admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Baran her kalbe yağmaz…

Mecid Mecidi’nin 2001 yılında yaptığı ve yaklaşık 17 ödül alan filmi; Baran.

Rus işgali sonrası ortaya çıkan Taliban yönetimi ve ardından gelen Amerikan işgalinin yarattığı kaotik ortamdan dolayı İran’a göç eden Afganlı muhacirlerin dramını fon olarak kullanan bir film. Asıl derdi ise modern dünyaya gerçek bir aşk masalını okumak. Aşkı katledip çirkinleştiren bütün düşünceleri yerle bir ederken aşkı haram kılanlara da meydan okuyor.

İlk önce şunu söylemiş olalım. Film baştan sona tamamen alegorik bir anlatım. Hikayeyi bu şekilde okursak yönetmenin maksadına ulaşabiliriz. Salt görünenlerle kifayet etmek yönetmene çok büyük haksızlık olur. Öyleyse sahne sahne başlayalım anlatmaya…

Latif inşaatta çalışan hırçın, asi, kinci ve kabına sığmayan Azeri bir delikanlı. İşi işçilerin yemeği ve çayını hazırlamak, yani zor değil. Müteahhidin yanında babasının emaneti olarak çalışıyor.

Hikâyemiz İnşaatta çalışmaları yasak olan Afganistanlı kaçak işçilerden Necef’in dördüncü kattan düşüp ayağını kırması ile başlar. Necef geçinebilmek için yerine oğlu Rahmet’i gönderir. Kısa bir süre sonra Rahmet’in inşaat işlerinde çalışamayacağı anlaşılınca Latif’in işini alır. Latif işini kaybedip inşaatın zorluğuyla tanışınca Rahmete kin duyması kaçınılmazdır ve ona çektirmediği kalamaz, ta ki onun erkek olmadığını görünceye kadar. Rüzgârda mutfağın uçuşan perdelerin arasında, kirli bir aynada saçlarını toplarken görür onu.

Bir esinti ve hakikati örten hicabın yırtılması… gerçekler apaçık ortadır. Maşuku görüp âşık olmamak mümkün mü?

Hakikat perdeler arasında gizli, kalp onu görmeye meyyal ve akıl bundan habersiz. Bir nazar yeterlidir, divanelik başlar Mecnun olur, Ferhat olur, Latif olur taştan kalp. Ferhat gibi dağları deler, balyozla. Dağ delinir ışık huzmeleri saçılır dünyasına. Kalbi kafesteki kuş gibidir, aşkına nazar etmektir tek derdi, bir daha görmek, bir daha görmek…

Leyla yemek dağıtır da Mecnun orda olmaz mı? Herkese tek tek ekmeğini uzatırken ona farklı davranmasını bekler; mesela tasını fırlatmasını, ya da ekmeği başına çalmasını ya da başka bir şey. Ama Leyla henüz Leyla değil ki… Mecnunun kalbi yangın yeri… Görebileceğiniz her ateş onun kalbini yakan ateşten daha soğuktur…

Ve işte Leyla ona özel çay koyar bir duvarın üstüne. Artık ölse de gam değil… İnanmıyorsanız Baran’ın kontrol memurlarından kaçtığı sahnede latifin çabasına bakın. Dayak, gözaltı, ceza hiçbir şey umurunda değil.

Tam da aşkın ırmağında coşmuşken Afganlılar artık çalışmayacağı için firak başlar. Güvercinler sevdanın masum yoldaşları, ona maşuktan bir hediye sunuyor; maşukun saçının bir tek teli, mahrem mi mahrem, ateş gibi dokunması yasak. Ey kutsal ayna, maşuku gösteren ayna, aşkı tattıran ayna, umudu yeşerten ayna, var mı dünyada bu derde bir çare be ayna! Latif’in kalbi zemheride yangın yeri…

Yalnız olanların komşusu Allah’tır, diyor ayakkabı tamircisi. Latif o serseri ve kaba genç aşkın en gizli sırlarına kalbini açıyor. Aşk diye bildiği ve zevk olarak anladığı duygunun bir bilinç, bir farkındalık olduğunu öğrenince yanıp küle döneceğini anlıyor.

Ve Latif yalnızlık imtihanındadır. İzin alır, Baranın peşine düşer. Baran çok kötü şartlarda çalışmaktadır, babasının ayağı kırık, ailesine bakmak zorundadır. Latif bir yıllık çalışmasının karşılığı olan parayı müteahhitten alır ve Baranın babasına gönderir. Ulaşmaz, zaten aslolan ulaşması değildir. Aslolan aşkı uğruna neyi varsa feda edebilmektir. Maşuk biliyor mu, o da mühim değil. Maşukun buna layık olması yeterlidir.

Biraz parası vardır kutuda, daha önce verdiğinin yanında hiçtir aslında. Onu da alır ve Baran’ın babasına koltuk değneği alır.

Baran’ın babası inşaata, müteahhitten borç istemeye gelir ve eli boş döner. Latif’in buna dayanacak gücü var mı? Yok elbette! tek varlığı kimliğidir, onu satmaya yani benliğini bağışlamaya hazırdır. Kimliğini satar ve parasını müteahhidin gönderdiğini söyleyerek Necef’e verir. Artık benliği tamamen yok olmuştur. Pervane ateşi seyretmekten vazgeçmiş, ateşin merkezine atmıştır kendini…

Necef Afganistan’a geri dönmek zorunda olduğunu ve dönüşte borcunu mutlaka ödeyeceğini söyler. Latif minnet etmeyecektir, hangi âşık maşuku için yaptıklarını dile getirmeye cüret edebilir ki? (Şehvetperestlerin aşk dediği ihtiraslarını bu temiz vadiye yaklaştırmayın lütfen.) Necef’in içi rahat olsun diye borcu olmadığını ve rahat bir şekilde gidebileceğini söyleyip firak dolu hayata doğru koşar, çaresizdir. Yolu türbesi olan bir mescide düşer, daha önce ona yol gösteren güvercinler yerine bu sefer kırmızı balıklar vardır. Yine bir esinti ve aralanan perdeler, yine yırtılan hicap ve ortaya çıkan hakikat; bu defa hakiki maşukun evindedir… Aşka boyun eğmek demek, huzura girerken şapkayı çıkarıp tevazuuyla girmek, tam teslim olmak demektir…

Ve veda sahnesi, aşk filmlerinin en vazgeçilmezi…

Sindrella’nın kristal pabuç masalına karşı, gerçek bir lastik ayakkabı gerçeği… bir daha dönüşü olmayan bir ayrılıktır bu ve maşuktan geriye kalan sadece bir ayak izi… Latif o kadar mutludur ki o ayak izini seyrederken. Zaten âşık maşukuna hiçbir zaman doyasıya bakmaya cesaret edemez, ancak ondan kalan ize, işrete bakabilir. Bu iş bu kadar sade ve bu kadar durudur.

Baran’ın ayak izi ve yağan baran; bütün kâinatı kuşatan ve bütün aşk ateşlerini soğutan, onları silip süpüren hakiki aşkın gücü. Rahmettir, Baran‘dır onun adı…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Serçelerin şarkısı

Bir İran filmiSerçelerin şarkısı

Tahrana yakın bir kasaba ve hayat standartlarının altında yaşayan bir aile… Baba Kerim Ağa, bir deve kuşu çiftliğinde çalışıyor. Bir anlık dalgınlık ile kaçan bir deve kuşu, Kerim Ağa’nın işten kovulmasına neden oluyor.

Kerim Ağa’nın bir de işitme cihazı kullanan bir kızı var. Kız; cihazını, çocukların balık yetiştirip zengin olma hayallerini kurduğu su ambarında, suya düşürüyor. Tabi bu da ayrı bir sorun. Baba, yenisini alacak ama parası yok, çünkü artık kendisi bir işsiz.

Rızık endişesinin ne kadar yersiz olduğunu, çalışan için her zaman iş bulunabileceğini, hiç beklemediği bir anda başladığı işle öğretiyor bize Kerim Ağa. Bir anda, Tahran’da yaygın olan motorsikletle yolcu taşıma işinde buluyor kendini.

Hikâye böylece başlıyor ve hayatın olağan akışı içinde kaybolup gidiyoruz. Aslında kerim Ağa’nın hikâyesi değil bu, herhangi birimizin hikâyesi. İçimizdeki bütün masum duyguları iğneyle kazar gibi derinliklerimizden çıkarıp gün yüzüne çıkarıyor. Günahsız ve hak üzere, harama bulaşmamış bir hayat; ne kadar çetin olursa olsun, baharda çıkan bir erik kadar güzel.

Fakirlik, bu dünyanın en son derdi Kerim Ağa için. O kadar zengin bir aile ki, işten kovulurken ufak bir tazminat gibi verilen devekuşu yumurtasını bütün çevresi ile paylaşıyor menemen tadında. Hiç deve kuşu yumurtası ile yapılan menemen yiyeniniz var mı?

Hayat onu sınıyor ama o yüz vermiyor, dik duruyor. Yalanlar, sahtekârlıklar ve maddi fırsatlar… Ufacık bir haksız kazanç bile, motorunun arkasında yırtılan bir erik poşeti oluyor ve çocuklarının kursağından geçmiyor. Masumiyetin en güzel tablosu…

Namazı hayatının başköşesine yerleştirenler, huzuru ıskalar mı hiç? Gelin bu filmin namaz sahnesini tekrar tekrar izleyelim. Namaz kılanlar, baldan ve şaraptan akan nehirlerin olduğu cennetlerle müjdeleniyor.

Filmdeki nefis sahnelerden biri de otobanda geçiyor. Bir çocuk çıkıyor karşısına Kerim Ağanın. O da hayatın zorluklarını yenmek için çalışıyor ve destek istiyor. Yardım etmek istiyor Kerim Ağa, ama maddeye bulaşan aklı izin vermiyor. Sahne değişmeden hayatın gerçekliği çarpıyor yüzümüze. Kerim Ağa’nın bir değil iki çocuğunu aynı durumda görüyoruz, çiçek satarak para kazanmaya çalışıyorlar otobanda. Herkes üstüne düşeni yapmadan dünya güzelleşmiyor, maalesef.

Fıtratın ahengini bozmayanların gömleği arkadan yırtılır ve bu da onları saraylarda vezir kılar. Vezir dediysek sarayları düşlemeyin. Yuvası sadakat üzere kurulu olanın, evi saray değil mi?

Çocuklar derken asıl meseleyi atlamayalım. Onlar, filmin gizli kahramanları. Hayatlarında kötülük yok, sadece hayalleri var. Hayalleri de kendileri kadar masum. Masumiyetin değdiği her yer arınıyor ve cenneti bir güzellik bahşediyor. Bataklık gibi hastalık saçan su ambarının; balıklar için bir akvaryuma, serçeler için akustik bir konser salonuna dönüşmesini hangimiz hayal edebiliriz? (Kerim Ağa hayal edememişti)

Hayalleri, şefkatlerinin çok gerisinde çocukların. Taşıdıkları balıklar, patlayan plastik bidonla yerlerde can verirken, yani hayalleri için çalışıp çırpındıkları ve emeklerinin karşılığı balıkları ölürken onlar şefkat gözyaşlarını döküyorlar. Balıkları kurtarmak için minicik avuçları yara bere içinde kalıyor. Elleri parçalanırken acımıyor, ölen balıklar yüreklerini daha çok acıtıyor. Bu sahnede umut, kırmızı bir balık kadar capcanlıdır.

Ya kerim ağanın dünyaya meyletmesi ile bahçesinde yeşeren dikenlere ne demeli? Dünya bir yüktür ve onu sırtlayanın canı yanmaya mahkûmdur. Latif olan Allah verdikçe, senin de vermen gerekirken, malı toplamaya başladığın an; o, kurşun gibi ağırlaşıyor, beli büküyor ve hammalını ezdikçe eziyor. Ama nedamet kapısı her zaman açıktır ve karşılığında da kuşların şarkısı ile süslenmiş bahçeler bekliyor insanı. Kerim Ağa’nın buna ulaşması için, dünyanın kaşıkla mal verip karşılığında kepçeyle insanlığını çaldığı görkemli hayata yüz vermemesi gerekiyor. Onun aslına dönmesi için, ihtiyacı olan asıl şey bu. Bunu kızı görüyor ve olmayan sesini ayağındaki alçıya nakşediyor.

Dünyanın çekiciliği ve fırsatların cilveli bir güzel gibi, Kerim Ağa’nın gönlünü çelmesi… Ağamızın ona meyli, sonra pişmanlığı ve pişmanlık sonrası mutlak huzur…

Üstat Mecidi bizi fıtratın ahengine, Serçelerin Şarkısına davet ediyor…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Hişş! Kızlar bağırmaz!

İranlı yönetmen Puran Derexşande 2013 yılında “Kızlar Bağırmaz” filmini yaptı. Film yayınlandığında yeterince ses getirmedi. Aslında izleyen her kesi çok derinden etkilemişti. Ama ince bir eleştiri ve gerçekleri incitecek şekilde gösterdiğinden üç maymunlar cehennemine terk edilmek istendi.

Filmin hikâyesi kısaca şöyle;

Şirin üzerinde gelinliği, nişanlısıyla beraber düğün fotoğrafı çektirirken birden ortadan kaybolur. Biraz sonra ortaya çıktığında üstü başı kan içindedir. Film bu kanlı tabloyla başlar, ekran kararır ve yazılar akmaya başlar. Uzadıkça uzar. Merak ve korku tavan yapar.

Filmin ilerleyen dakikalarında bu muammanın çözüleceği ve rahatlayacağımızı umut ediyoruz. Ama öyle olmuyor. Hakikat perdeleri aralandıkça merakımız, öfkemiz, yer yer varlığını unuttuğumuz vicdanımızın sesi canımızı acıtmaya başlıyor. Acı sürekli artıyor. Merak film bittiği zaman bile bitmiyor. Keder de filmden sonra bir kene gibi vicdanımıza yapışıyor. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Yüreğiniz yetiyorsa filmi izleyin, açık açık söyleyelim uzun bir süre canınız acıyacaktır…

Neyse filmin konusuna dönelim. Şirin’in üstündeki kan, öldürdüğü binanın kapıcısına ait. Bir tesisat aletiyle kafasını parçalayarak öldürmüş ve garip olan ise onu hiç tanımıyor olması.

Filmi izledikçe Şirinin titrediği bütün sahnelerde titreyecek, ağladığı sahnelerde ağlayacak, korktuğunda korkuyu iliklerinize kadar hissedeceksiniz.

Şirinin annesi, babası ve nişanlısı şok geçiriyorlar. Ne olduğuna dair onların da en ufak bir fikri yoktur. Aslında kısastan kurtarmak için ona deli raporu almaya kalkmasalar Şirin hiç konuşmayacak ve yaşadığı acıyı kendisiyle beraber mezara götürecektir. Çünkü o da bu toplumda yaşamanın ne demek olduğunu biliyor. Bazı sırlar öldürücü olsa bile ifşa edilmemesinin bilincinde. Üstelik bunu bir görev bilinci ile değil bir şartlanmışlık duygusuyla yapıyor. Kim bilir belki de yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyor. Aslında çok da haksız sayılmaz.

Neden mi?

Pedofili suçu istisnasız her toplumda var olan ve hiç yokmuş gibi davranılan bir gerçeklik. Yokmuş gibi davranılınca hiç de azalmıyor, daha çok suçlulara rahat davranabilme olanağı sağlıyor. Düşünün, kız ya da erkek bir çocuk böyle bir durumla karşılaşınca ne yapar? Gerçekten de düşünün! Ailelerine açılacak cesareti bulabilirler mi? Ailelerine anlattıklarında nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını siz de kestirebilirsiniz herhalde. Hele tehditler yok mu, küçücük bedenleri nasıl da esir alıyor. Öyle bir noktaya gelirler ki artık kendileri bu yaşadıkları kirliliğe rıza gösterir ve bu kaderi(!) kabul ederler. Ortaya çıkınca da aileler bir şey yapmıyor. Bırakın suçluyu cezalandırmayı, olayı örtbas edebilmek ve şereflerine sürüldüğü düşünülen bu lekeyi silmek için her yola başvuruyorlar. (Bu yüzden çocuğunu ortadan kaldıran nice vakalar gördük basında…)

Kızlar Bağırmaz filmi böyle bir yaraya parmak basmış. Yara vicdanda, yani en derin noktada olunca acısı da çok derin ve çok keskin. Şirin yaşadığı travmanın etkisi ile bir cinayet işliyor ve suçlu olduğu ispat edilemeyen maktulün katli yüzünden idam edilecek.

İnanılmaz bir tempo var filimde. Bu tempo esnasında toplumun ve ailelerin yani anne ve babaların suçluluğunu unutuyoruz. Yönetmen keşke bunu yapmasa ve anne baba biz suçluyuz dedirtse, bunu iliklerimize kadar hissettirse; toplumun en ince kılcal damarına kadar zerk etse ve bu konuda tam bir uyanış sağlasa, demekten kendimizi alamıyoruz. Gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadayken ve asıl suçlunun yanında, onun suçuna neredeyse eşit derecede ortak olan toplumu bireylerinin suçu bu kadar güzel işlenmişken keşke daha çok deşse, bir yün yumağına dalan dikenli teli çeker gibi acıta acıta hikâyeyi tamamlasa; hikâye bittiğinde bindiğimiz bütün bahane dallarının çatır çatır kırıldığını görebilseydik.

Anne babalar genellikle çocuklarının maddi ihtiyaçları ile ilgileniyor, onların duygu dünyası, hayalleri, rüya ve kâbuslarını; onların beklenti ve ümitlerini; onların dünyayı keşiflerini ve öğrendiklerini; onların tecrübe ve deneyimlerini; onların saplandıkları çıkmazları ve arayışlarını; onlara yönelen gizli ve açık tehditleri hiç mi hiç görmüyorlar.

Dilim varmıyor söylemeye ama bir kâbusa uyandıklarında bunu hak etmek için ne yaptık diye suçluyu kendi nefislerinin dışında arar durular. Her türlü korunmaya ihtiyacı olan ve bunun ilk mükellefi olan anne ve baba sonra da en yakın akrabalar, eş dost, konu komşu her kesin bu kâbustaki günaha ortak olduğunu kimse kabul etmez. Baba, anneyi; anne, babayı; etraftakiler, ikisini birden; uzaktakiler, o mahalleyi; bir başka ülke, o ülkeyi suçlar durur. Kâbus herkesin hayatını zindana çevirmeye muktedirdir. Hatta bin kilometre ötede vuku bulan bu pisliğin kokusu hissedilecek, ekranlarda ya da gazete kupürlerinde görüldüğünde her vicdan sahibini yaralayacak kadar güçlüdür.

Böyle ateşler yanmaya devam ederken bizler bununla yaşamayı kabullendikçe ve bu kaderi değiştirme adına adımlar atamamaya devam ettikçe her zaman olan ama zamana zaman ortaya çıkan bu günaha ortak olmaya devam edeceğiz.

Çocuklar olmadan izleyin bu İran filmini. Bırakın dikenli tel; yün yumağından yavaş yavaş, yaralaya yaralaya, acıta acıta çıksın. Vicdanınızı rahatlatmasına da izin vermeyin. Vicdanınız hep rahatsız olsun ve etrafta gördüğünüz her çocuğu daha fazla korumaya alın. Bu sadece taciz için değil her türlü tehlike ve tehdit unsuruna karşı yapılması gereken bir refleks olmalı. Her çocuk bir nesildir. Ve her batan çocuk bir geleceğin yok olması anlamına gelir. Geleceğimizi koruma altına almak zorundayız…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Sevgi Zamanı

Engellerin insan zihni ya da bedeninde olmadığını bizlere anlatan bu İran filmi, bu zamana kadar izlediğim en vurucu filmlerden birisiydi. Hayatımızın her noktasında olan ve gördüğümüz engelli bireylerin yaşadığı bu engelleri sadece ve sadece sevgiyle aşılabileceğini anlatan Sevgi Zamanı, dışlanmışlıkları, ötekileştirmeleri de yüzümüze tokat gibi vurmaktadır. Hayatın gerçeklerini net bir biçimde bizlere gösteren bu filmi izledikten sonra bakış açınızı değiştireceğinize eminim…

Filmimiz ailesi tarafından en başta istenmeyen ve ayak bağı olarak kabul edilen Babek’i anlatmaktadır. Babek bu duruma gün geçtikçe karşı çıkmakta ve sevginin gücüyle her şeyin kazanabildiğini bize göstermektedir.

Babek, 8 yaşında engelli bir çocuktur. Kardeşi Afşin Babek’i engelinden ötürü sevmez ve sürekli olarak küçük düşürmeye çalışır. Ondan utanır… Kimi zaman kardeşine şiddet uygulayan Afşin, onu hiçbir zaman yanında bulundurmaz, arkadaşlarıyla dahi tanıştırmak istemez. Aile içerisinde sadece Babek’in annesi Peri onu sevmektedir. Afşin ile Babek’in kavgalarına artık dayanamayan baba Muhsin ise, Babek’i bir bakım evine yatırarak çare bulduğunu düşünür. Bir gün anneden habersiz çocuğu bakım evinin bahçesine bırakara kaçar… İşte bu noktadan sonra işler kopar. Evlilik yıkılma aşamasına gelir. Peri oğlunu geri alır ve bu günden sonra yaşananlar yavaş yavaş değişmeye başlar. Film, bir annenin çocuğu için her şeye katlanabilme gücünü kendisinde bulduğunu bize öğretir.

ARKADAŞLIĞIN GÜCÜ…

Bir gün Afşin’in sınıf arkadaşı Mecit, Babek ile karşılaşır ve o noktadan sonra saf masumluk ve dostluk herkesin hayatını değiştirmeye başlar. Babek’e neden böyle davranıldığını anlamayan Mecit, ona ağabey gibi davranır. Bir gün onu okula götürür ve Babek’in yaşamı bu noktada değişir. Onunla özel olarak ilgilenen bir öğretmen sayesinde derslerinde başarılı olan Babek, yavaş yavaş dışarıdaki hayata adapte olmaya başlar. Derslerinde başarılı olduğu fark edilen Babek daha sonra annesi tarafından okula yazdırılır. Yıllar geçer, Afşin’le Babek beraber okula gitmeye başlar. İşte aile ve kardeş sevgisi tüm engelleri böyle yıkmıştır

Sevgi Zamanı filmi bize ötekileştirmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatır. Engellerin hem kişi hem de aile tarafından kabul edilmesi başarının ilk adımlarından birisidir. Tabi sevgi burada büyük rol oynar. Çünkü engel zihinde ya da bedende değil, yüreklerimizdedir…

Yüreklerimizdeki engelleri kaldırma umuduyla…

Deli Yüz

2014 yapımı bir İran filmi olan Deli Yüz, sosyal medya üzerinden chat yaparak tanışan arkadaşların bir gece yaşadıkları üzerine odaklanmaktadır. Facebook üzerinden oluşturulan bir grupta tanıştıkları kişilerle buluşmayı kafaya koyan 2 arkadaş, farklı bir gece yaşayacaklarından habersizdir. Genel olarak eleştirilen ve zengin, züppe diyebileceğimiz bu insanları çok iyi bir şekilde yansıtan oyuncuları takdir etmek gerekiyor. Alışılmış İran filmlerinden oldukça farklı olan Deli Yüz’ün kurgusu da oldukça dikkat çekiyor. Bu etkileyici filmin türüne gerilim diyebiliriz ama bu gerilim iç sıkmaktan ziyade insanı içine çeken bir nitelikte.

FİLMİN KONUSU

Başta Piruz adlı karakterin bakış açısından anlatılan film, arkadaşı Mesut’la katıldıkları annesizler ve babasızlar adlı bir gruptan tanıştıkları insanlar arasında geçiyor. Tanıştıkları bu insanların maddi durumunun oldukça iyi olması, dünyada yaşanan ekonomik farklılıklara da bir nevi vurgu yapıyor. Filmimiz buluşma sırasında uyuşturucu bağımlısı olan Mandana adlı bir kızın Mesut’la olan iddialaşması üzerine hareketleniyor. Bu iddiaya göre Mesut, Mandana’nın şehir dışında olan bir arkadaşının evine girecek ve oradan ne istiyorsa onu alacak. Eğer Mesud bunu başarabilirse Mandana o eşyayı Mesut’a vermekle kalmayacak aynı zamanda son model telefonunu da hediye edecek. Eve gittikten sonra Mesut kandırıldığını fark ediyor çünkü ev bomboştur. Mandana ve arkadaşları dışarıda gülüşürken, Mesut’a ulaşamayarak telaşa kapılıyorlar. İşte işler tam olarak bu noktadan sonra çığırından çıkıyor. Çünkü Mesut içeri giren bir adamla boğuşmuş ve yanlışlıkla onu öldürmüştür. Daha sonra oradan çıkıyorlar ve olaylar Mandana’nın telefonuna ertesi gün gelen bir aramayla iyice içinden çıkılamaz bir hal alıyor.

Filmin en can alıcı kısmı ve kurgusu da tam olarak bu noktadan sonraki kısım. Arayan kişi polistir ve o gece yaşanan her şey beraber olan gençlerin gözünden teker teker anlatılmaya başlanır. Yani anlayacağınız; olay 8 karakterin gözünden farklı farklı canlandırılıp, seyirciye aktarılır. Deli Yüz bu noktada birçok filmden bu farklı kurgusuyla ayrılmaktadır. Hayatın gerçeklerini yüzümüze tokat gibi sunan bu film, izlemeye değer İran filmlerinin başını çekiyor. Sosyal medya üzerinde aktif olan insanların hayatlarının parçalanmışlığına ve yalnızlıklara da vurgu yapan Deli Yüz, muhteşem kurgusuyla da fark yaratıyor.

Herkes Uyurken

Herkes Uyurken’ İran yapımı bir filmdir. 2006 yılında vizyona girmiştir. Filmde Tazi Abad köyünün yaşlı ebesi Selime ninenin hacca gitme öyküsü anlatılmıştır. Gençliğinde bir kez doğum yaptırdıktan sonra artık köyün ebesi olan ve köydeki çocukların hepsini doğurtan ebe Selime olmuştur. O zamanlar Ali ile evleneceklerdir ama Ali’den onu Hacca götüreceğine dair söz alır; fakat Ali’nin ömrü bu sözü tutmaya yetmez. Aradan seneler geçer artık Selime köyün ninesidir. Hac Kurumundan Hacca gideceğine dair yazı gelmiştir. Köydeki herkesle vedalaşır ve yola koyulur; fakat köyde Hacı olmak isteyen Kerim yolda postacıya rastlar ve mektubu okur. Mektupta Selime ninenin tahlillerinden dolayı Mekke’ye gidemeyeceği yazmaktadır. Hemen nineye bunu yetiştirmek isterler. Nine işitme cihazını takmadığı için duymaz. Köyün çocukları ve köydeki herkes bu duruma çok üzülürler; çünkü her ebelik yaptığında para yerine Hac duası isteyen ninenin Allah’ın evine gitmesini istemektedirler. Köy çocukları ninenin iyi görmediğini bu yüzden Mekke’yi tanımayacağını başka bir yere gitse de oraya gitmiş olacağını düşünerek planlar yaparlar. Köyden iki çocuk, köyün delisi dedikleri Nasir ve sevdiği kız Gülnar ile nine yola koyulur. Bunu öğrenen Kerim de peşlerine düşer. Kerim’in Nasir’e kötü şeyler yapacağından korkan üç köylü de onların peşinden giderler. Böylece uzun bir yolculuk başlamıştır. Dağları aşarak Sefa Taşına gitmeye çalışırlar. Yolda birkaç macera yaşarlar. En sonunda nine taşa ellerini sürer ve Allah’ın evine geldiğini düşünür. Aslında herkes oranın Mekke olmadığını bilmektedir; ama her yerin Allah’ın evi olduğunu söyler Selime Nine. Film böyle son bulmaktadır.

Filmde çekimler ve oyuncular o kadar doğal ki, izleyici adeta kendini o köyde yaşayan biri gibi hissediyor. İran kültürünü, köy yaşamını ve köy halkının sosyolojik gözlemini yapabileceğimiz etkileyici bir film. Özellikle çocuk oyuncular o kadar içten ki, onların gözünden köy halkına bakmak mümkün oluyor. Köy halkının İslam dinini ve kültürünü yaşattığı ve İslam’ın kurallarına göre yaşadıklarını görebiliyoruz. Köydeki herkes Hac’ca gitmek istiyor ve Selime Nine’yi çok seviyor. Selime ninenin tek isteği Hacca gitmek olduğu için onun gidemeyeceğini öğrenenler, bunu ondan gizlemeye çalışıyor. Küçük ve herkesin birbirini tanıdığı bir köy olduğu için herkese getireceği hediyeyi, kime ne dua edeceğini biliyor. Köy çocuklarından ikisi ninenin Mekke’yi önceden görmediğini bu sebeple herhangi bir yere götürseler de onun mutlu olacağını düşünüyorlar. Eğer büyüklere söylerlerse olmaz veya günah derler diye sadece Nesir ve nineye bakması için de Gülnar’ı yanlarına alıyorlar. Bu süreçte köylerden dağlardan geçerek gittikleri yollarda manzaralar çokça yer kaplıyor. İran’ın yeşilliklerini, sulak alanlarını görebiliyoruz. Hatta teleferiğe bindikleri bir bölüm bile var.

Sonuç olarak ‘Herkes Uyurken’ filmi izleyiciyi içine alan samimi bir filmdi. Köy halkını gözlemlemek, İran kültüründen bir şeyler yakalamış olmak çok güzel bir deneyimdi. Doğal ve gerçek hayattan bir kesit olduğu için şimdilerde bulamayacağımız güzellikte bir filmdi.

Meryem Oğlu

Meryem Oğlu (1998) adlı İran filmi, Müslüman bir sütçü ve aynı zamanda müezzin olan Rahman ile Hristiyan yaşlı keşişin arkadaş olmaları ve Müslüman genç Rahman’ın, keşişin son dileğini yerine getirmek için verdiği çabayı seyirciye sunuyor. 1998 yapımı olan film çekim kalitesi açısından incelendiğinde ve çekildiği zaman koşulları değerlendirildiğinde başarılı olmasının yanı sıra konusu açısından da oldukça mesaj içeren bir kurguya sahip.

İnsanların arasında din ayrımı olmaması gerektiğini, her dinden kişinin nasıl yardımlaşabileceğini ve arkadaş olabileceğini gözler önüne süren senaryo, herkesin sıkılmadan, keyifle izleyebileceği bir akıcılıkla aktarılmış. Dinler ne olursa olsun Allah’ın tek olduğu olgusu üzerinde durulan filmde, Allah’ın evinin Mekke’de, kilisede yani inançlarla özdeşleşen yerde olduğu vurgulanmış.

Meryem Oğlu, her yaştan insanın izlemesi gereken bir film.

Tales [2014]

Senaryo ve yönetmenliğini ünlü Müslüman kadın yönetmen Rahşan Beni-İtimad’ın üstlendiği İran yapımı film قصه‌ها Gısseha (KıssalarHikayelerMasallar) (2014) aslında birbirleri ile uzaktan da olsa ilintili hikayeleri işlemekte..

FİLMİN KONUSU:

Elinde kamera, farkındalık oluşturmak için bir belgesel çekmek isteyen yönetmen, insanların hikaye ve sorunlarını dinlemekte, onları filme almaktadır. Bu amaçla yola çıktığında konuşkan taksi şoförünü dinlemek zorunda kalır ve aslında işine başlamış olur.

KARANLIK GEÇMİŞİ OLAN BİR ŞOFÖR

Yurtdışına çıkarma vaadiyle kandırılan Abbas dolandırılmış, daha sonra borçlarını temizlemek için kaçakçılık işlerine bulaşmış, onu da yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Şimdi alıcılarından kaçarak yaşamakta ve taksi şoförlüğü yapmaktadır..

ESKİ BİR KOMŞU, ŞİMDİ FAHİŞE

Abbas’ın taksisine tanıdık bir kadın biner. Çocukken adı gibi Masum olan bu kadın; ağabeysinin iftiraları yüzünden evden kaçmış ve kötü yola düşmüştür. Abbas’ı dinleyince hüzünlenerek masum olduğu o zamanları hatırlar.

ÇOCUKLARI İÇİN ÇIRPINAN YAŞLI BİR DUL KADIN

Tuba Hanım, başları derde girmiş iki oğlu için çabalayıp durmaktadır. Hem uyuşturucu kaçakçılığı yapmış Abbas’ı, hem de siyasi suçlu olan diğer oğlunu kurtarmak isteyen, Tuba Hanım zor zamanlar geçirmektedir.

BİR ÖMÜR ŞEREFLE HİZMETİN ARDINDAN GÖRÜLEN SAYGISIZLIK

Eski Bütçe Planlama departmanında yıllarca emek vermiş ve vatan ve milletine hizmet etmiş olan Muhammed Cevad, şimdi, sosyal sigortanın ödemeyi reddettiği ameliyatın acil olduğunu ve bu yüzden en yakın özel hastanede yapıldığını isbat etmek için sözünün yetmeyişine inanamaz. “Her küstaha sözümü ispat etmek için pantolonumu indirip ameliyat yerini mi göstereyim?” diye eseflenir.

İŞİNİ YAPMAYAN MASA BAŞI MEMURLARI

Günlük yaşamımızda hep karşılaştığımız bu tipler; hayatın içinden olan İran sinemasında tabi ki yerini bulacak, resmedilecektir. Ghesse-ha filmindeki işini yapmayan memur, okey oynamak ile değil de; hem eşini hem de metresini idare etmekle meşgul olan bir puşttur.

ÇIKMAZ İÇİNDE KALAN ZENGİN ÇOCUKLARI

Metro yolculuğu sahnesinde karşımıza çıkan iki genç; zengin bir babanın şımarık çocuklarıdır. Hayatlarında verdikleri yanlış kararlar (yanlış eş seçimi veya işyeri batırmaları) yüzünden sorun yaşayan abla ve kardeş; babalarının neden kendi arkalarında durmadığını sorgularlar ve çareyi kaçırılma numarası yaparak babalarından fidye almakta bulurlar.

CEPHEDE GÖREV YAPMIŞ GAZİ BİR DOKTOR

Sonraki sahnede karşımıza bir doktor çıkıyor. Hem savaş hem de barış zamanında kendini insanların hizmetine adamış bir doktor. Mukaddes savunma savaşında kolunu kaybeden Dr. Debiri, şimdi de gönüllü olarak bir rehabilitasyon merkezinde, madde bağımlısı kızlara ruhsal tedavi vermektedir.

MADDE BAĞIMLISI EŞİNDEN SÜREKLİ ŞİDDET GÖREN CEFAKÂR KADIN

Nergis, uyuşturucu bağımlısı kocasından sürekli şiddet gören bir kadındır. Son olarak kocası, yüzüne kaynar su atmış ve onu hastanelik etmiştir. Hapse atılmaması için kocasını şikayet etmez ve tüp patlamasında yüzünün yandığını söyler polise. Kocasına da bunu yaptığı takdirde bir rehabilitasyon merkezine gidip tedavi görmesini şart koşar.

FABRİKADAN ÇIKARILAN VE MAAŞI VERİLMEYEN İŞÇİLER

Gerek İslami İran’a uygulanan uluslararası yaptırımlarla beraber gelen ekonomik sıkıntı, gerekse yanlış yönetim ve el değiştirmenin sonucunda, bir fabrika çoğu işçiye artık istihdam sağlayamamaktadır. Fabrikanın yeni sahipleri de çıkarılan işçilere tazminat ve eski maaşlarını ödemeyince işçiler protesto için fabrika önüne gider ancak fabrikanın güvenlik görevlileri ile sorun yaşarlar. İşçilerin tek istedikleri medyanın kendi sorunlarını duyurması ve yetkililerin olaya el atmasıdır.

ESKİ KOCADAN GELEN MEKTUP

Nober Kurdani Hanım, daha önce muta nikahı ile evlilik yaşamış bir kadındır. Kocası Haci Bey sekte geçirince, sağlık sorunlarını bahane eden üvey kızları, babalarını yurt dışına göndermiş ve nikahın tazelenmesine vaya daimiye çevrilmesine mani olmuşlardır. Sonraları Rıza Bey, kendisine talip olur ve evlenir. 10 yıllık cefalı ama vefalı ve mutlu evlilik, çoluk-çocuk ile de süslenmiştir lakin tüm bu düzenleri eski kocadan gelen mektup ile bir anlığına değişir.

ÇARESİZ KIZLARA YARDIMA KOŞAN BİR KADIN

Sara Hanım, uyuşturucu bağımlıları, aids hastalıkları ve diğer sorunlarla karşı karşıya gelen genç kızların yardımına koşup rehabilitasyon merkezinde gönüllü olarak çalışmaktadır.

GERÇEĞİ BİLEN BİR AŞIK

Hamit Bey, mühendislik okurken üniversiteden atılmış bir gençtir. Şimdi ise çocuklara özel ders veren bir öğretmen ve aynı zamanda rehabilitasyon merkezi için çalışan bir servis şoförüdür. Sara Hanım’a aşık olan Hamit Bey, ona bir durup etrafına (ve kendisine) bakmasını söyler. Çünkü, onun insanlara yardım için koşuşurken kendisi ve hayatı ile ilgilenmediğini düşünür. Sevgisini belli eden Hamit Bey reddedilir. Ancak reddedilişinin sebebi kendisi değildir. Sara Hanım, AIDS hastası olduğu için Hamit Bey ile evlilik ve mutlu bir gelecek hayali kuramaz. İşin ilginç tarafı, Sara Hanım hastalığını kimseye söylemese de Hamit Bey bunu bilmekte ve yine de sevgisinden vazgeçmemektedir.

AZİM VE KARARLI BİR YÖNETMEN

Tales (2014) filminin (metro sahnesi hariç) her sahnesinde karşımıza çıkan belgesel yönetmeni; kamerasını halkın sorunlarına çevirmektedir. Bu bağlamda bazı sorunlar ile karşılaşsa da film çekimini bırakmayacağını söyler. Çünkü, ne de olsa çekilen filmler çekmecede saklı kalmayacak, muhakkak birileri tarafından bir yerlerde izlenecektir.

SONUÇ OLARAK…

Masallar (2014) kamerasını halkların ortak sorunlarına yönelten, geçim sıkıntısı, işsizlik, torpil, uyuşturucu bağımlılığı gibi… türlü türlü sorunlara el atan harika bir dram filmi.

Film rehabilitasyon merkezi etrafında döndüğü için uyuşturucu bağımlılığı üzerinde biraz fazlaca durulmuş ve durumlar abartılı-aşırı olmuş ancak yine de sahne arası geçişler ile toplumun karşılaştığı çoğu diğer sorun da dile getirilmiştir ki böylece inşallah İran’daki İslami yönetim bu sorunların çözümünde daha etkili yöntemler arayışına geçsin ve bulabilsin.

KÜÇÜK BİR NOT:

“İran’daki İslam Cumhuriyeti yönetimi sinemacılara baskı yapıyor, film çekiminde sansür uyguluyor” diye iddiada bulunanlara cevap niteliğinde güzel bir filmdir, Masallar (2014).

Sinemada özgürlüğe sahip oldunduğu söylenen ülkemizde, bu filmin gösterdiği sorunların onda biri bir sinema filminde gösterilebilir mi? Hiç sanmıyorum.

BİR ANNE ŞEFKATİ: MİM MESLE MADAR

Bir anne şefkatini anlatmak için hangi kelimeleri yan yana getireceğini bile şaşırıyor insan. Acaba yanlış bir söz sarf eder miyim diye kılı kırk yarıyor. Tüm buhranların içerisinde açan bir kardelen çiçeği anne. Destanların, şiirlerin, hikayelerin asıl kahramanları…

Sinema sanatında da yeri ayrı annenin…Her yönetmen, o olağanüstü duyguları bünyesinde barındıran bu mucizeyi kendi penceresinden ele almış ve beyaz perdeye aktarmış. Ben de günün önemine ilişkin olarak, ‘anne’ temalı, çölde kum tanesi sayılacak eserlerden birine dikkatlerinizi çekmek istedim. Yönetmenliğini Rasul Mollaguli’nin yaptığı 2006 yapımı bir dram filmi Mim Mesle Madar…Türkçesi ‘Anne Gibi…’

Gülşifte Farahani, Hüseyin Yari ve Cemşit Haşimpur’un gerçekten kayda değer bir performans sergilediği filmin konusuna değinelim. Sepide başarılı bir keman virtüözüdür. Eşi Süheyl de ülkenin önemli diplomatlarından biri. İkili arasında tutkulu bir aşk vardır. Sepide’nin hamile olması, çiftin mutluluğun katbekat artırır. Çift, bebeklerinin cinsiyetini öğrenmek için doktora gittiklerinde hayatlarının akışını etkileyecek gerçeği öğrenir. İran-Irak savaşında sağlık görevlisi olarak çalışan Sepide, bu esnada kimyasal gaza maruz kalmıştır. Bu durum da çocuğunun sakat doğma riskini artırmıştır. Eşi Süheyl, bu durumdan hoşlanmaz. Çocuktan kurtulmanın yollarını arar. Ama Sepide bunu kabul etmeyecektir. Oğlu Said’in doğması ile de zaten eşini çoktan terk etmiştir. Artık, Sepide ile oğlu Said’i zor günler beklemektedir. Sepide, oğlunun sağlığı için tüm fedakarlığını ortaya koyarken, diğer yandan da onun hayata tutunması için olağanüstü bir çabanın içerisine girer. Burada da anahtar olarak müziği kullanır. Sepide, engelli çocuklardan kurulu bir orkestra kuracaktır. Ancak, bir yandan Süheyl’e duyduğu özlem, çocuğunun da babasına biriktirdiği hasret, işi zorlaştıracaktır. Yoğun bir duygu seli yaşatacak olan film, annenin evladı için gösterebileceği fedakarlıklar, oldukça etkileyici bir biçimde ele alınmış. Filmin müzikleri, duygusallığın zirve yapmasına en büyük katkıyı sunuyor diyebilirim. Her nota adeta bir gözyaşı gibi akıyor piyanonun tuşlarından, kemanın tellerinden…Sizi filmin o can alıcı müziğiyle baş başa bırakıyorum…

İlkay Göçmen, Kolektif Sanat

Sevginin Aşamayacağı Engel Yoktur

Engel, zihinde ya da bedende değildir, kalplerdedir… Sevgi Zamanı, engelleri aşabilmenin yalnızca sevgiyle mümkün olabileceğini anlatıyor. Başlangıçta ailesi tarafından istenmeyen ve yük olarak görülen Babek’in, tüm dışlanmalara rağmen ailesini sevmekten hiç vazgeçmeyerek neler başarabileceğini gösteren, harika bir film.

Babek 8 yaşında ve engelli bir çocuktur. Yaşları yakın olan erkek kardeşi Afşin, Babek’i dışlamakta ve ondan utanmaktadır. Her fırsatta kardeşine şiddet uygulayan Afşin, kendisiyle dalga geçilmemesi için Babek’i kendi arkadaş ve okul ortamından uzak tutmaktadır. Babek’in annesi Peri, onu en karşılıksız ve saf sevgiyle seven kişidir. Babası, Babek nedeniyle sürekli izin aldığı için işten atılmıştır. Bir gün, iki kardeş arasındaki kavgalara daha fazla dayanamaz ve çareyi Babek’i özel bir bakım evine yatırmakta bulur. Peri buna müsaade etmez ancak Muhsin kafasına koymuştur. Peri’ye söylemeden Babek’i bakım evinin bahçesine bırakır ve eve döner. Peri bu durumu öğrendiğinde evlilikleri yıkılma noktasına gelir. Peri, her şeye rağmen oğlunu orada bırakmaz ve onu alır. O günden sonra her şey yavaş yavaş değişecektir…

Bakım evine bırakıldıktan sonra Babek, aile bireyleri dışında kimseye görünmeme konusunda çok daha hassastır. Herhangi birinin onu görmesi durumunda evden kovulacağını düşündüğü için eve birileri geldiğinde daima odasında kalmaktadır. Afşin’in doğum günü sebebiyle tüm arkadaşları evde toplandığı bir günde Babek ve Mecit’in şefkat dolu arkadaşlığı başlar. Çocukların saklambaç oynadığı sırada Afşin’in sınıf arkadaşı Mecit’in yanlışlıkla Babek’in odasına girmesiyle Babek ile Mecit karşılaşırlar ve aralarında önce arkadaşlık sonra sevgi bağı oluşur. Mecit, Babek’in neden bir odada tutulduğuna anlam verememektedir. Onu da diğer çocuklardan ayırmayan Mecit, Babek’e yazı yazmayı, okumayı, matematiği ve sayıları gizli gizli öğretmeye başlar. Bu gizli dostluk, Babek için dış dünyanın kapılarını aralamak üzeredir.

Mecit, Babek’i okul görmesi için gizlice okula getirir. Afşin’in sınıfına giren Babek’le tüm sınıf dalga geçer. Ancak öğretmen bu durumdan çok etkilenir ve Babek için bir şeyler yapması gerektiğini anlar. Ailenin evlerine gider ve onlarla konuşur. Her iki kardeşle de birebir ilgileneceğini fakat Babek’i bir odaya hapsetmemeleri gerektiğini söyler. Baba Muhsin başta bu işe karşı çıkar fakat sonra kabul eder. Öğretmen her iki kardeşle de eşit şekilde ilgilenmekte ve derslerine yardım etmektedir. Ancak Babek hâlâ okula gitmiyordur. Kardeşiyle olan çatışmaları da henüz son bulmamıştır. Kardeşi her fırsatta Babek’i aşağılamaya, itip kakmaya devam ediyordur.

Zaman geçer ve Babek derslerinde çok büyük ilerleme kaydeder. Onun bu başarısı en çok annesini gururlandırmaktadır. Bir gün Babek matematik dersinde Afşin’e yardım etmeyi teklif eder. Bu günden sonra Muhsin ve Peri, Babek’i de okula yazdırmaya karar verirler. Babek, okuldaki sınavları başarıyla verir ve kayıt olma hakkı kazanır. Afşin henüz buna hazır değildir, evde problemler devam etmektedir. Bir gün sokaktaki çocuklar Afşin’i döverken onu kurtarmaya Babek gelir. Afşin, o gün kardeşinin onu ne kadar karşılıksız sevdiğini anlar. Mevsimler geçer ve gerçek sevginin gücüyle iki kardeş birlikte okula gidip gelmeye başlarlar.

Sevgi Zamanı, engelleri aşmanın ancak sevgiyle mümkün olabileceğini gösterirken, aynı zamanda engelli bireyleri dışlamanın eğer aileden başlarsa çok daha kötü sonuçlar doğurabileceğini gözler önüne seriyor. Toplum baskısıyla, kendi kanından utanan anne babalar ve hatta kardeşler, engelleri aşılmaz hale getirebiliyor. Eğer ailede kabullenme ve engelli bireye saygı oluşursa, toplumun o bireyi kabullenmesi de o kadar kolay oluyor. Fırsat verildiğinde engel diye bir şeyin olmayacağını gözler önüne seren bu duygu dolu filmi severek izleyeceksiniz.

Zeynep Ece