admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Resim Havuzu

Film izlerken her insan biraz seçicidir ve her insan ayırt ettiği bu boş vakti dolu dolu geçirmek ister.  Bu kadar yoğun yaşanan bir hayatın içinde kendimize ayırdığımız vakit bizler için o kadar değerlidir ki bunu harcadığımız filmin de bir o kadar değerli olmasını isteriz. İşte tam da bu değere sahip, 2013 yılı İran yapımı “Resim Havuzu” filmiyle hem kendinize normal bir birey olarak dünyaya gelmemiş insanlara karşı bir farkındalık oluşturacak, hem de farklı bir kültüre sahip sinema filmi izleme zevkine doyacaksınız. Muhteşem bir yönetmenlik ve son derece güzel bir kurguya sahip bu filmi izleyerek kendinize güzel bir iyilik yapın.

Eğer drama tadında olan filmleri seviyorsanız bu film tam size göre… Ben izlerken oldukça fazla etkilendim. Film de kullanılan müzikler insanın yüreğine yüreğine dokunur cinsten. Hayata 1-0 mağlup başlayıp bu farkla yaşarken, normal bir çocuğa sahip olup bir de üstüne ona yetememek düşüncesi korkunç olmalı. Ancak bu güzel çift her şeye rağmen yetinmeyi bilerek ve daha fazlasını istemeyerek mutlu olma sanatında oldukça başarılı oluyorlar.

Karşıdan karşıya geçmek, resim yapmak, luna parka giderek buradaki oyuncaklara binmek ve hatta pizza yapmak ne kadar sıradan ise onlar için bunların her birinin sıra dışı olmasına şaşırmadan edemeyeceksiniz.

Hızlı bir tempoda hayatımızın geriye kalan günlerini tüketirken bu film sayesinde yaşadığınız dünyaya bambaşka bir pencereden bakarak ufkunuzun açıldığını ve genişlediğini fark edeceksiniz.

Herkes gibi normal bir insanı filmde canlandırmak her oyuncu için elbette çok zor olmayacaktır diye düşünüyorum. Ancak burada sergilenen oyunculuk o kadar gerçekçi ve doğal ki başrol oyuncularının gerçekten normal olmadığına inanabilirdim. Etkilendiğim filmleri düşündüğüm de hepsinin ortak noktası tabi ki hayatımda yaşadığım şeylere izlediğim filmlerde rastlamak olmuştur. Bu filmi izlerken bir an çocukluğum gözlerimin önünden çok klişe olacak ama adeta film şeridi gibi geçip gitti. O kadar içten ve gerçekçi bir film ki matematik dersinin zorluğundan şikâyet eden bir çocuğun, ödevlerini yapamaması ve annesinin okula gelmemesi için elinden geleni yapması eminim izleyenlere tanıdık gelecektir. Film de en etkilendiğim repliği söylemem gerekirse “ yalnız ağlarken başını dik tutup ağla” sözü olacaktır. Son derece anlamlı ve son derece manidar… Engelli bir babanın oğluna verebileceği en güzel nasihatti.

Ve son olarak filmin ilk dakikasından son dakikasına kadar duygusal bir yoğunluk yaşayacaksınız şimdiden kendinizi bu duygu seline kaptırmaya hazır olun, benden söylemesi 🙂

Özgee

Gülçehre

Gülçehre, Vahid Musaiyan imzasını taşıyan 2011 yapımı bir İran filmi. Başrollerini Mesut Raiyan, Laden Mustofi, Hidayet Haşimi ve Afşin Haşimi paylaştığı filmde, savaşın ortasında kalmış Afganistan halkına bir yandan moral ve motivasyon sağlamaya çalışan, diğer yandan da onların eğitilmesi amacını taşıyan bir adamın, halka sinema izletebilmek için verdiği mücadele anlatılıyor. Olaylar, Afganistan’ın başkenti Kabil’de geçmekte ve oldukça sürükleyici olaylar birbirini takip etmekte.

İran Sinemasını sevenler ya da ilgi duyanlar için mutlaka izlemelerini tavsiye edeceğim film de, savaş ve bağnazlık yüzünden köşeye sıkışmış bir halkın çaresizliği ve yeniliklere kapalılığın felaketi içlere işleyecek tonda anlatılmış. Dilerseniz filmimize kısaca değinelim.

Filmimizin kahramanı olan Eşref Han, savaştan bıkmış ve yılmış olan halka, dedesinden kalma sinemasını yeniden faaliyete geçirerek biraz moral sağlamak ster. Tabi işler onun hayalini kurduğu kadar kolay gitmez, hatta tüm her şeyin sebebi sinemadır. Taliban Kabil’de söz sahibidir ve Molla Kadir denilen liderleri Eşref Han’ı tehdit etmekle başlar işe. Sinemayı haram görür ve yeniden açılmasını istemez. Eşref Han bu tehditlere aldırmaz ama bir sorun vardır ortada; projeksiyon makinesi bozuktur ve Kabil’de tamir edilmesi mümkün değildir.

Kültür bakanlığı yapan dostu ona, İran’da bu tamir işini yapabilecek biri olduğunu söyler, Eşref Han hemen yola çıkar. Sınırda yaşanan tatsız olaylar ve arabasının çıkmasına izin verilmese de Eşref Han hedefinden vazgeçmez ve İran’a ulaşır. Aradığı tamirciyi bulur ve onu ikna ederek birlikte Kabil’e dönerler. Tamirci Guderz’de tıpkı Eşref Han gibi tam bir sinema aşığıdır ve oda ömrünü insanları sinemayla buluşturmak için harcayan biridir.

Guderz ve Eşref Han kolları sıvayarak işe başlar başlamasına ama bundan haberdar olan Taliban sürekli tacizlerine devam eder ve en sonunda sinemaya dinamit koyarlar. Dinamiti patlatmakta başarılı olamazlar ama bu esnada bir gencin ölümüne neden olurlar. Tüm olumsuzluklara rağmen Eşref Han azimle sinemasını yeniden kurmayı düşlemekte ve bu esnada da doktor Ruhsare Hanım kendisine büyük bir destek vermektedir. Ruhsare’ye karşı duyguları olan Eşref Han bunu hiçbir zaman dile getirememiş ama bu esnada da bunu dile getirmek için fırsat kollamaktadır, ancak konuşacakları esnada hep bir sorun çıkmakta, Eşref Han bir türlü konuşma fırsatı bulamamaktadır ve bu duygular tek taraflı değildir.

Tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen Eşref Han’ın işine devam etmesi, sonunda da sinemayı açmayı başarması Molla Kadir’i iyice kızdırır ve açılış günü sinemaya saldırı düzenler. Büyük hayallerle açılan sinema harabeye döner ve Molla Kadir, kültür bakanı Salar’a da, arşivlerinde olan tüm filmleri vermeleri, aksi halde ölümle cezalandırılacağını söyler. Çaresizlik içinde kıvranırken Guderz’in aklına parlak bir fikir gelir ve duvar örüp, tek filmleri ve negatif olanları saklayıp duvarı kapatırlar. Sabah olunca Taliban gelir ve bakanlıktan tüm filmleri alıp meydanda yakarlar.  Halka da sinemanın ve resmin haram olduğunu bu yüzden yasak olduğunu, kadınların özellikle sinema izleyemeyeceklerini, bunlara yönelenlerin cezasının ölüm olduğunu duyururlar. Haliyle Eşref Han’da halka fitne ve fesat yaymaktan tutuklanma emri çıkar.

Tüm bu sıkıntılı olaylar yaşanırken Eşref Han, Guderz, Ruhsare ve Bakan Salar birlikte hareket eder ve Eşref Han’ı saklarlar. Ülkesine bir türlü geri dönemeyen Guder’i İran’a gönderebilmek için elçiliğe giden Eşref Han orada yakalanır, onu kurtarmak için askerlerin yanına koşan Ruhsare’de tutuklanır. Artık Eşref Han için yapılacak bir şey kalmaz ve kendisini halkına biraz mutluluk yaşatmak isteyen bu adam idam edilir. Ruhsare ise Molla Kadir’e nikahlanır.

Ruhsare’nin bu rızasız evlilikten bir kızı olur ve Gülçehre ismini verir. Gülçehre, Eşref Han’ın sinemasının ismidir.

Gülçehre filmi gerçek bir konuya dayanıyor. Onu bu şekilde etkili kılan da aslına bakarsanız bu gerçeklik.

Tıpkı Eşref Han’ın dediği gibi, şartlar ne olursa olsun, herkesin bu dünyada mutluluğu tatmaya ve moral bulmaya ihtiyacı vardır.

Diyecek pek de söz yok. O halde iyi seyirler…

Ayşe Kaya

Gülçehre

Gülçehre’ İran sinemasının Afganistan’daki Taliban rejiminin baskısını anlatan 2011 yapımı muhteşem bir film. Yönetmenliğini Vahit Musaiyan’ın yaptığı Gülçehre filminde Afşin Haşimi, Hidayet Haşimi, Hüseyin Muhib Ahari, Laden Mustofi ve Mesut Reygan baş rollerde yer alıyorlar. Gülçehre filminin senaryo yazarılığnı ise yine yönetmen Vahit Musaiyan yapıyor. Filmdeki güzel sahneleri müzikle destekleyen kişi ise Fereydun Şahbaziyan. Filmin müziklerini yapmakla görevlendirilmiş çok da başarılı olmuştur.  Film gerçek bir hikayeye dayanıyor ve dönemin Afgan halkını tüm yönleriyle ele alarak işliyor.

Eşref han Afganistan’da yaşayan ve sinemayı filmi seven bir kişidir. Çevresinde de çokça sevilmekte herkese yardım etmeyi sevmektedir. Kominist rejimden yeni kurtulan ve her şeyin güzel olacağını uman Afgan halkı için bir sinema kurma hayali ile İran’a gider. İran’dan getirdiği  arkadaşı Guderz ile sinema aygıtını yeniden inşa etmeye başlarlar. Ancak Talban rejiminin hakim olduğu bir ülkede sinema ne kadar yer edinebilir? Eşref han ve arkadaşları Taliban rejimine rağmen sinema aygıtını yeniden yapmayı ve sinema salonunu açmayı başarırlar. Peki Taliban buna izin verecek midir? Eşref han sinema salonunu kullanabilecek midir?

Gülçehre Afganistan’daki Kominist Rusların ülkeyi terk etmesinden sonra ülkede Taliban rejiminin etkin rol oynamasını ve bu rejimin insanlar üzerindeki etkisini anlatan bir film. Filmde bol eleştiriye yer veren Vahid Mousasian Taliban rejiminin yıktığı hayatları hayalleri ve umutları konu edinmiş. Kadınların bir değerinin olmadığı dönemlerde kadın olmanın zorluğunu anlatmış aynı zamanda. Bir sahnede doğum yapan bir kadının seslerini işiten ve ekmek pişirmekte olan kadın kız mı olacak erkek mi diyerek ekmeği taş fırına yapıştırır. Ekmek yapışamaz ve ateşe düşer. Kadın ah çok yazık kız olacak der ve doğum yapan kadının kızı olduğunu yönetmen bize gösterir. Tam da burada aslında ülkede kızların ateşe atıldığı ironik biçimde izleyiciye verilir.

İran filmleri genelde filmin ortasından bir sahne ile başlar. Gülçehre filmi de bir kadının silahlı adamlarca bir arabaya bindirilip bir yere götürülmesi görüntüleriyle başlıyor. Bütün olayla olduktan sonra olay bu sahneye bağlanıyor. Gülçehre filminde Taliban rejiminin baskın havasını her karede görmek mümkündür. Her karede ezilen hor görülen kadın ve aptal olsa da erkek olduğu için itibar gören bir adam vardır. Ezilen, susan, her koşula boyun eğen bir kadın figürü çizilmektedir. Bir sahnede ise kadınların film izlemelerinin haram olduğu vurgulanarak, filmden anlamadıkları için sinema salonuna girmemeleri istenmektedir. Diğer bir sahnede ise hastalanan adam kadın doktora kendini muayene ettirmek istemez. Bir erkeğin onu muayene etmesinin üzerine kadın doktorun nefes al ver sözlerini duymazlıktan gelir. Doktor da olsa bilgili bir kadını dahi duymamaktadır Afgan erkeği…

Gülçehre filmini izlerken zamanın şartlarında insanların film izlemek için verdiği uğraşı göreceksiniz. Şimdilerde kırmızı rahat koltuklarda izlediğimiz her sinema filminin kıymetini bilecek ve dev ekranlarda izlediğiniz filmler için çok şükredeceksiniz. Birçok film arasından birini seçme ve beğenip beğenmeme lüksünüzü bu filmi izlerken unutacak ve Gülçehre filminde birkaç insanın Afgan tarihinin kaydı olan filmleri kaybetmemek için ne uğraş verdiklerini izleyeceksiniz. Televizyonlarını kendi elleriyle gömen, aile fotoğraflarını kendi elleriyle yakan bir Afgan halkı ile karşılaşacaksınız. Televizyondan, filmden, sinemadan, aile fotoğraflarından ve hatta resimlerden korkan bir Taliban rejimi izleyeceksiniz. Sinemanın insanın damarında dolaşan kanı besleyen bir ruh olduğunu bu filmde öğreneceksiniz.

Afganistan ve İran tarihine ait ne varsa en iyi öğrenebileceğiniz kaynaklar İran filmleridir.  Dönemin rejimlerini, halkın durumunu en iyi şekilde yansıtırlar. Gülçehre hiç hafızanızdan silinmeyecek ve her sinemaya gittiğinizde hatırlayacağınız müthiş bir İran filmi. Bir tavsiye; izlerken film izleme keyfinin Afgan halkı için önemine dikkat edin.

Menekşe G.

Resim Havuzu

Resim Havuzu” filmi başlangıç anıyla beni mest etmeye yetti. İlk andan itibaren oyunculuk anlamında gerçekten kaliteli ve başarılı bir oyuncu kadrosuyla karşı karşıya olduğumu anladım. Filmin baş karakterlerinden Meryem ve Rıza oldukça farklı bir zekaya sahip insanlardan. Dünyanın kötülüklerinden arınmış, insan olmanın sadece saf ve temiz özelliklerini almış kişilikte iki insan. Bir şekilde hayat yollarını kesiştiriyor ve bir aile kuruyorlar. Bu aileden de Süheyl isminde bir çocukları dünyaya geliyor.

Süheyl okul dönemi geldiği zaman ailesinin durumu yüzünden okula gelmelerini istemez. Hatta öğretmeni çok ısrar etmesine rağmen annesini dahi okula getirmek istemez. Ailesiyle çok güzel vakit geçirir ancak sanırım diğer insanlardan farklı bir anne babası olduğu için onlardan utanıyor. Bu sebeple de ailesini kendi çevresinde pek bulundurmak istemiyor. Küçük bir çocuk için toplum baskısı sebebiyle normal görülebilecek davranışlar sergiliyor aslında, insanın içini burksa da alay edilme korkusuyla ailesini saklama isteğinde olması Süheyl için çok ayıplanacak bir durum teşkil etmiyor. Çünkü onun için normal olan ailesinin büyüdükçe diğer insanlara göre farklı olduğunu görüyor.

Büyümekte olan bir çocuk her zaman ailesi ile sorunlar yaşar. Bununla baş edebilecek psikolojiye sahip aileler için bile bu oldukça zorlu bir dönemdir. Her şeyin en iyisini Süheyl için yapmaya çalışan Meryem ve Rıza’nın maalesef imkânları kısıtlıdır. Farklı olmaları sebebiyle belli işlerde çalışabilmektedirler. Bu nedenle kazançları da fazla olmamaktadır ve Süheyl’in her ihtiyacını karşılayamamaktadırlar. Süheyl üzerinde de normal bir ailede anne babanın çocuklarına uyguladığı baskıyı kolay kolay uygulayamazlar. Aslında onlar da Süheyl ile birlikte çocuk olmaktadır. Bu onların kötü birer ebeveyn olmasından değil tamamen saf duygularla çocuklarını sevmelerinden kaynaklanmaktadır.

Süheyl’in ailesinden kopma isteğine mi üzülsem, ailesinin içinde bulunduğu ve çıkamayacakları çaresiz duruma mı üzülsem bilemedim. İçim gerçekten burkuldu. Kötü şeyler bir başladı mı ardı arkası kesilmez ya, sanki Meryem ve Rıza’nı yeterince sıkıntıları yokmuş gibi başka dertler de üst üste gelir. Ekonomik anlamda sıkıntıya giren aile, Süheyl’in aykırı davranışlarıyla daha da sıkıntı çekmektedir. Ancak bu noktada bile Meryem ve Rıza’nın birbirlerine destek oluşlarına tanık olmak insanın içini ısıtıyor. Normal bir insan olarak onların yaşadıkları zorluklara kolay kolay göğüs geremeyecek insanlar için hayata tutunuşlarıyla büyük bir ders veriyorlar ve bu mükemmel insanlar sadece kendi hayatlarını değil diğer insanların hayatlarını da değiştiriyorlar. Hem de kendine akıllı diyebilecek birçok insandan daha masum ve daha güzel bir şekilde.

Çok etkileyici bir film, mutlaka her kesimden ve yaştan insanın izlemesi gereken bir yapıt olmuş.

Irene Monk

Altın ve Bakır

Film iki çocuklu bir ailenin Tahran’daki ev taşıma sahnesiyle açılıyor. Biraz hayal kırıklığıyla başladım aslında filme. Ancak filmdeki kadın karakter Zehra’nın samimiyeti iki dakikada filmin içerisine dâhil ettiriyor. Çekimler ve görüntü kalitesi biraz zayıf kalıyor ancak konunun işlenişi oldukça akıcı. Bir molla olma yolunda din talebesi olarak eğitim gören Seyyid oldukça utangaç bir karakter. Bu kadar pasif ve utangaç olması biraz rahatsız edici.

Film 2011 yapımı olmasına rağmen çekim kalitesi oldukça düşük kalıyor. Bazı noktalarda oyuncular filme dâhil olamamış ve karakterlerini yapmacık oynamışlar hissi uyandırıyor. Çoğu zaman bir karakterin iyi niyetli mi davrandı yoksa kaba mı davrandığını anlayamadım. Ama bu durum negatif bir etki yaratmadı, daha çok merak uyandırdı. Film ilerledikçe karakterler hakkında daha net bir düşünce oluşuyor.

Molla olma yolunda olan Seyyid, eşi hastalanınca çok fazla zorluk çekiyor. Çocukların bakımı, bir yandan eşinin hastane masrafları, derslere gidememesi birçok sıkıntı yaşamasına sebep oluyor. Eşine olan hassasiyeti gerçekten insanın içine dokunuyor. Filmle ilgili en çok hoşuma giden ayrıntı ise filmdeki Ayda karakterinin dinlediği Türkçe şarkıydı.

Altın ve Bakır filminde eşine gönülden bağlı olan bir adamın aşkı dışında MS hastalığı ile ilgili de birçok bilgi sunuluyor. Hastalık konusu işlenirken bir yanda ailenin ne kadar zorluk çektiği açıkça görülebiliyorken diğer yanda bu hastalıktan bihaber olan insanların ne kadar umarsız olduğunu görebiliyorsunuz. İster istemez ailenin yaşadığı sıkıntılar da insanın vicdanını sızlatıyor. Ancak bu durum filmde oldukça samimi bir şekilde dile getiriliyor.

Film ilerledikçe MS hastalığı ile baş eden bir ailenin ne kadar büyük sıkıntılar çektiğine içten bir şekilde tanık oluyorsunuz. Film bu haliyle de oldukça etkili. Ancak duygu yoğunluğunun izleyiciye daha çok aktarılması için daha fazla fon müziği kullanılsaymış daha fazla dikkat çekeceğini düşünüyorum.

Filmin sonuna geldiğimde fark ettim ki film ufak ayrıntılarıyla insanı gerçekten etkiliyor. Sıkıcı bir film kesinlikle değil, izlediğinizde insanlık namına birçok şey öğretiyor izleyene. Sanki tüm film bir şefkat buharıyla sarılmış ve bunu filmi izlerken de rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Bazı noktalarda neden böyle yaptı sorusu akla gelebiliyor, ancak bu nedenler üzerine ufak bir düşününce kişilerin bunu geleneklerinden ve inançlarından ötürü yaptığını fark ediyorsunuz. Filmin başında insanı rahatsız eden Seyyid’in pasifliği ve utangaçlığı filmin sonunda insanı rahatsız etmekten çıkıyor ve yaptığı fedakârlıklar ile insanı hayran bırakıyor.

Irene Monk

Gülçehre

2011 yılında çekilmiş İran yapımı “Gülçehre“, müzikleri, çekim mekanları, değindiği konular ve anlattığı hikayeler ile izleyiciye hem görsel ve işitsel bir şölen sunuyor hem de çarpıcı konuları, sade ve etkili anlatımı ile seyirciyi içine çekiyor. Savaşın bitmediği topraklarda günlük hayatın normal akışını farklı bir bakış açısıyla ele alan bu film, yaklaşık iki buçuk saatlik akışında izleyiciyi derinden etkiliyor ve bu etki film bittikten sonra da devam ediyor. Gülçehre, tıpkı günlük yaşantımız gibi, içinde mizah, hüzün, aşk, idealler ve arkadaşlık bağları gibi pek çok önemli duygu ve unsur barındırıyor. Yalnız bu duygu ve unsurların dışında, yakın geçmişinde komünist bir yönetim olan, Ruslarla savaşı yeni bitirmiş ve Taliban gibi pek çok farklı grubun iç savaş içinde oldukları ve dolayısıyla halka da zulüm yaşattıkları bir Afganistan’da geçtiğinden, bölge halkının yaşam mücadelesi de hikayenin önemli bir kısmını oluşturuyor.

Gülçehre filminde en önemli karakterlerden biri olan Eşref Han, bölge halkı tarafından oldukça sevilen ve saygı duyulan, sinem tutkunu, orta yaşlarda bir kişidir. Gerek dönemin Afganistan’ında yönetimi ele geçiren yobaz güçlerin baskısı ve yasakları, gerekse halkın konu hakkındaki bilgisizliği ve ön yargıları nedeniyle sinema fikrine kimsenin yanaşmaması ve sinema kültürüne olan tahammülsüzlük Eşref Han’ı derinden üzmektedir. Burada Eşref Han’ın idealist tutumu, gençlerin savaş dolayısıyla katledildiği, sakat kaldığı zamanlarda, halka günlük hayatlarının içindeki savaş halinden kaçmak için bir alternatif, bir çıkış yolu sağlayacaktır. Eşref Han idealleri için, aile mirası bir sinema salonu olan ve filme ismini veren “Gülçehre”de mücadele verecektir. Biz de Eşref Han ile birlikte, bu tanıdık mücadeleyi izlerken, bir yandan kültür sanat aktivitelerinin devamını sağlayabilmek için verilen uğraşa, bir yandan da bu kanlı savaş ortamı içerisinde yaşam mücadelesi verilişine tanık oluyoruz.

Filmin bir diğer önemli özelliği ise, çoğu savaş filminin yanı sıra, Gülçehre’de bir iç savaş halinin sıradan insanların sıradan hayatlarına olan yansıması oldukça başarılı bir şekilde ele alınmıştır. Konuya böylesi bir yaklaşım da, beraberinde yalın ve etkileyici bir savaş – dram filmi ortaya çıkarmıştır. Çoğu filmde çok başarılı ve yüksek bütçeli savaş sahneleri görmüşüzdür, ancak pek azında bu savaş halinin günlük hayatta evi için alışveriş yapan ya da işine gitmeye çalışan, sokaktaki sıradan insanın hayatına pratikteki etkisi ele alınmıştır. Gülçehre filmini bu kadar etkileyici ve başarılı yapan noktalardan birisi de, ülkedeki kadın sorununu ele alış biçimidir. Filmde bu konu hakkında çok dikkat çekici ve gösterişli sahneler ya da diyaloglar bulunmasa da, burada da sade ve etkili anlatım ile kadının günlük yaşantısında, iş hayatında, evlilik, aşk, arkadaşlık konularında yaşadıkları zorluklar ve kısıtlamalar; kız çocuklarının ise içine doğdukları ayrımcılık ve engelleyici yaşam tarzı açık bir şekilde izleyiciye aktarılıyor.

Kozan Ç.

İpek yolu

İpek Yolu filmi senaryosunun kamera karşısına başarılı bir şekilde aktarıldığının kanıtı. Müzikler, karakterler, hikâye oldukça güzel işlenmiş. Filmin hikâyesi 11. Yüzyılda geçiyor ve bu döneme ait birçok bilgi veriyor. Şiraz Medresesi’nin fen biliminde oldukça yetenekli olduğu bilinen Şazan Bin Yusuf filmin başkahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Yusuf fen bilimlerine hevesli olduğu gibi en büyük hayallerinden birisi de yelken açarak denizlerde yolculuk yapmak.

Medrese hocası onun bu isteğini biliyor ve Süleyman Reis’in Çin’e düzenleyeceği bir yolculukta onu katip olarak göndermeyi teklif ediyor. Yusuf’un en çok istediği şeylerden biri bu tarz bir deniz yolculuğu olduğu için düşünmeden kabul ediyor. Ancak hocasının da ondan bir isteği var, gittiği gördüğü yediği içtiği her şeyi ve her yeri not alacak. Yolculuk sırasında gökyüzünde gördüğü yıldızlara varana kadar hepsine de bu not defterinde yer verecek. Yusuf’un kâtip olarak gemiye alınmasıyla beraber maceralar başlıyor.

Film 2011 yapımı. Gemilerde yelken açılışlarına verilen efektler bile çok güzel yansıtılmış. Oyuncular da karakterleri oldukça kaliteli bir şekilde yansıtmışlar. Yaşanılan maceralar oldukça akıcı bir şekilde ilerliyor ve bir sonraki noktada ne yaşanacağı konusunda merak uyandırıyor. Ayrıca kölelik gibi kavramlarda denizcilerin ve tüccarların nasıl işlerini yürüttüklerine dair de ufak bilgilendirmeler var. Denizcilik alanına ilgi duymayan bir izleyiciyi bile ekrana kilitleyebilecek türden bir akıcılık yaratılmış. Mantıksız ayrıntılara yer verilmemiş ve herkesin anlayabileceği şekilde denizcilik tabirleri izleyiciye aktarılmış.

Filmde işe acemi olarak başlayan Yusuf’un nasıl ustalaştığını görüyoruz. Bir filmin olmazsa olmazı tabii ki kötü karakterler. İpek yolu filminde de bu karakterlerden oldukça mevcut. Ancak konu öyle güzel işlenmiş ki kötü karakterlerin varlığı bile filmi oldukça zevkli hale getiriyor. Tabi bir de aşk var. Genel görüş gemide bir kadının olmaması gerektiğidir. Bu nedenle filmde kadın karakter geçeceği pek tahmin edilemiyor. Ancak filmdeki kadın karakterin filme dâhil olması oldukça sinsice yapılmış. Bu noktada olay örgüsünün iyi işlendiği de görülebiliyor.

Yine en çok dikkat çeken ve filmin izlenmesini daha da keyifli hale getiren diğer bir nokta seçilen güzel müzikler. Olaylar anında tam olması gereken yerlerde müzikler eklenmiş. Duymaya pek alışık olunmayan farklı melodilerin müzik olarak seçilmiş olması bu İran filmini oldukça farklı kılıyor.

Bir filmde en çok aranılan şeylerden biri de görüntü kalitesidir. İpek Yolu filminde bu konuda es geçilmemiş ve her ayrıntı özenli bir şekilde incelenmiş. Her anlamda mutlaka izlenmesi gereken bu İran filmi tabiri caizse karakterlerin yaşadıklarıyla insanın içini ısıtıyor.

Irene Monk

Davul Dengi Dengine

Başlangıcında film karelerinin sunumu farklılık yaratıyor. En başta yeni evli bir çiftin zorluklarıyla görüntüler başlıyor. Daha sonra yetimlere yardım için para toplayan bir adam karşımıza çıkıyor. Film aslında belirli bir hikaye etrafında toplanmıyor, daha çok bir konu üzerine toplanıyor. Bu konu etrafında da farklı yaşamla ele alınıyor. Ele alınan konu ise fakirlik.

Filmde erdem sahibi insanlar ve tüm zorluklara rağmen ayakta durmaya çalışanlar çoğunlukta. Benim en çok dikkatimi çeken ve etkileyen cümle bu filmde “Ne güzel olurdu gerçekten, insanlar ölünce kitap olsalardı.”.

Filmin oldukça güzel bir konusu var ancak biraz durağan ilerliyor. Daha fazla olay örgüsü isteyenler için biraz yavaş akan bir film olarak değerlendirilebilir. Ancak ağır şartlarda yaşamlarını sürdüren insanlara dair bu filmin başka türlü bir akışa sahip olması beklenemez.

Farklı insanların hayatları ekrana aktarılırken fark ettiğim nokta kitaplara her hikâyede bir şekilde değiniliyor olması. Bu kadar ağır ilerleyen bir filmde beklenmedik şekilde aralara sıkıştırılan espriler filmin rehavetini ortadan kaldırıyor. Bazı noktalarda filmin çekim kalitesi düşük gibi geldi, ancak bu kısım hikâyenin geçtiği ortam sebebiyle de bana öyle gelmiş olabilir. Genel olarak konunun ilerleyişi iyi. Farklı kişilerden bahsediliyor olsa da kişilerin hayatları arasındaki geçişler düzgün bir şekilde aktarıldığı için anlam karmaşasına sebep olmuyor.

Konu daha hızlı bir şekilde incelenebilir gibi geldi bana, en azından bazı noktalara fazla ayrıntı eklenmeseymiş daha akıcı bir film haline getirilebilirmiş. Çünkü özellikle filmin ortalarından sonra konu gittikçe ağırlaşıyor. Tabiri caizse yavan bir anlatımla ilerliyor. Bu da bu noktalarda filmi sıkıcı hale getirebiliyor. Yine de sonunda ne olacak ve tüm bu insanların hayatları hangi noktada birbirleriyle bağlanacak ve nasıl sonuçlanacak insan merak ediyor. Bu da filmin sonunu getirmeye olanak sağlıyor.

Davul dengi dengine konsepti filmin ilk başlarında oldukça dikkat çekiyor ve bu düşüncede olan insanların yaşadıkları akabinde verdikleri kararlar üzerine olaylar gelişiyor. Aslında insanların genel olarak dengi dengine olma kıstası tamamen parayla ilgili. Eğer bir kişinin ekonomik durumu sizinle eşit düzeyde değilse o kişi size denk olmuyor. Ancak filmde durumun böyle olmadığı çok net bir şekilde anlatılıyor. Kendisi yanlış yaparken, başkasının yaptığı aynı hatayı yüzüne vuran insanların nasıl terbiye edileceği konusu da işleniyor.

Film içerisinde komedi de mevcut ancak ağırlık olarak üzgün bir sakinlik var. Neyse ki bir noktadan sonra bu düğüm çözülüyor ve tatmin olmuş bir şekilde filmi sonlandırabiliyorsunuz.

Irene Monk

Son Bekâr

Son Bekâr filminin konusu gerçekten çok ilginç. Tam 43 kere evlenme teklifi reddedilen Veli, evlenip güzel bir yuva kurmak istiyor. Ancak nedense bu konuda yüzü bir türlü gülmüyor. Yapılan espriler oldukça içten ve insanın yüzünü güldürüyor. Veli’nin hüsranla sonuçlanan denemelerinde bile izleyici güldürülebiliyor.

Şans eseri Veli, doğru eş nasıl bulunur konusunun işlendiği bir sınıfa denk geliyor ve burada öğrencilerin ders konusu haline geliyor. Veli neden bu kadar uzun süredir kendine bir eş bulamaz bunun sebepleri hakkında bir proje hazırlanması sınıf geçme notu olarak isteniyor. Filmin çekim kalitesi pek kaliteli değil. Ancak bu durum izlenmesine herhangi bir engel teşkil etmiyor. Veli’nin neden evlenemediği incelenirken hem babası hem de Veli’nin başına oldukça komik olaylar geliyor. Hatta baba karakteri o kadar samimi yapılmış ve espriler o kadar güzel yerlere yerleştirilmiş ki birçok anlamda komedi filmlerine taş çıkaracak kadar güzel bir şekilde işlenmiş. Olaylar gelişirken kullanılan müzikler de oldukça güzel kurgulanmış.

Filmde kullanılan espriler basit gelebilir ancak öyle akıllıca yerlerde kullanılmış ki hepsi bir araya geldiğinde tüm konuyu çok kaliteli bir hale getiriyor. Filmin şöyle bir güzellikte mevcut. Her yaştan kişinin rahatlıkla izleyebileceği tarzda yapılmış. Aileyle beraber oturulup rahatça izlenebilir.

Ben filmi izlerken oldukça keyif aldım. Karakterlerin hepsinin ayrı bir özelliği var ve hepsinin hayatlarında farklı olaylar gelişiyor. Birbirlerinden ayrı bu insanların bir araya getirilişleri o kadar doğal işlenmiş ki bir sonraki noktada filmin nasıl ilerleyeceği tahmin edilemiyor. Bu da filmi daha tatlı hale getiriyor.

Film ilerledikçe karakterler aslında sonunu tahmin edebileceğiniz bir oyunun içerisine giriyorlar. Bu tarz senaryolara Türk halkı olarak çok aşinayız aslında ama bu filmde yine bu konu oldukça güzel işlenmiş. Komedi olması ise ayrı bir zevk veriyor. Oyuncular sanki rol yapmıyorlar da gerçekten o karakterlere sahipler. Baba karakteri, anne karakteri, Veli’nin mimikleri, Peri hanımın kızgın tavrı hepsi oyuncular üzerine tam olarak oturmuş.

Keyiflenmek biraz gülümseyebilmek için tercih edilebilecek bir film olmuş.

Irene Monk

Gülçehre

Filmin konusuyla ilgili en büyük dikkat çeken şey yaşanmış bir olaya dayanıyor olması. Başladığı ilk dakikadan itibaren Afgan halkın yaşam şekline göre bilgiler vermeye başlıyor. Sinemanın yasaklandığı bir dönemde savaş ve zulüm içerisinde olan halka bir nebze de olsa moral olması için yeniden sinemanın açılması için uğraşılıyor.

Eşref Han bu noktada en çok uğraşan kişi olarak filmde karşımıza çıkıyor. Devletin bile baş edemeyeceği güçlere sahip olan ve sanata karşı olan kişilerin tehditlerine rağmen oldukça azimli bir şekilde topluma yararlı olacağını düşündüğü sinema hizmetini sunmaya çalışıyor. Afgan ve İran halkının genel yaşamı düşünüldüğünde aslında o kadar katı olmadıkları beni oldukça şaşırttı. Bu filmde de kadınlara özel olarak değer veriliyor olması çok hoşuma giden bir durum oldu. Tabi her toplumda olduğu gibi dar görüşlü insanlara örnek olarak yaratılan karakterler de mevcut.

Afgan halkının sinemayı rahat rahat izleyebilmesi için Eşref Han bozulan film aygıtını düzeltmek için İran’a yolculuk ediyor. Bu süreçte yaşadığı sıkıntılara rağmen yılmaması gerçekten insana ilham veriyor. Ancak filmin konusunun yavaş işlendiği kanısındayım. Gereksiz ayrıntılara yer verildiği için izlerken sıkıcı bir sürece girilebiliyor.

Filme ait çekimler oldukça kaliteli. Konu nedeniyle özel efektlere zaten gerek duyulmamış. Ancak konunun geçtiği alanlar izleyiciye net bir şekilde aktarılabilmiş. Filmin geneline bakıldığında sanki sessiz geçtiği izlenimine kapılabiliyorsunuz. Sanırım bu his filmde fazla müzik kullanılmamasından kaynaklanıyor. Aslında başlangıç anında nefis bir müzikle filme giriş yapıldığı için bu konunun çok güzel ve değişik müziklerle renklendirileceği konusunda ümitliydim. Filme bu tarz bir düşünceyle başlamış olmam da bende filmin ilerisi için böyle bir etki yaratmış olabilir.

Film içerisinde aslında çok tatlı ufak hikayeler var, örneğin Gülçehre isminin nereden geldiği gibi. Ayrıca farklı ve kaliteli eski yapım filmler hakkında da birçok öneride bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında Gülçehre filmi aslında bir arşiv niteliği taşıyabilir. İçerisinde izleyicilerde merak uyandırıp izleme isteği uyandıracak başka film isimleri de geçiyor.

Gülçehre” sanat ve film aşığı kişiler için duygusal sayılabilecek bir film olmuş. Savaşa, tehditlere, karanlığa rağmen amacından vazgeçmeyen Eşref Han’ın ısrarla sinemasını açma çabası filmin değerini arttıran en önemli nokta aslında.

Irene Monk