admin tarafından yazılmış tüm yazılar

The Color of Paradise – Cennetin Rengi (1999)

Filmin orijinal adı Rang-e Khoda, İran yapımı bir film. Daha önce hiç İran filmi izlemeyenlere ilk önce izlemesini önerdiğim bir film. Filmi anlatmadan önce İran Sinemasından biraz bahsedeceğim. Her ülkenin genel bir bakış açısı vardır, milletini yansıtan. İstisnaları da kaide dışına alırsak genelde Türkiye’de komedi baskın kalır. Diğer dallarda da yapılan filmler var ama ilk akla gelen nedense komedi ya da aksiyon oluyor. Genelde önerilen filmlerde böyle burada. Biraz farklılık katalım istedim.

İran sineması başarısını dram dalında kusursuz kanıtlıyor, beni hayran bırakan yanıdır belki de. Çok doğal, etrafınızdan birinin hayatını izliyormuş gibi bakar buluyorum kendimi. Ardından izleyicisini boş göndermiyor, gösterişten uzak kalıp bir anda hayatın anlamı üzerine düşüncelere götürüyor. İran Sineması’nda Majid Majidi’nin yeri apayrıdır. İzlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuğun, Muhammed’in sadece dokunma ve duyma hislerini kullanarak dünyayı ve çevresini anlama çabasını konu edinmektedir. Muhammed’in annesi hayatta değildir. Babası ve iki kız kardeşi ve birde çok sevdiği babaannesi şehre uzak bir köyde yaşamaktadırlar. Muhammed şehirde okula devam etmektedir. Fakat yaz dönemi geldiği için okul kapanır ve Muhammed köye babasının yanına dönmek durumunda kalır.

Babası yeni bir eş adayı ile evlenmeyi düşünmektedir fakat görme engelli Muhammed’in bu evlilikte sorun olacağını düşünür ve onu köye getirmek istemez. Dram türündeki İran yapımı bu film baba -evlat ilişkilerini, görme engelli bir çocuğun hayatın anlamını, Allah’ı anlama çabasının yoğun duygular içinde işlemektedir.

Vicdanınızı hatırladınız dimi… Vicdanınızdan uzakta yaşamamanız dileğiyle…

Carmita, Film-Önerileri

Bulutlarda Bir Ev

Bulutlarda Bir Ev – 2014 – İran Filmi

O kadar huzur dolu bir film ki, dünyanın bütün stresinden çok uzakta bırakıyor sizi ama bir o kadar da gerçek bi hikayesi var.

Kötülüğün saf iyilikle buluştuğunda neler olduğunun en net şekli bu filmde.

Filmin Konusu: İki arkadaşımız var filmde. İşleri oğulları cepheye gitmiş olan aileleri tespit etmek ve onlara “oğlunuzun cepheden arkadaşlarıyız, iznimiz vardı birkaç günlüğüne buradaydık. Emanetiniz varmış, onu almaya geldik” diyerek masum insanları dolandırmak.

Ne kadar şerefsizce! Değil mi?

Böylesine haysiyetsiz bu insanlar, birgün minik Meryemlerin kapısını çalar ve hayatları Meryem ve onun ninesi sayesinde değişir.

Açık hava tiyatrosu tadında, sakin ama çok çok duygu yüklü olan bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

Arada yutkunmakta zorlanacaksınız belki ama dünyada böyle güzel insanların yaşaması ihtimali bile sizi mutlu edecek.

İslamiyet diyorum, yaşandı mı insana ne güzel meziyetler yüklüyor.

Masumiyet diyorum, azıcık vicdan sahibi insanları ne kadar olumlu etkiliyor.

Keşke hepimiz bu filmdeki nine gibi zarif, düşünceli ve de güzel niyetli olabilsek (torununu o adamlarla bir başına bırakarak biraz fazla iyi niyetli davrandı ama neyse).

Tekrar ediyorum Bulutlarda Bir Ev filmini mutlaka izleyin.

Yiğitlerin yetiştiği evler, evet işte onlar bulutların kenarında.

Arzu Akay

Davul Bile Dengi Dengine Çalar

Komedi süsü verilmiş gerçek bir film diyebileceğimiz bir filmdi Davul Dengi Dengine. Ali Hazayfer’in yazıp yönettiği Davul Bile Dengi Dengine Çalar filmi için kurgusu aşırı orijinaldi, bambaşkaydı diyemem fakat fark ettim ki İran filmlerinin asıl amacı özgünlük değil, doğru yorumu katmak.

Öyle akıcı bir filmdi ki iki farklı olayın birbirine bağlanması gayet akıcıydı fakat bir süre sonra hafif sıkar gibi oluyor. Buna sebep olanın gereksiz birkaç detayın verilmesi olarak görüyorum ama inanın sonunu merak ettiğim için bırakmak aklımın ucundan dahi geçmedi.

Filmde öyle güzel bir aşk kavramı var ki Türk dizi ve filmlerinde gördüğümüz o tutkulu aşklar, yaşı tutmamasına rağmen yaşanan ağır cinselliklerden uzak. Asude, naif bir aşkı anlatırken bence oyuncuların yeteneği kadar dekor ve kostümler de önemli. Özellikle kadınların vücut hatlarını belli etmeyecek kadar bol ve koyu renkli İslami giysileri ile bana sade ama doyurucu gelen bir filmdi. Açıkçası aşırı tavan yapmış beklentilerle başlamadığım için kötü bulmadım fakat bomba bir filmdi de diyemem. Sadece sizi etkileyecek bir filmdi. İçindeki naif aşk, hırs doğallık zaten filme ısınmanızı sağlıyor. Erkeklerin dahi aşırı makyajla çekime çıktıkları filmlerin aksine kadınlar bile öylesine doğaldı ki sanki film izliyor gibi değil de mahallenizde geziyormuş gibi bir hissiyat veriyor.

Hiç beklenmedik anlarda araya sıkıştırılan espriler filme çok hoş bir hava katmıştı. Sosyal sınıf farklılıklarına rağmen gördüğümüz her karakterin bir mizah anlayışı olduğunu ve bu anlayışın da aslında konumlarına göre şekillendiğini göreceksiniz.

Karakterleri genel olarak sevsem de Kasım’ın yengesi Refet’i kız bulma konusundaki terbiyesizliği ve açgözlülüğü sebebiyle bir türlü sevemedim. Bana itici geldi ve karaktere istesem de ısınamadım. Yiğidi öldür hakkını yeme, karaktere ısınamasam da rolünü layıkıyla yerine getiren bir oyuncuydu.

Kasım ve Reyhane benim favorimdi, çok tatlı bulduğum için böyle düşünsem de aslında iki karakterin de nazik yapısı beni onlara çekti. Özellikle Kasım çok hoşuma giden bir karakterdi, gerek düşünce yapısı olsun, gerek davranışları olsun. Çok ince fikirli ve kibar bir karakterdi.

Filmde benim çok hoşuma giden birkaç söz vardı. Onları not ederken büyük bir zevk duydum. Sizin için de buraya bırakıyorum.

Ne güzel olurdu gerçekten insanlar ölünce kitap oluverselerdi. Hayatlarının kitabı olurlar sonsuza kadar yaşarlardı.

Annen seni seviyor, kardeşin seni seviyor, karın seni seviyor. Sen fakir değilsin.

Keyifle izleyeceğinizden emin olduğum Davul Dengi Dengine bir şeylere sıkıldığınızda, bunaldığınızda çerez olarak tabir edebileceğiniz bir komedi filmi olsa da bazı kısımlarda derin duygular vardı.

Hala izlemediyseniz kısa sürede izlemeniz dileğiyle!

Elif Yaman

Gülçehre

Yönetmenliğini Vahid Musaiyan’ın yaptığı Gülçehre filmi İran filmleri arasında oldukça sarsıcı ve gerçekçi bir film. Müthiş bir aşk, muazzam bir azmin kameraya aksedişi.

Filmin konusu da oldukça güzel. 2011 yapımı olsa da gerçekten oldukça iyi iş çıkarmışlar teknik anlamda. Aynı zamanda gerçek bir hikayeden alıntı olmasına rağmen bu kadar objektif bir yansıma olması da beni oldukça etkileyen bir noktaydı. İşin içine siyasi olgular girince ben az da olsa bir propaganda beklemiştim fakat aksine amaç sadece sanattı. Bu yüzden oldukça başarılı bulduğum bir çalışmaydı.

Konusuna gelecek olursak. Oldukça başarılı bir oyuncu olan Mesut Rayigan’ın canlandırdığı Eşref Han karakteri, neredeyse yadigar sayılabilecek bir aile mirası olan Gülçehre Sineması’nı yeniden faaliyete geçirmek için işe koyulur. İnsanların savaş psikolojisinde ilimsel açlık çekmesini istemeyen Eşref Han’ın karşısına Taliban engeli çıkmıştır. Taliban katı kuralları gerekçesiyle radyo, televizyon ve sinemaya karşıdır. Bunu önlemek için yoğun olarak kadınları hedef alan ağır cezalarla tehdit edip zaten savaş psikolojisi nedeniyle çökmüş olan halkı sindirmeye çalışmıştır. Filmin bir diğer ilgi çeken karakteri ise zarafetini oyunculuğuna yansıtan Ruhsare’dir. Eşref Han’a çok yardımı dokunan bir doktordur fakat Eşref Han’ın yaptığı bu toplumsal hareketin bedelini ödemesine ne yazık ki engel olamamıştır. Tabi Ruhsare’nin yaşadıkları beni Eşref Han’ın ölümünden daha çok duygulandırdı. Gülçehre kesinlikle oldukça duygusal bir filmdi.

Filmi izlerken size aşılanan azim, umut gibi duygular olsa da ön planda olan iki duygu vardı bence. Aşk ve öfke. Bir yandan Eşref Han ve Ruhsare beni duygulandırırken, diğer yandan yobaz zihniyetlerin dışa vurumu, yapılan haksızlıklar öfkelenmenize sebep oluyor.

Film sonunda kesinlikle vakit ayırıp izlemeye değer bir film olduğuna inanacaksınız. Gerek senaryo, gerek çekim olarak oldukça iyi bir çalışmaydı. Tarihi dram türünde sıkılma ihtimaliniz genelde yüksektir fakat film sizi içine içine çekiyor ve 108 dakikanın nasıl geçtiğini dahi anlamıyorsunuz. Film bittiğinde kendinizi ne ara sonuna geldiğinizi düşünürken bulmanız muhtemel.

Öyle ya da böyle, film sonunda vicdanınızı bir elin sıktığını hissedeceksiniz. Çünkü izlediklerimizin aslında ne kadar gerçekçi oluşuyla alakalı bir durum bu. İstemeden de olsa gözardı ettiğimiz bir durum, tabi bu durumda bazı olayları abartırken bazılarını pasifize etmeye yönelik çalışmalar yapan medya da oldukça etkili.

Uzun yıllar unutmayacağım ve çoğu detayıyla aklımda kalacak olan Gülçehre filmini eğer hala izlemediyseniz keyifle izlemenizi diliyorum. Yenikaynak.com‘a bizleri böyle güzel filmlerle buluşturduğu için en içten teşekkür dileklerimi sunmaktan gurur duyuyorum.

Elif Yaman

 

Deli Yüz

Deli Yüz filminde sosyal medya üzerinden tamamen öksüz ve yetimlerin bulunduğu bir grup oluşturulur. Bu gruptan üyeler buluşmaya karar verirler ve bir kafede buluşurlar. Aslında olaylar Piruz’un sandığı kadar masum gitmemektedir ve kendini ilginç bir yalan silsilesinde bulur. Bazı yalanlara kendi de dahil olup oynamak zorunda kalır.

Deli Yüz, şu ana kadar çok az İran filmi izlesem de izlediklerim arasında günümüz gençliğine en çok hitap eden filmdi. Sosyal yaşantı olarak da karakter olarak da kendime en yakın hissettiğim filmdi diyebilirim, adapte olmakta hiç zorluk çekmedim. Film dram kategorisinde gösterilse de genç yetişkin türüne daha çok uyduğunu düşünüyorum.

Karşımıza altı tane başrol çıkıyor. Piruz, Mesut, Gazel, Mandana, Şukufe ve Kaveh’di. Bu altı başrolün hepsinin hikayesi bölüm bölüm anlatılmıştı, hiçbiri hakkında kafanızda soru işareti kalmıyor. Ben en çok filmin bu yönünü sevdim çünkü bütün karakterlerin farklı yaşanmışlıkları, farklı hikayeleri var. Tıpkı şiirlerin zihniyetini yazarından, yazarın yaşadığı dönemden çıkardığımız gibi karakterlerin hal ve hareketlerini de anlamamız büyük oranda o karakteri tanımaktan geçiyor. Filmin tanıtımını okuduğumda çok ciddi bir beklenti oluşmuştu, izlediğimde ise beklediğimin çok üstünde bir sonuçla karşılaştım.

Oyun olarak adlandırılan bölümler birbirine ustaca bağlanmıştı. Her bölümün sonunda size başka bir karakteri anlatmış olsa da konu bütünlüğünü ve akıcılığı bozan rahatsız edici bir senaryo yazılmamıştı. Beni şoka uğratan kısım sonuydu çünkü çok farklı şeyler planlamıştım. İtiraf ediyorum, evli, mutlu, çocuklu klişesini bekledim. Kaveh ile Gazel, Mandana ile Piruz, Şukufe ile de Mesut evlenir sanmıştım. Filmin ortalarında hayaller bile kurmuştum fakat öyle bir sonla karşılaştım ki dumura uğradım. Far görmüş tavşan gibi kalakaldım. Tonlarca entrika dönüyor sırf bir kadının zenginliği için ve bu entrikaların sonu acı bitiyor, sanırım şu ana kadar izlediğim tüm filmlerle kıyaslarsam ilk ondadır.

Filmin tek bir anafikri olmadığını düşünüyorum, birçok ders çıkarılabilecek bir filmdi. Bu da çok hoşum gitse de filmin diğer bir hayran olduğum parçası kesinlikle başlangıç ve bitiş sahneleri. Piruz karakterinin dilinden duyduğum sözler sanki bir modern klasikten alıntı gibiydi. Bu kısımlara kelimenin tam anlamıyla vuruldum!

Elif Yaman

Anne İçin Bir Beşik

Anne İçin Bir Beşik adlı İran filminin tanıtımını sizin için buraya bırakıyorum.

“Nergis, Moskova Üniversitesi’nde Rus Edebiyatını bitirdikten sonra ülkesine döner. Şimdi ise Moskova Üniversitesi’nde yeni Müslüman olan gençlere İslam’ı anlatmak için tekrar Rusya’ya gitmesi gerekir…”

Tanıtımı okuyunca Rusya aşkımdan kaynaklı filme büyük bir sempati duydum ve başlamak için ertesi günü beklemedim, gecenin üçünde başladım. İyi ki de ertelememişim diyorum şu an, çünkü Anne İçin Bir Beşik filmi kesinlikle ertelenmemeli. İzlemek için bu kadar geciktiğime pişman oldum işin açığı.

Film, konu olarak çok mühim bir konuydu fakat işlenişi, senaryosu ve oyuncuları çok naif bir şekilde yansıtmıştı filmi. Filmi izlerken de, film bitince de içinizi kaplayan huzur tartışmasız büyük bir rahatlık veriyor. Ayrıca daha önce İran filmi izlememişseniz eğer, başlamak için oldukça ideal bir film. Üstelik 74 dakika gibi bir süreye bir sürü duygu sığdırıp, bütün duyguları hissetmek her yiğidin harcı değil diye düşünüyorum. Kesinlikle favori filmlerim arasına girdi.

Film belli bir kitleye hitap etse de herhangi bir cinsel içerik olmadığı için bilgiye susamış çocuklarımızı eğitirken kesinlikle anne ve baba rızası konusunda bu filmi izletmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bizim Nergis’ten farkımız yok, biz de aynı durumlara düşebilecek birer kuldan başka bir şey değiliz. Temennimiz, Yaradan’ın kimsenin eline ayağına düşürmeden, hayırlı, acısız bir ölüm nasip etmesi.

Filmin teknik detaylarına gelecek olursak başrol Nergis Kaşifi (İlham Hamidi) kesinlikle muazzam bir oyuncuydu. Filmin ilk sahnelerinde gözlerinde gerçek bir mutluluğun ışığı parlıyordu, sonlarında ise o acıyı, elemi bize öyle net bir şekilde yansıtmıştı ki duygular konusunda kesinlikle karmaşa yaşamadım. Bu usta oyunculuğunu hem ailesinden gelen yeteneğe, hem de bu tür işlere 7 yaşında başlamış olmasına bağlıyorum.

Filmin başlarında oldukça başarılı ve edepli bir kız olarak gördüğümüz Nergis, gerçek hayatta başımıza gelse çok zarar kararlar vereceğimiz bir durumla karşı karşıya kaldı. Geleceği ve geleceği arasında kaldı fakat biri yaşamsal gelecek, diğeri ahiret geleceğiydi. Nergis’in bu zorlu süreçte nefsini yenmesi ve çevresel faktörlerin onu olumsuzluklara itmesini izlemek beni çok üzdü. İçimde bir taraf Nergis’in Rusya’ya gidip tebliğe uymasını istese de diğer taraf yaptığının doğru olduğunu söylüyor.

Filmin adıyla konusunu ilk başta anlamlandıramamıştım, acaba yanlış çeviriden kaynaklı mı diye şüpheye düşmüştüm fakat filmi sonuna kadar izlediğiniz de ismin tam da filme göre olduğuna karar vereceğinize eminim.

Bu filmi izleyerek nefsimin daha çok bilincine vardım, hiç değilse sadece kendimiz için izlememiz gereken bir filmdi.

Elif Yaman

Melekler Hep Birlikte İner

Senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan Hamit Muhammedi’nin, Melekler Hep Birlikte İner filminin tanıtımı şu şekildedir: “Ahmet eşiyle birlikte sakin bir hayat süren genç bir molladır. Ancak eşinin hamileliğinden haberdar olunca hayatında yeni bir devir başlar. Ekonomik baskılar yüzünden farklı işlerde çalışması teklif edilir ve bu gerçek Ahmet’in hayatında değişikliklere sebep olur.”

Açıkçası tanıtımı okuduktan sonra bundan ne kadar kurgu çıkabilir ki diye düşünmedim dersem yalan olur. Konu bütünlüğü aslında basit gibi görünse de filmdeki detaylar, filmi basitlikten uzaklaştırmış. Filme özgünlük katan diğer bir şeyse, Ahmet karakterinin bilindik erkeklerden çok uzak olması. İmamlarla ve hocalarla dalga geçen Türk sinemasının aksine, Ahmet imtihanları ile boğuştu. Bu türde film izlememiş birinin başlangıç fitilini ateşleyecebileceği çok naif bir tasavvufi filmdi.

Popüler kültürün bize yansıttığı lüks hayatı yansıtmadığı için filmin çok tanınmaması beni üzdü. Film aslında o kadar gerçekçi ki çoğu yerde kendinizden bir şeyler görmeniz mümkün. Aile hayatı oldukça detaylı anlatılmış, kafanızda soru işareti bırakmamışlar. Tanıtımda ne okuyorsanız filmde de o vardı. Tanıtım, ne eksikti, ne de fazlaydı.

İran sinemasından ilk kez film izleyen biri olarak adapte olabilir miyim acaba diye düşündüm. Filmlerimi altyazılı izlerim genelde, bunu da aynen öyle izledim ve izlerken tereddüt duyduğum konunun aslında hiç de tereddüt edilmesi gereken bir konu olmadığını gördüm. Bazı kelimeler dilimizde aktif olarak kullandığımız kelimeler ile aynıydı, bu da bana kendimi evimde hissettirdi derler ya aynen öyle bir his verdi ve hızlıca adapte olmamı sağladı.

Ahmet karakteri için diğer erkeklerden farklı olduğunu söyledim. Bunu detaylandıracak olursak Ahmet bir molladır. Ahmet’in sakinliği ve kibar tavrını ben molla olmasıyla bağdaştırdım. Ayrıca günümüzde sürekli gündeme gelen kadın haklarına bu filmde çok özen gösterilmişti. Ahmet karısına ve çocuklarına öyle saygılı bir baba ki sesini yükseltiği için kızından özür bile diledi. Ayrıca, Ahmet mollalık yapsa da geçimini bunun üzerinden değil, anlının akıyla elektrik tesisatı döşeyerek sağlayan nadir insanlardan biri. Günümüzde insanlar en ufak bir şeyi paraya çevirmeye çalışırken Ahmet çıkarları gözetmeden Allah rızası için birçok insana yardım etmekten asla gocunmuyor.

Leyla karakterimize gelecek olursak, aslında film Ahmet’in üzerinden gitse de sonuçta Leyla, Ahmet’in karısıdır ve yer yer onu da gördük. Leyla fikir ve davranış olarak kocasına karşı çok ılımlıydı, ayrıca şirret kadınlardan değildi. Kolayca ısınabileceğiniz bir karakter olduğunu düşünüyorum. Leyla’yı tek onaylamadığım kısım, bir yerde kocasının arkasında durmadı. İzlediğinizde siz de anlayacaksınız ki Leyla’nın oradaki tavrı yanlıştı.

Film yaklaşık 80 dakika ve şunu söylemek istiyorum ki bu 80 dakikanın hiçbir kısmında sizi rahatsız edecek bir içerik yoktu. Oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip olduğu için sıkılacağınızı da düşünmüyorum.

Son olarak filmin adına başta anlam veremesem de izlediğiniz de aslında konuyla uyumunu sizler de anlayacaksınız. Konusu ve adı tam olarak tencere kapak hesabıydı.

Keyif olarak izlemeniz dileğiyle!

Elif Yaman

İade (2012)

İstirdat / İade filminde 1955 yılında İranlı bir albay Feramerz Tekin , 2. Dünya Savaşı’nın mali tazminatını teslim almak üzere görevlendiriliyor. Bu görevi almak istemese de emir aldığı kişiye itiraz hakkı yoktur ve bunun sonucunda kendini on bir ton altını teslim almak üzere Sovyetler Birliği’nde bulur.

Bu görevin onu zorlayacağının farkındaydı fakat görevi kabul etmek gibi bir lüksü olmadığı için elinden sadece bu zorluklarla başa çıkmak geldi. Gün geçtikçe görev beklediğinden daha karmaşık bir hal aldı, arkasından planlar döndü ve uygulandı. Bu umarsız ihanet silsilesinde ona eşlik eden temsilcilerden sadece bir kişi ihanete teşebbüs etmedi fakat bu ismi gizli tutacağım izlerken heyecanının kaçmaması adına. Unutmayın, bu filmde temsilci ya da devlet adamı, hiçbirine güvenmemelisiniz.

Başrolümüz Feramerz Tekin’den biraz bahsedecek olursak karakterimizi canlandıran Hamit Ferruh-Necat’ın oyunculuğuna söylenecek söz yoktu. Kesinlikle duygu geçişlerini olsun, sert sahneleri olsun ustaca canlandırmıştı. Canlandırdığı karakter vatanına sadık, oldukça zeki ve cesur biri. Zaten Albay Tekin’in zekası olmasa muhtemelen verilen görev Sovyetler Birliği’ndeki ilk gecede biterdi fakat etraftaki herkes planın gidişatından habersiz yaşamaya devam ederdi.

Film 2012 yılında çekilmiş olsa da 1955 yılları çok detaylı yansıtılmıştı. Şurada bocalamışlar, ya bu o yılda nasıl varmış gibi karşıladığım hiçbir dekor yoktu. Çevirmenin giydiği döpiyesten, Kavusi Bey’in kravatına kadar her şey çok doğru yansıtılmıştı. Film mekansal açıdan da benim oldukça ilgi duyduğum bir yer olan Rusya’da ve Tahran’da geçiyor. Bir taraf sıcak tonlarla bezeliyken diğer tarafta hazineyi almaya giderken bile kızıllıklar görüyoruz. Bunlara tarihi filmlerde çok dikkat eden birisi olarak çok önem verildiğini gördüm. Kesinlikle puan verecek olsam bu noktaya gösterdikleri özen puanımı bir hayli yükseltirdi.

İstirdat filminden çok etkilendim, özellikle tarihi film ve kitaplardan hoşlanıyorsanız sizin de beğeneceğinize inanıyorum. Fakat tarih sevmeyip zekice yazılmış senaryoları seviyorsanız da bu filmi seveceksiniz. Filmden çok etkilendiğim için bu yazıyı birkaç saat sonra, filmle ilgili duygularımı günlük duygularımın pasifize etmesini bekledikten sonra yazdım fakat filmi hala fazlasıyla beğendiğim gerçeği değişmedi.

Kurguya gelecek olursak eğer, kurgu yaşanmış ve gerçek olaylardan esinlenilerek ve isim değişikliğine tabii tutularak yazılmış. Oldukça merak uyandırıcı bir kurguydu, açıkçası ben filmde ara ara tahminde bulundum fakat hiçbirini tutturamadım. Bu yönüyle de filmi daha çok sevdim diyebilirim.

Normalde puan vermiyorum fakat puan verecek olsam kesinlikle tam puanlık bir filmdi, izlemenizi tavsiye ederim.

Keyifli izlemeler!

Elif Yaman

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır” adlı İran filmi Tahran’da geçmektedir.

Seyyid Rıza, çok sevdiği eşi Zehra Sadat, kızları Atife ve bir de bebekleri emir Ali ile çekirdek bir ailedir. Rıza medrese dersleri alır. Zehra Sadat t ev hanımıdır. Yeni evlerine taşınırlar. Karşı komşu Hacı Hanım teyzedir. Down sendromlu, adı Ayda olan bir kız yeğeni ile yaşamaktadır.

Zehra Sadat, kocasına ara ara gözlerinin çift gördüğünü, halsiz hissettiğini, parmaklarının ve ayaklarının uyuştuğunu söyler. Bu durum son birkaç gün iyice sıklaşmaya başlar. Bir gece kızını uyuttuktan sonra kocasıyla koşurken ayaklarının hissizleştiğini söyler ve yatmaya giderken yere yığılır. Kocası Seyyid Rıza hemen hastaneye götürür. Doktor neyi olduğunu sorar. Zehra Sadat, el ve ayaklarının uyuştuğunu anlatır. Kocası yorgunluktan olduğunu ve son birkaç gündür böyle olduğunu dile getirir. Aslında bu uyuşmalar birkaç aydır vardır fakat Zehra Sadat kocasına söylemez. Doktor MS teşhisi koymuştur.

Zehra Sadat hastaneye yatırılınca ev işlerini ve çocuk bakımını Seyyid Rıza üstlenmek zorunda kalır. Ama başta pek becerikli değildir. Yemeği yakar. Evi temizleyemez. Zar zor bebeği altını temizler. Birkaç hafta Zehra Sadat hastanede kalır. Halı dokumacılığından geçimini sağlamaya çalışır fakat gözleri bu yüzden iyi görmemeye başlar. Artık Kur’an okuyamaz, ders veremez hale gelir. Onları üzmemek için eşine ve akrabalarına bu konuyu açamaz. Eşi hastaneden çıkar ve tekerlekli sandalyede eve getirilir. Pek bir şey yapamaz. Elleri ve ayakları tutmaz olur.

Bir gün Zehra Sadat kızına makarna yapmak ister ama elleri tutmadığı için tenceredeki suyu döker makarnayı döker. Komşu hacı hanım gelir ona yardım etmek ister ama kabul etmez. Zahra Sadat bağırır isyan eder. O anda kocası Seyyid Rıza gelir onla da tartışırlar. Zehra Sadat artık kendisini yetersiz görmekten yakınır. Çok üzgündür ikisi de.

Seyyid Rıza da halıyı bitirir ve götürür. Ama gözleri artık çok iyi görmediği için sattığı adama biraz ara vermek istediğini söyler. Ardından ailesi, arkadaşı ve komşularıyla pikniğe gider. Orada Seyyid Rıza eşine Kuran’dan İnşirah suresini okur.

Son olarak Seyyid Rıza hocasının dersini kapıda dinleyerek film biter.

Öylesine samimi bir senaryo ki; karşı evin penceresindeki perdenin aralığından günlük yaşamda seyirci olduğumuz bir komşu aile draması gibi. Her bir karakterin büyük bir özenle seçilmiş olduğu hissini aktarım noktasında hayli etkili bir üslup kullanmayı başaran yönetmen, hayata ve yaşama dair sorgulanması gereken düşünceler ekseninde kaybolmamıza sebep oluyor.

Tevekkül etmek… Müslüman bilmeli ki bir şeyi çok isterse elinden geleni yapmalı, gerisini Rabbine bırakmalıdır. Ve Seyit’in Zehra’ya okuduğu İnşirah suresi her şeyi özetledi.

Film, ifade özgürlüklerine ket vurmaktan ziyade, özgün bir anlatım dili oluşturmayı başardıklarını gözler önüne sermektedir.

Günden güne kirlenen ve pas tutan yüreklerin çarptığı bir evrende, aile kavramının ne denli kutsal bir müessese olduğunu bize hatırlatan, sevgi, şefkat, özveri ve fedakarlık gibi yoksunluğunu çektiğimiz duyguları hatırlamamızı sağlayan oldukça sarsıcı bir hikaye. Film, izleyeni ‘zamanla geçer ‘ deyiminin anlamsızlaştığı bir duygu yoğunluğuna sürükler.

SON ADIM

SON ADIM – İran Filmi

Öncelikle kabul edelim ki zor bir film bu. Öyle akşam yatağıma uzanıp kafa dağıtıp, biraz dinleneyim diyerek izlenecek bir film değil. Baştan söyleyelim de ona göre yapın siz hazırlığınızı. İzlemesi, olayları takip etmesi, anlamlandırması, bağlantıları kurmak… sakin bir kafa gerektiriyor. Dikkatli, sindire sindire izlenecek ve üzerine düşünülecek bir İran filmi var karşımızda.

Ali Musaffa, ölüm konusunu irdelemiş bu filmde. Ölümü ve hayatı, ölümün, uğruna savaşlara tutunduğumuz hayatı nasıl içi kof ceviz kabuklarına dönüştürdüğünü anlatıyor.

Hüsrev’in ölmeye başlamasını izliyoruz filmde. Evet, bunu bir süreç olarak algılıyor yönetmen; “ölümüm sanırım burada başlıyor…” Hüsrev hayatında başarılı olmuş, iyi bir mesleği ve evliliği olan bir karakter. İşinde çok titiz, küçük detaylar onu rahatsız ediyor. Çevresindeki tüm kusurlara inat kendi kusursuz eserini yapmak istemiş ama hiçbir şey mükemmel değildir. Bunların yanında kendi deyimiyle “çocukluğundan kalma birkaç anı” ve “korkunç bir boşluktan” ibaret hayatı. Tabi bir de karısı Leyli.

Karısı ve ikisinin de çocukluk arkadaşı olan Emin arasında gidip gelen, pasif bir adam. Kendisinin karısının hayatında zannettiği kadar kıymetli olmadığını ya da sevilmediğini hissettiği zaman, bir kalpte yer edinmenin verdiği duyguyu kazanmayı çalışırken karısının kalbinde ölü bir çocuğun olduğunu ve hala onun için gözyaşı döktüğünü öğrenir. Aslında hiçbir zaman onun gibi aşık olmadığını düşünmeye başlar. Bir yandan da bu kişinin kim olduğunu öğrenmeye çalışır, bulduğu ise ancak hayal kırıklığı olacaktır.

Hüsrev için hayatında asıl kırılma noktası ise öleceğini öğrenmesidir. Bu saatten sonra ne leyli ne de onu içten içe rahatsız eden detayların bir anlamı kalmamıştır. İçinde yuvarlandığı boşluğu çocukluğuyla nihayete erdirmek ister. Kader ki buna mani olan da yine çocukluğudur.

Emin ve Leyli ikisi de Hüsrev’e söyledikleri yalanlar ile onu görmezden gelirken Hüsrev’in görünürdeki ani ölümü ikisini de vicdan azabına sürükler.

Hüsrev’in ölmesi filmin sonu değil zira Hüsrev filme sürekli dış ses, kendi ölüm hikâyesinin anlatıcısı olarak katılıyor.

Hüsrev’in ölümünden sonra, oyuncu olan Leyli’nin kocası ölmüş bir kadını oynarken istemsizce gülmeye başlaması düşündürücü bir başka yönüydü filmin. Leyli orada öylece dururken birden bire ölen kocasının ölümünden bir nebze de olsa kendini sorumlu tutuyordu. Bu yük ona ağır geliyordu belki de Hüsrev’i anlamaya başlıyordu.

Peki ya Hüsrev’in cenazesine gelen Emin’in ne yapacağına, hangi cümleyi kuracağına karar verememesi ve çektiği sıkıntı. Duygularımız bile bu kadar hesaplı mı? İçinden geldiği gibi davranmak bu kadar zor mu?

Hüsrev’in hayatında eksik olan şey anlam ve sevgiydi. Hayata dair hakiki bir derdi yoktu. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bayağı bir yol kat etmişti ama ona soluduğu nefesin ziyan olmadığını hissettirecek, ölüme mana katacak bir dertten yoksundu. Bulabilene ne mutlu.

Ali Musaffa, eşi Leyla Hatemi ile çektiği bir önceki filmi “Senin Dünyada Saat Kaç” ile beraber bu filmle de İran sinemasına yeni bir soluk getirdi. Bu film izlemiş olduğumuz pek çok İran filminden daha derin ve edebi. Filmin sonunda senaryonun James Joyce ve Tolstoy’dan esinlenerek yazıldığı belirtiliyor zaten. James Joyce ‘un “Ölüler” adlı hikayesini ve Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanını okuyanlar filmde izlerini göreceklerdir. Filmde karakterlerden birinin sesli olarak “Ölüler”i okuması da “Ben bunu nerden hatırlıyorum?” diyenler için bir hatırlatma ya da esere bir saygı duruşu olabilir.

Hayatı, ölümü ve duyguların sahteliğini düşünmek isteyenler izlemeli “Son Adım” filmini. Her şeyin mekanikleştiği şu günlerde samimiyeti sorgulamak gerek. Sevmek gerçekten karşındakini mi sevmektir yoksa onun sana verdiği duyguyu sevmek midir? Hakikaten ölümlerin arkasından bu seferde sıranın bize gelmediği için seviniyor muyuz içten içe? “Acı, Ölüm… Niçin?”

Nurdan Genç