dönen Kerim, patronun dönmesi ile işten atıldığını öğrenir ve ekler: “Ama bu haksızlık…”

Ardından kızının işitme cihazının durumu için Tahran’a giden Kerim, bir tevafuk sonucu motoruyla taksicilik yapmaya başlamıştır. Tahran sokaklarında rızkının peşinde giden Kerim, bir gün yanlışlıkla müşteriden fazla para alır. Başta parayı farklı cebine koyan Kerim, dayanamaz ve o parayı da meyveler alarak harcar. Motora asılı meyve poşeti delinir ve meyveler suya akar. Burada 3 önemli nokta görüyoruz. Birincisi haram-helal hassasiyeti olan Kerim’e belki de haram lokma yemenin nasip olmamasıdır. İkincisi akıp giden nehire yuvarlanan meyvelerdir. Mecidi’nin önceki filmlerini izleyenler bilir ki Mecidi bu “akan su” imgesini çok sık kullanır, su onun için çok manalar ifade eder. Üçüncüsü de bu olayın Kerim’in ileride başına gelecek olan musibetlere bir sebep olabileceği hususunda ibretlik oluşudur. Bu noktadan sonra da başına çeşitli olaylar gelen Kerim, yine bazı hatalar yapar, hanımının kalbini kırar. Hala daha ısrarla balık çiftliği hayalinin peşinden giden çocuğu ve arkadaşlarına karşı çocukla çocuk olarak mücadele eder. Fakat bunların bedelini ağır bir kazayla da ödeyecektir. Bütün bu olanların yanında çocuklar hayalleri için çok uğraşlar vererek bir bidon dolusu balık kazanmıştır. Fakat bir kaza sonucu balıklar bidondan deniz kenarındaki yere düşer. Turuncu rengi balıkların sudan karaya düşüş anında hayatla savaş edercesine aheste aheste dansı, çocukların gözlerindeki kederle onları izleyişi, ağır çekimde yansıtılırken duygulanmamak elde değildir. Bidonun altı patlaktır ve çocukların çok zor bir karar vermesi gerekmektedir. Yoksa balıklar, gözyaşlarının dalgalara karışması eşliğinde denize mi dökülecektir ? İçerdiği tasavvufi manalar, aldığı güzel yorumlar, verdiği ibretlik dersler, dinlettiği o naif müzikleri ile Serçelerin Şarkısı filmi, en azından bir kere izlenmeyi hak ediyor deriz, vesselâm…

Birkaç Metreküp Aşk

2014 yapımı “Birkaç Metreküp Aşk” adlı İran filmi Tahran’da geçmektedir. Tahran’ın kenar mahallesinde yer alan bir fabrikada İranlı işçiler ve Afganistan’dan İran’a sığınmış kaçak işçiler çalışmaktadır. Bu mülteciler çok düşük ücretler ile adeta köle gibi çalıştırılmaktadır. Gündüzleri fabrikada çalışıp geceleri de aileleriyle birlikte fabrika yakınlarındaki birkaç metreküplük konteynır evlerde yaşamaktadırlar. Oldukça fakir bir hayat sürmektedirler. Kanları kıpır kıpır kaynayan Afgan kız Marona ile İranlı Sabir’in aralarında da yakınlık olur. Birbirlerine çocuksu ve oyun tadında derin bi sevgi duyarlar. Her ikisi de fabrikada çalışmaktadır. İş aralarında sürekli görüşürler.

Bir atölyede, işveren bir adam vardır. Oldukça yardımseverdir. Afganlara çalışacak iş ve kalacak yer imkanı sağlamaktadır. Bir İranlı tornacılık yapan dayısı için kalacak yer ve iş vermesini ister ama adam bunu hemşerisi olmasına rağmen kabul etmez. Adam Afganlara iş ve yatak verip dayısını neden kabul etmediğini sorar. Adam da onların hepsinin akraba olduğunu ve birbirlerine bağlı olduğunu, iyi anlaştıklarını söyler.

O arada da o kenar mahallede, gayet sağlıksız, hijyensiz ortamda, bir çocuk da sünnet olur.

Yağmur çamur demeden insanlar çalışmaktadır.

Bu arada Sabir ve Marona konteynır deposında sık sık görüşmeye devam ederler. Birlikte güzel vakit geçirirler. Marona eski resimlerine bakarlar. Afganistan’daki evlerinin resmini görür. Evlerine savaşta roket düşmüştür. Sabir’e annesinin ölmüş resmini, babasının ve kendi küçüklük resmini de gösterir.

Bazı kaçak işçiler de çok zor şartlarda çalışırken, polis geldiğinde dört bir yana kaçmaya başlarlar. İçerisi su dolu bir tünele saklanırlar. Polis işverenler konuşur ve kaçak Afgan işçi çalıştırmadığını söyler. Polis gidince de işçiler tekrar çalışmaya devam ederler.

Birgün Sabir evlenmek istediğini söylemek için teyzesini arar ama söyleyemez. Mahalleden bir adam çocuğun sünnet eğlencesi vardır onu davet etmeye gelir. Kendi kültür adetlerine göre kutlama yaparlar, danslar ederler ve oyunlar oynarlar. Sabir de davete katılmıştır. Gözleri Marona’yı arar. Marona da gelir tam karşılıklı otururlar ve sürekli bakışarak birbirlerine gülümserler. O gece mahalleden Sabir’in komşusu Aziz’in kuzeni ailesiyle birlikte Kabil’den gelmiştir.

Ertesi gün Sabir ve Marona konteynırda yine buluşurlar. Sabir Marona’dan onu sevdiğini söylemesini ister fakat o çok utandığı için söyleyemez. Sabir de kızın avcuna çiçek çizmek ister, kız önce inanışı gereği elini uzatmak istemez sonra çocuk dokunmadan sadece kalemin ucuyle kızın eline çiçeği çizer.

Atölyede bir Afgan ve İranlı Gaffur arasında kavga çıkar ve Sabir onları ayırır. Daha sonra işveren, Gaffur’un maaşından keser. O da işverene ağır laflar eder ve tokadı yer.

Bir sonraki gün işçiler yine çalışırken polis devriyesi geçer. İşçiler su dolu tünele koşa koşa giderler. Polis bu kez işçileri görür ve işverene gider. Biraz sonra Marona’nın babası Abdüsselama saklandıkları tünelden çıkar. Adamın canına tak etmiştir. Polise, Afganistan’a gideceklerini söyler. Polis tekrar kaçabilme ihtimalleri yüzünden inanmak istemez. Abdüsselama kızını da alır ve oradan uzaklaşırlar.

İşveren Gaffur çalışırken yakasından tutar ve onu kovar.

Morano ve babası evlerine giderler ve babası çıkış işlemlerini halledeceğini ve eşyalarını toplayıp gideceklerini söyler. Morano ve Sabir buluştuklarında bunu ona söyler. Her iki de ayrılacakları için ağlamaya başlarlar. Sabir Rahmet abisini arar ve onların gitmesini ertelemesi için yardım ister. Ayrıca evlenmek istediğini de söyler fakat adam pek sıcak bakmaz. Evliliğin kolay bir şey olmadığını dile getirir.

Sabir işverenden Morano’nun babasıyla bu evlilik meselesini konuşmasını ister ve adam da konuşur. O sırada Sabir de bu durumu Morano’ya anlatır. Abdüsselama bir hışımla eve gelir ve kızını arar bulamaz. Çok sinirli bir şekilde mahallede aramaya devam eder. Sonunda ikisi konuşurlarken kızını görür ve onları hırpalar. Kızını döver. Diğer taraftan de Sabir’i de döver. Abdüsselama onu, akrabalarının küçük düşürmemesini ister ve kovar. Kızını da sıkıştırıp elaleme rezil etmemesi için sakin davranmasını söyler ve eve doğru yönelirler. Sabir de onların evine gider ve kızını dövdüğü için haykırır. Adam evlenirlerse kendisini Afgan diye aşağılayacaklarını düşüneceği için evliliklerine karşı çıkar. İşveren adamı ikna etmeye çalışır. Gençlerin birbirlerine aşık olduklarını, onların önünde engel olmamasını ister. Diğer taraftan Sabir de Morano’yu arka tarafta görür ve onu birlikte kaçmaya ikna etmeye çalışır. Ama kız kabul etmek istemez çünkü babasını utandırmaktan ve insanların ona kötü sözler söylemelerinden korkmaktadır. Daha sonra abdüsselama kızını tekrar aramaya koyulur çünkü  araba gelmiştir ve gideceklerdir. Sabir de Morano’yu konteynırd saklar ve gitmesine engel olmaya çalışır. Kız çok korkuyordur. O esnada vinç, onların saklandıkları konteynırı, kestirme kaynak makinesi ile kesilmesi için kaldırmaya başlar. Konteynır kesilmeye başlar. Yardım için bağırmaya başlarla fakat kimse onları duymaz. Kzıın babası deli gibi onları arar ama bir türlü onlara ulaşamaz. Ve film acı bir sonla biter.

Birkaç Metreküp Aşk filmi insanları ırkına, dinine, diline göre değerlendirmememiz gerektiğini acı bir şekilde yüzümüze çarpıyor. Karşımızda hor gördüğümüz insanların da bir onuru, gururu hepsinden öte bir kalbi olduğunu unutmamamız gerekiyor. Kimse hayatını kendi elleriyle seçmiyor. Hayat bazen bazı insanların yüzünü güldürmeyebiliyor.

Vicdanın Sesi

Vicdanın Sesi” adlı film Tahran’da geçmektedir. Vahid Jalilvand’ın yönettiği İran filminin başrolünde Niki Karimi yer alıyor. Genç, dindar bir kadın olan Leyla bir fabrikada çalışarak geçimini sağlamaktadır. İşe küçük kızı Helya ile birlikte gitmektedir. Kocası Ali hasta ve felçlidir. Hayatını tekerli sandalyede geçirir. Bir gün, Celal adındaki zengin, vicdanlı ve yardımsever bir adam gazeteye verdiği reklamda yardıma ihtiyacı olan birine 10 bin dolarlık bağış yapacağını duyurur. Leyla, Ali’nin ameliyat olması için yardımsever olan Celal’in bulunduğu adrese gider ama kiminle karşılaşacağını bilmemektedir. Çünkü Celal, Leyla’nın eski nişanlısıdır. Bu nişan 20 yıl önce olmuştur. Celal, şuanda evli ve iki erkek çocuğu olmuştur. Biri hastalıktan ölmüştür.

Celal bağışı onlara yapmayı kabul eder. Ali, Celal’in neden karısını seçtiğine anlam veremez ve karısının Celal ile arasında hala bir şeyler olabileceğini ima eder.

Diğer taraftan Satari adında bir kadın vardır. Kuzeni İsmail onu bir adamın motosikletinde sarmaş dolaş görmüştür. Adamın adı Murtaza’dır. Satari, adamın kendisiyle evlenmek istediğini söyler. İsmail yine de kızı iffetsizlikle ve utanmazlıkla suçlar ve annesine söylemekle tehdit eder. Çünkü Satari’nin babası ölmüştür, eniştesi, teyzesi ve kuzeniyle yaşamaktadır. Murtaza’nın evine gidip onunla konuşmak için gitmek için kadını iteler, telefonundaki mesajları okur. Sonunda Satari, Murtaza ile dini olarak evli olduklarını İsmail’e itiraf eder. Bundan kızın ailesinden kimsenin haberi yoktur. Murtaza, kızı istemeye birçok kez gitse de Satari’nin ailesi izin vermemiştir; çünkü Murtaza’nın düzgün bir işi yoktur ve aile yaşantısı da dağınıktır. Onlar da evliliklerini gizlice yaşarlar. Bir gün Murtaza Satari’nin evine gelir teyzesi onu içeri almak istemez. O sırada İsmail pencereden görür ve aşağı iner Murtaza ile tartışmaya girerler. Tartışma esnasında sesler yükselir ve İsmail onların evlendiklerini haykırır. Teyzesi fenalık geçirir. İsmail Murtaza’ya vurmaya başlar. O anda İsmail’in bir arkadaşı da gelir ve Murtaza’yı döver. Eniştesi rezil olduklarını söyler ve İsmal Satari’yi evden kovar.  Satari, kocasının iş yerine gider ve Murtaza’nın işe gelemeyeceğini, onun yerine geldiğini söyler. Murtaza da birini dövdüğü için tutuklanmıştır. Adam da kadına yarın gelmesini söyler ama Satari’nin kalacak yeri yoktur. Orda kalmak için adamdan yardım ister. Ertesi gün Satari Murtaza’yı görmeye Karakola gider ve onu İsmail’in evden kovduğunu, gece onun işyerinde kaldığını anlatır. Daha sonra teyzesine gider. Dün gece neden evde kalmadığını, para vereceğini söyler. Satari de komşuların baktığını, gitmek zorunda olduğunu anlatır. Murtaza’nın onu neden kabul etmediklerini sorar. Ayrıca İsmail’in şikâyetini geri çekmesini de ister. Teyzesi de eğer boşanırsa onu kabul edeceklerini söyler.  Satari de yine Murtaza’nın işyerine gider, onun yerine çalışmaktadır. Binadaki çöpleri toplayarak tüm gün çalışır. Fakat oradaki görevli, orda yaşayan zenginlerin Satari’den rahatsız olduklarını, onun çalışmasını istemediklerini söyler. Satari de Murtaza’dan kan parası istedikleri için onun hala tutuklu olduğunu ve paraya ihtiyacı olduğunu anlatır. Adam da gazetede bir ilan gördüğünü, ona faydası olacağını ve bir iş bulacağını söyler. Murtaza’yı da ziyarete gider. Satari de hamiledir. Satari de Murtaza eğer çıkamazsa, bebeğiyle ne yapacağı hakkında endişelidir.

Gazetedeki ilan yüzünden sokakta kalabalık oluşmaktadır. Yardıma muhtaç insanlar, bu ilanla ortalığı karıştırır. Polis onları dağıtmakla uğraşmaktadır. Bu kadar çok paranın bağışı konusunda polis, yalan haber olduğundan şüphelenerek yardımsever adamı gözaltına alır. Adam da çok üzgündür. Birçok insan geceden beri yardım almak için beklemektedir. Sonunda en muhtaç olan insana bağışı yapacağına karar verilir. Birçok başvuru yapılır, onları incelerler.  Yardımseverin arkadaşı bu bağışın aptalca bir şey olduğu hakkında fikrini söyler. Çünkü bağış yapılacak muhtaç insanı bulmak çok zordur. Rastgele bir seçim yapmaya karar verirler ama herkesin ayrı ayrı çaresizliği vardır. Celal, suçluluk duygusu çekmemek için hala kararsızdır. Celal,  eve gider ve Leyla ile karşılaşmasını düşünür.

Ertesi gün Satari gelir ve ona paranın yarısını verebileceklerini, diğer yarısı için ise başkasına söz verdiklerini söylerler. Satari, Celal’e hamile olduğunu ve kocası dışarı çıkamazsa bebeğini doğuramayacağını söyler. Celal vicdan yapar ve eve gittiğinde altınlarını ona vermek için bulmaya çalışır. Karısı, Celal’in bu kadar yardımseverliğinden memnun değildir. Oğulları öldüğü için ikisinin de ruh halleri iyi değildir.  Celal, karısının onu anlamadığını düşünür ve o ilanı, acısı dinmesi için verdiğini söyler.

Celal ile Satari, onun bürosunda Leyla’yı beklerler. Onu arar ama Leyla’ya ulaşamaz. Son olarak çeki yazar ve Satari’ye verir.

Vicdanın Sesi filminde, bir yanda evliliğin ne kadar zorlaştırıldığı, insanların değerinin sadece paraya pula indirgendiği gözler önüne serilirken bir yanda da insanların yardıma muhtaç halleri ve yaşanan çaresizlik konu edinmiştir.

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Son zamanlarda sinemalarda gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ile alakalı çok ta iyi niyetli olmayan ve hakkaniyetten uzak tahripkârane menfi bir fırtına estirilmeye çalışıldığına müteessifane şahitlik ediyoruz.

1.5 milyarlık İslam dünyasında, Peygamber efendimiz (s.a.v) hakkında şu ana kadar “çağrı” filminden başka bir film yapılmadığını kabul ettiğimizde, efendimizin (s.a.v) hayatını böylesine kapsamlı bir şekilde anlatmayı hedef ittihaz etmiş bir projenin ilk bölümü olan mezkûr film daha gösterime bile girmeden, belli-belirsiz bazı zındıka komitelerinin ifsadıyla Müslüman dünyasının mukaddes İslam tarihinden bihaber kalmasına ve böylesi ciddi projelerin önünün kesilmesine çalıştıkları aşikârdır.

“…Eğer bu konuları bilmiyorsanız, işin ehline sorunuz.” (Nahl, 16/43) buyuran bir Rabbin kullarına, evvelen ve bizzat bu gibi tartışmalara neden olmuş konularda müdakkik bir nazarla araştırmak ve soruşturmak düşmez mi?

İstikametin bir lazımı olarak, ifrat ve tefrite düşmemek adına, şimdi ve her daim biz müslümanlara düşen en önemli görev, Bediüzzamanca; bu çeşit meseleleri insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan, münakaşa değil müzakere suretinde bir parça hasb-i hal etmektir.

İşte biz de mezkûr film üzerinden bir ehemmiyetli mevzuyu, siyak ve sibakını da nazara alarak, insafla ve hakkı bulmak niyetiyle ve böylece delil ve bürhana tabi olarak bir parça izah etmeye gayret göstereceğiz… inşaallah..

Şimdi evvela bu film ile alakalı bazı “gerçek” malumatları nazarınıza arz etmekte cidden bir fayda mülahaza ediyoruz;

  • Yönetmenliğini Mecid Mecidi’nin üstlendiği ve Hz. Muhammed’in(s.a.v) doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki çocukluk ve ilk gençlik dönemi ile İslam’ın doğuşunu anlatıyor “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi.
  • Çekimler için 30 milyon dolar harcanan, Senaryosunu Mecidi ile Kambuzia Partovi’nin kaleme aldığı film, Hz. Muhammed’in doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki yaşamını ve o yıllarda gelişen olayları, farklı bir bakış açısıyla ele alıyor.
  • Bu film, Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bugüne kadar çekilmiş ikinci film olma özelliğini taşıyor.
  • İki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren çekimler sonunda tamamlanan film için Mekke ve Medine platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, 40 yıl daha tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler oluşturuldu.
  • Filmin senaryosunun hazırlanması aşamasında, Türkiye’den Diyanet işleri başkanlığından da görüş alış verişinde bulunuldu. Bu görüşlerin bir kısmı yönetmen tarafından dikkate alınarak filmde kendini göstermiştir.
  • Ayrıca ülkemizde yapılan bu filmin galasında, Türkiye’deki seçkin ilim adamlarının da olduğu çok sayıda kişiye özel bir gösterim yapılmış ve netice itibariyle de ekseriyetin hüsn-ü kabülüne mazhar olmuştur.

İslam âleminde fırtınalar kopartan ilklerin filmi ile ilgili verdiğimiz yukarıdaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de bir şuurlu Müslüman nazarıyla, yapılan eleştirileri ve önyargıları da hesaba katarak; hem kendi şahsi âlemimizde, hem de insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir nefis muhasebesi yapacağız.

  • Sinema dili ile yapılan bir “beşeri” tasvirden başka, filmde “kesinlikle” peygamber efendimizin (s.a.v) yüzü, hiçbir şekil yahut surette gösterilmiyor.

Önyargılı, abartılı, haksız ve yalan bir surette dile getirilen bu iftira ile aslında Müslümanların iç dünyasında bu tür İslami başyapıtlara karşı bir olumsuz tepki geliştirerek, gaflet ve cehalet bataklıklarında uyumaya devam sağlanmış oluyor.

Diğer bir deyişle “bu filmi seyretmeyin..!” yahut “bu filmi seyrederseniz kafir olur, dinden çıkarsınız..!” gibi temelsiz iddia ve tehditlerin, aslında Müslümanları mukaddes tarihinden bağını koparıp, bütün gayretleriyle uzak tutmaya çalışan dinsizlerin işine geldiğini her daim hatırda tutmak icab ediyor.

  • Bu güzide filmin, İranlı bir yönetmenin eseri diye “Şii propagandası yapıyor” diye yaftalamakla iftira atmak, günümüzde bir sanat eserine bile yaklaşımın, cahilane ve yalan bir bakıştan öteye geçmediğinin üzücü bir örneğidir.

Hâlbuki iran sinemasının, ehl-i sünnet ve’l cemaatin istikamet yoluna uygun olmakla birlikte, kur’an ve hadisten beslenen Hz. Yusuf, Hz. Meryem,  Ashab-ul Kehf gibi nice şaheser filmleri ortadayken, bu iddianın ne kadar hakikatten uzak ve temelsiz olduğu da aşikârdır. Aynı zamanda bu filmin İranlı yönetmeni olan mecid mecidi; ‘Cennetin Çocukları’,  ‘Cennetin Rengi,  ‘Serçelerin Şarkısı’,  ‘Baran’ gibi İslami hayatın incelik ve gündelik hassasiyetlerini bütün çıplaklığıyla sinemaya aktaran ödüllü filmleriyle, uluslararası alanda haklı bir muhabbet ve teveccühe mazhar olmuştur.

  • “Çağrı” filminin ilk çıktığı yıllarda, islam dünyasının birçok yerinde Hz. Hamza gibi bazı sahabilerin aşikâre tasvirleri yapıldı diye, şimdiki gibi yine kıyametler koparmışlardı.

Hâlbuki sonradan anlaşıldı ki, hatasıyla-sevabıyla “bir” sinema filminin, İnsanlığa Allah’ın mesajını ulaştırmada ne kadar çok katkısı olduğunu bilfiil yaşadık, yaşıyoruz ve bu filmin tazeliğini yıllara meydan okuyarak ne denli devam ettirdiğini müteşekkirane müşahade ediyoruz.

Bundan dolayıdır, temelsiz ve manasız “Seyretmeyin..!” kampanyası yapan safdil hacı ve hocalara diyoruz ki; insanları rahat bırakın. Bırakın ki, artık herkes kendi hür iradesiyle, akıl ve fikriyle düşünsün ve kalb ve vicdanıyla da en doğru kararı versin.

  • 1400 sene öncesine ait dönemi yansıtma gayesi taşıyan bir filmi, görsellikten kaynaklanan bazı bahanelerle değersizleştirmeye hatta linç etmeye çalışmak, İslam dünyasının içinde bulunduğu hal-i hazır parçalanmış durum açısından son derece üzücüdür.

“Sinema dili” çok farklı ve etkili bir dildir. Bazen birebir tarihi gerçekler ve anlatımlar yerine, kurgular üzerinden sanatsal mesajını vermeye çalışır. Filmin yönetmeni de yer yer böyle yapmış, çağın ortamını ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) kişiliğini belki bilinmeyen olaylarla fakat genel durumu özetleyen sahnelerle sunmuş.

Filmde Peygamberi tasvir eden kişinin eli göründü diye kıyamet koparanlar, çağımızda Efendimizin (s.a.v) şahs-ı manevisinin bir eseri olan sünnet-i seniyyesinin taşıdığı mana ve ehemmiyetin; günlük hayatın akışı içinde unutulduğunu görmüyorlar mı?

Fetret asrında verilen ilahi mesajların, dünyevi çıkarlar uğruna mukaddesata dair ne varsa feda edildiği günümüz ahirzaman insanlarına dair hiç mi bir şey hatırlatmıyor?

Asıl kıyameti ve haklı tepkiyi, yanlışa “yanlış” ve doğruya “doğru” diyemeyen, farzları bırakıp büyük günahları serbestçe işleyen ve sabah akşam mukaddesatına küfreden Avrupai filmleri keyifle izleyen günümüz Müslümanları için koparmak gerekmez mi?

İnsanlığın kurtarıcısı olan Hz. Peygamberin (s.a.v), bu filmde çocukluğu anlatılmış. İslami hassasiyetlere mümkün mertebe dikkat edilmiş. Bazı konularda ise hassas davrananlar olabilir ama bu konuya bütüncül olarak bakmak gerekiyor.

Haşirdeki mizanda, İlahi adaletin tecellisinin keyfiyet yahut kemmiyete göre vuku bulacağına inanan bir toplumdaki Müslümanların, dünyada verdikleri hükümlerinde de aynı ölçüye riayet etmelerini beklemek gerekmez mi?

Evrensel bir başyapıt mesabesindeki böylesine geniş çaplı bir filmin ortaya çıkarılması, şüphesiz çok iyi araştırılması gereken, çok zor bir görevin neticesinde olabilecektir. Çünkü izleyenler bütün detaylara çok dikkat edecektir. Böylesine filmler den insanlar, islam ve islam tarihi hakkında çok şey öğrenecek. Sadece şimdi değil, bundan uzun yıllar sonra da tarihte çok değerli bir film olarak anılacaktır.

Avrupa kâfir zalimleri ve asya münafıklarının günümüzde islamiyeti bütüncül bir yaklaşımla düşman olarak görmeleri ve gizli-açık bütün araçlarıyla Müslümanlarla mücadele ettikleri bir dönemde; Müslümanlara düşen en büyük bir görev yine bütüncül bir yaklaşımla, yani hatasıyla-sevabıyla böylesine İslamiyet’e hizmet etme kabiliyetinde olan ve herkimden gelirse gelsin maddi-manevi tüm eserlere sahip çıkmaktır.

  • İlahi adaletin bir gereği olarak, menfaati ve sevabı, zarar ve günahına keyfiyeten yahut kemmiyeten galebe eden her kişi yahut eser muhabbete layıktır.

Yani burada “vesilelik” cihetine bakılması gerekiyor. Zira böylesi vesileler neticesinde, nice insanlar Müslüman olmakta, nice Müslümanlarında imanı kemale ermekte ve dahi nice insanlar en azından birer “salavat” getirmektediler.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar.

Onun için eğer böyle filmler de gerçeğe aykırı bazı sahneler yahut olaylar zikredilmiş ise de, bir bütün olarak telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.

  • Hristiyanlık dünyasının Hz. İsa hakkında, hiçbir kutsala dayanmaksızın yalan ve yanlış bir surette bugüne kadar yaptıkları yüzlerce film ortadayken; Hz. Peygamberin (s.a.v) hayatının işlendiği belki de bir ilk olacak böylesine kapsamlı bir filmin taşıdığı mana ve ehemmiyeti göstermez mi acaba vicdan sahibi her Müslümana?

Böylesi eserlerin ziyadeleşmesi için çaba göstermek, hiç olmazsa tebrik etmek, her insaf ve iz’an sahibi Müslümanın asli bir görevidir.

Zira dinsizliğin hüküm sürdüğü böylesine ikinci bir fetret döneminin yaşandığı asrımızda, din düşmanlarının en büyük bir silahı şüphesiz sinema sektörü olagelmiş ve bunu ziyadesiyle en etkili bir şekilde kullanmakla nice insanların imanlarına azm-u kast etmişlerdir.

“Düşmanınızın silahıyla, silahlanın” buyuran efendimizin (s.a.v) asırları aşan bu güzel sözlerinin bir hüsn-ü misal nümunesi olarak nazarımıza arz-ı endam eden, sinema sektörünün böylesine güzel filmlerinde emeği geçenlerden Allah ebeden razı olsun.

Böylesine güzel filmlerin sayısının çoğalmak suretiyle; maddi ve manevi akıl, kalb ve ruh dünyamızda nice iman tohumlarının ekilmesine bir zemin ihzar etmesini ve ecdadımıza layık birer Müslüman olmamıza vesile kılmasını Rabbimden niyaz ve temenni ediyorum.

Rahmet peygamberi, iki cihan sultanı Efendimizin (a.s.v) “Çocukluk” bölümünden sonra, ikinci ve üçüncü bölüm olarak “Gençlik” ve “Peygamberlik” bölümlerini de çekmeyi planlayan yönetmen Mecid Mecidi’ye hayırlı muvaffakiyetler diliyoruz.

Bediüzzamanca son sözümüz odur ki; Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış.

Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış.

O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme.

Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.

Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. (Mektubat)

Hasan Tayfur – NurdanHaber

10 Ramazan 1438

Bulutlarda Bir Ev

Bulutlarda Bir Ev 2014’te yayınlanmış, 80lerde İran-Irak Savaşının olduğu zamanlarda geçen bir İran filmidir. Filmde iki yakın arkadaş Mesut ve Emir’in başından geçenlerin hikayesi anlatılmaktadır. Bu iki arkadaş kapı kapı dolaşıp, ev sahibinin oğlunun arkadaşları olduklarını ve ona bir emanet göndereceklerini söylerler. Emanet de bir miktar paradır. Parayı ilk aldıkları evden mahalledeki diğer cepheye gitmişleri öğrenirler; fakat ev sahibi bir şeyler getirmek için eve girdiğinde kapıda cepheden gelen oğulları vardır. Mesut ve Emir’i içeri buyur ederler. O sırada iki arkadaş kaçarlar ve öğrendikleri diğer evlere de giderler. Bir sonraki kapıyı bebekli bir kadın açar ve paraları kalmadığını söyler. Evdeki diğer iki çocuk da kumbaralarını kırarak onlara parayı verirler. Yollarına devam eden ikili onları gören çocuğun onları yakalamasından korkarlar. Tabi ki yine de kapıları çalıp para istemeye devam ederler. Yolda az önce evde gördükleri çocukların elinde kumbara görüp, dolu olup olmadığını sorarlar. Küçük olan ağzından kaçırıp az önce onlara verdiğini söyler. İki arkadaş duruma üzülürler ve o evden aldıkları parayı geri götürürler. Son çaldıkları kapıyı 5-6 yaşlarındaki Meryem Sadat açar ve babaannesini çağırır. Filmin devamı evde para olmadığı için dünüründen para istemeye çarşıdaki dükkâna giden babaannenin dönüşünü beklemekle ve o sırada iki arkadaş ve Meryem’in diyaloglarıyla geçer. Bulutlarda Bir Ev filmi, babaannenin geri gelip iki arkadaşı yolcu etmesiyle son bulur.

Bulutlarda Bir Ev filmi, filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar kullanılan çekim tekniği ile izleyici filmin içine alıyor. Mesut ve Emir’in psikolojik durumları ve bunu ifadeleri çok başarılı bir şekilde hissettiriliyor. Filmde kullanılan müzikler de sahnelerle çok uyumlu. Yaşanan dramı ve vicdan azaplarını hissederek izliyorsunuz. Meryem Sadat’lı olan sahnelerde ise genelde bir gülümseme oluyor izleyicinin yüzünde. Küçük masum bir çocuğun saf halini gören iki arkadaş ona kıyamıyorlar ve kaçıp gidemiyorlar. Birçok tartışma ve olay geçse de babaanneyi bekliyorlar. Kapı her çaldığında korkan arkadaşlar, bir şekilde her şeyi atlatıyor ve babaanne gelip onları uğurluyor. Filmin sonunda görüyoruz ki, iki arkadaş yollarına devam ediyorlar fakat durumlarından ve insanları kandırmaktan mutlu değiller. Babaannenin oğlunun öldüğünü biliyor olması, filmin sonunda izleyiciye büyük bir ders niteliğinde oluyor. Filmin ilk sahnesinde kirli bir havuzdan toplanan balıklar, filmin sonunda temizlenmiş havuzun içinde yüzmeye devam ediyorlar. Bulutlarda Bir Ev güzel bir çekim ve müzikle son buluyor.

Deli Yüz [2014] film eleştirisi

Deli Yüz 2014 yılında vizyona girmiş bir İran filmidir. Film 7 oyundan oluşmaktadır ve her oyunun adı filmdeki karakterlerin isimlerinden oluşur. Film düşen bir adamın satrançta kalenin son hamlelerini anlatmasıyla başlar. Sonrasında hikâye başlar. Piruz adında bir genç sosyal medya ile çok ilgilidir ve bir sürü gruba üyedir. Mesut adlı biri onu da kendinin bulunduğu Annesizler-Babasızlar grubuna almak ister. Buluşup grubun gittiği kafeye giderler orada birkaç kişi ile tanışırlar. Aralarında bağımlı olan Mandana için madde bulmaya koyulurlar. Sonrasında Mesut’un Mandana’nın telefonunu almak için onunla iddiaya girmesi ile hikaye tam olarak başlar. Mandana bir ev gösterir ve oraya girip istediği şeyleri alabileceğini şu an evde kimsenin yaşamadığını söyler. Eğer Mesut bunu yaparsa ona telefonunu verecektir. Mesut eve girer. Evde kimse yoktur. Araba bekleyen diğerleri ise korkuyla Mesut’u beklerler. Sonrasında eve birinin girdiğini görüp Mesut’u ararlar; fakat Mesut oralı olmaz. Adama yakalanır ve kavga ederken telefonu düşürüp kaçar. Sonrasında herkes korkar ve ne yapacaklarını bilemezler. Filmin devamında bu olayın çözümü ve kişilerin olaydaki yerleri bölüm bölüm anlatılmaktadır.

Deli Yüz filmi korku ve dramın bir arada olduğu bir filmdi. Sahnelerin çoğu karanlık veya loş ortamlarda geçiyor. Her bölüm farklı karaktere odaklanması yaşanan olayların farklı açılardan nasıl yaşandığını bize çok güzel anlatmış oluyor. Yani olayı ve kişilerin durumlarını tek bir gözden değil hepsinin gözünden izlemek filmi ayrıcalıklı kılıyor. Filmin kurgusu ilk bakışta pek anlaşılmasa da bölümler ilerledikçe taşlar yerine oturuyor. Hep bir sonraki sahneyi merakla bekler şekilde izliyorsunuz ve bu da filmi rahatça izlemenizi sağlıyor. Filmde karakterlerin ayrı ayrı yaşamlarına değinilmesi de hikâyenin bütününü görmemize yardımcı oluyor. Aslında bir oyun ve eğlence olarak başlayan olaylar sonrasında karakterleri korkutan ve köşeye sıkıştıran bir hal alıyor. Senaryosu çok güzel olan Deli Yüz filmi gösterilen ilk sahne ile de son buluyor. Sonuç olarak film aslında bize, olaylar o an ne kadar önemli olursa olsun sonrasında sadece sosyal medyada paylaşılarak zamanla unutulduğunu gösteren etkileyici bir filmdi.

Kızlar Bağırmaz!

Ülkemizin ve tüm dünyanın en büyük facialarından birisi olarak nitelendirebileceğimiz çocuk tacizi, bu filmde çok kaliteli bir biçimde bizlere sunuluyor. İran filmleri arasında beni en çok filmlerden birisi diyebileceğim Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz 2013 yapımı. Her ne kadar yayınladığı zamanlarda ses getirmese de, son zamanlarda gerektiği ilgiyi görmeye devam ediyor. Acıyı, çaresizliği ve korkuyu bize hissettiren bu film, çocuk tacizi meselesine etkileyici bir biçimde değiniyor. Düğün hazırlığı yapan iki gencin mutlu hayatını göstererek başlayan bu film, gelinin damadın yanına kanlar içerisinde gelmesi ile devam eder. Bu kanlı tabloyu bize korku unsurları ile veren filmde gerilim ve dram da ön plandadır.

Baş karakterimiz yani gelin olan Şirin’in damadın yanına geldiği zaman üzerine bulaşan kan, öldürdüğü kapıcının kanıdır. Ağır bir aletle tanımadığını söylediği kapıcıyı öldürmüştür. Olaylar bundan sonra büyük bir muammaya döner. Bu durum karşısında Şirin’in ailesi ve damat büyük şok geçirir. Onlar da ne olduğunu anlayamaz ve Şirin de bu konu hakkında bir daha hiç konuşmaz.

İşte bu noktada film, toplumun en büyük kanayan yarasına parmak basmış olur. Çocuk tacizi dünyada oldukça fazladır ve çoğu insan yaşadıkları konusunda asla konuşmayarak ölene kadar bu sırrı ve yaşadıkları travma ve acıyı kendileriyle beraber saklar. Hatta mezara kadar götürür. Çünkü çocuk tacizi, tacize uğrayan kişi için bir utançtır. Çünkü bu duygu toplumda kalıplaşmış ve yıkılması mümkün olmayan bir meseledir. Kısacası çocuk istismarı konusundaki üç maymunu anlatır bize bu film…

FİLMİN TEMPOSU

Film oldukça tempolu geçmektedir. Sırlar, muamma, acı bütün duyguları iliklerimize kadar hissettirir. İran filmleri arasında en etkileyicilerden birisi olan Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz, toplumun ve ailenin sorumlulukları ve suçlarını da yüzümüze vurur. Göz yaşlarınızı tutamayacağınızı garanti edebileceğim bu filmi izledikten sonra bir süre kendinize gelemeyecek ve hayattaki tüm olumsuzlukları sorgulayacaksınız. 1 saat 45 dakika süren film, cinsel istismar konusunda yapılan en etkileyici filmlerden birisidir. Hatta mihenk taşı olarak adlandırmamız bile mümkün.

Oyuncular da büründükleri karakteri o kadar iyi yansıtıyorlar ki sanki gördüklerimiz gerçekmiş gibi düşünüyoruz. Aslında tabi ki gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılan bu film, empati kurmanızı sağlayacak. İranlı yönetmen Puran Derexşande’yi bu filmden sonra takdir edeceksiniz…

Cennetin Çocukları: Etkileyici bir dram…

Benim için İran filmleri dendiği zaman akan sular durur. Bu farklı kültürde yer alan filmler de hepimizi şaşırtacak derecede kaliteli ve değişik konuları işler. Özellikle bir film var ki benim için oldukça önemlidir ve uyandırdığı hisleri size anlatmak isterim.

FİLMİN KONUSU

1997 yapımı Cennetin Çocukları, birbirini çok seven ve hayattaki her şeyi birbiriyle paylaşan iki kardeşi anlatmaktadır. Ali ve Zehra, fakir bir ailenin çocuklarıdır ve bütün eşyalarını (ayakkabıları da dahil) beraber kullanmaktadır. Bunun sebebi de Ali’nin Zehra’nın ayakkabısını kaybetmesi ve zaten geçim sıkıntısı çekmekte olan babalarından korktukları için durumu açıklayamamalarıdır. Bu durum bir süre böyle devam ettikten sonra Ali’nin aklına bir fikir gelir. Bu fikirde ise koşu yarışmasına katılacak ve üçüncü gelerek hediye verilecek olan ayakkabıyı alacaktır. Bu film bize başarının ve paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Yarışmaya hazır hale gelen Ali, ne kadar uğraşırsa uğraşsın birinci gelir ve ayakkabıları alamaz. Başarıdan zevk alamaz çünkü ayakkabıları alamamıştır. Üzerinde bir yük vardır ve birinci olması bile bu yükü onun üzerinden kaldıramaz. Yoksulluğu ve zorluğu bizlere iliklerimize kadar hissettiren bu film, başarı ve başarısızlık arasında gidip gelmektedir.

ANLATIM DİLİ

Filmin en başından sonuna kadar duygusal bir akıma kapılıyoruz. Her ne kadar basit anlatımlar ve basit diyaloglar olsa da İran filmleri arasında en etkileyici olanlardan birisi Cennetin Çocukları, hayatın gerçeklerini yüzümüze tokat gibi vurmaktadır. Başta Ali olmak üzere filmdeki her oyuncu, o karaktere tam anlamıyla bürünerek bize tüm hissiyatı net ve detaylı bir şekilde vermektedir. Çocuk oyuncuların bu başarılı rolleri, çocuk yaşta yaşadığımız tüm mutlulukları ve korkuları iyi bir şekilde ifade etmektedir. Doksan dakika süren Cennetin Çocukları, bizlere hayattaki amacımızı, yaptıklarımızı ve lükslerimizi sorgulatacak. Dışarıda birçok çocuk geçim sıkıntısı çekerken hayattaki amacınızı bu film sayesinde emin olun sorgulayacaksınız.

Söğüt Ağacı

“Ben Yusuf, beni hatırladın mı? Hani dünyanın bütün güzelliklerini görmekten mahrum bıraktığın ve hiç şikâyet etmeyen kişi… Aydınlık yerine karanlıklara dalan ve itiraz etmeyen… Bunca çektiklerim yetmedi de üstüne yenisini mi ekleyeceksin şimdi…”

Sekiz yaşlarında oynadığı havai fişeklerden dolayı gözünü kaybeden orta yaşlı bir profesörün tekrar görmesini konu alan Mecid Mecidi‘nin “Söğüt Ağacı” filmi böyle dokunmaya başlıyor yüreğimize. Aniden ortaya çıkan tümör hayatını tehdit edince soluğu Fransa’da alıyor. Yaşama tutunabilmek için tehlikeli bir ameliyata girmesi gerekiyor. Ama hayatın ona bir sürprizi var, ameliyatında risk olmadığı gibi görme yeteneğini kazanma fırsatı da çıkıyor karşısına…

“Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam da Senin azametini iyi bilmemekmiş. Şimdi anlıyorum ki, beni rahmet defterinden silmemişsin, beni unutmamışsın. Benimlesin ve beni koruyorsun…”

Allah (c.c) kullarına merhamet nazarıyla bakar, bunda hiç şüphe yok. Acaba biz sahip olduğumuz nimetlerin farkında mıyız? Her lütuf karşısında daha fazla şükür ve daha fazla haz alır ya, lakin pusuda yatan bir avcı var. Nefis… Bunu Yusuf’un hastane arkadaşı türküyle çok güzel dile getiriyor.

“Aman avcı vurma beni.

Ben dağların maralıyım”

“Yarın göz bantlarımı açacaklar… göreceğim… görmeyeceğim… göreceğim… görmeyeceğim…”

Nimetler ağır bir yüktür. Kaldırabilir miyiz? Karınca kendinden ağır olan bu yükü nasıl kaldırıyor? Sırrı nedir?

Ya Yusuf Ağa kavuştuğu gözlerinin hayatına kattığı güzellikler ve beraberindeki getirilerini kaldırabilecek mi?

Ve işte renklerin dünyasıyla karşılıyor dünyayı, havaalanına giderken. İlk imtihan orada başlıyor. Yoluna güller seren kim? Eşi hangisi, keşke şu güzel olan olsa! Korkunç bir imtihan, hiç görmediği eşi ile karşı karşıya. O da kendisi gibi yaşlanmış. Oysa daha genç ve daha güzel olan bayanlar var. Onlardan biri eşi olsa ne olurdu ki? Arzu kapısı gözleriyle birlikte açıldı artık…

Geniş ve konforlu bir evde karşılanıyor Yusuf Ağa. Büyük bir merasim ve güzel bir karşılama… şimdi de kendi evinde. İşte görmeden her gün geçtiği gittiği yerler. Şimdi görebiliyor ve bir hayal kırıklığı…

Görmediği zaman daha güzel buluyordu buraları, cennet bahçesi gibiydi…

Eşi ilk defa karşısına çıkacak, bir gelin gibi mahcup ve utangaç. Eskiden Yusuf Ağa görmüyordu onu, artık görüyor ve güzel görünmek istiyor. İlk heyecan ve ilk hayal kırıklığı…

Arzuların pençesine düşünce ömrümüze kar yağıyor, kış giriyor hayatımıza.

Dünyanın aldatıcı yüzü, işlenen günahlar, fakir zengin dengesizliği her şey çıplak bir şekilde karşısında artık, tıpkı yapraklarını dökmüş ağaçlar gibi.

Bahar geliyor ama kendisi için değil…

Dünyanın şatafatı ve gösterişi huzurunu yok ediyor, aydınlanan dünya bitmez tükenmez arzularla çirkinleşiyor.

Ve isyan bayrağı birbirine ihtiyaç olmadığını anladığın an başlıyor eşler arasında. Ben sana muhtaç değilsem “hayatıma karışma ve özgürlüğümü kısıtlama” diyor Yusuf Ağa.

Arzularımız çok büyük, onların tümünü elde etmek mümkün değil. Onlar elde edildiğinde de yerine yenisi ve daha büyüğü gelir. Elde edilmesi zorlaştıkça onlara olan tutku ve esaretimiz artar. Ömrümüz tükenmeden onlar tükenmez. Uyanmak ve bu esaretten kurtulmak gerek.

Aha hevesler… Yaşadığın cenneti cehenneme çeviren hayaller… ve ateşe verilen bütün yaşanmışlar. Pişman olacağız ama önce bu dünya bizi iyice rezil etmesi gerek. Bize bahşedilen nimetlerin gücünü hissettiğimiz sürece, onlara güvendiğimiz sürece pişman olmak çok zor. Evvela güçsüzlüğümüzü fark etmemiz gerekiyor. Burnumuzun iyice sürtmesi lazım.

Yola düşüyoruz, umut yolculuğuna. Ama yol yanlışsa hedeften uzaklaşırsın. Gidişin ne kadar hızlıysa hedefinden de o denli hızla uzaklaşırsın.

Önce arınmalı, günahlar kirlidir çünkü. Onlardan kurtulmak ve arınmak bedel ister. Gözyaşı ile kan ile temizlenmek lazım. Onlardan kurtulmak için bedel ödemeye hazır mısın?

Hayatında özel bir yeri olan Söğüt ağacını göremeden tekrar kör olur Yusuf.

Zaman hızla akıp geçiyor. Geri dönüşü olmayan hatalar ve günahlar var. Saatçi ve saat bize bunu anlatıyor. Yanından geçiyoruz ama fark etmiyoruz. Gözümüz var, görmüyoruz.

Kör olunca kalp gözü açılır, ibret alana. Tekrar yolunu bulur Yusuf Ağa.

“Allah’ım! Yeni bir hayat için bir daha bana fırsat vermeni istiyorum.”

Azıcık bir zamanda dünyanın aldatıcı ve helak edici güzelliklerini gördü. Gerçek nur, kalbinde yeşeren filiz, ardından nedamet gözyaşları…

Kitabı kapatınca kararan hayat ve kitabı açınca yeşeren umut, Söğüt Ağacı… ailece izleyin.

Ahmet Demir, Doğru Haber