Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Kebuter ba Kebuter

Davul Dengi Dengine, yönetmenliğini Ali Hazeyfer’in üstlendiği evlillik ve evlilik öncesi sürecin anlatıldığı bir film. Filmimizin orijinal ismi ise Kebuter ba Kebuter. Aslında Türkçe  ismini duyduğumuz zaman da filmin konusunu az çok tahmin edebiliriz; ama film, bu tezi ne “bu böyledir” diyerek doğrular ne de birebir savunur; sadece bu soruyu izleyiciye sorup cevabını da bir evli çift, iki bekar ve kocasını kaybetmiş yalnız yaşayan bir kadın üzerinden seyircinin bulmasını sağlar. Filmde bu ana temayı besleyen yan temalar da yer almaktadır. Şimdi filmi ve bu örnekleri yan temaların da yardımıyla tek tek analiz ederek ele alalım:

Film Peygamber Efendimizin (s.a.a) bir hadisiyle başlar: Nikah benim sünnetimdir ve her kim sünnetimi terk ederse benden değildir. Bu hadisle, filme ve filmde verilecek olan mesaja dair önemli bir ipucu verilir (foreshadowing olarak değerlendirebiliriz) ve ardından ana karakterlerden olan Said ve Mahbube’nin nikah sahnesi gelir.

Said ile Mahbube yeni evlidir, ama ne paraları ne de eşyaları vardır. Sahip oldukları tek şey birbirlerine olan aşklarıdır. Mahbube çeyiz kuramamıştır, bu onu oldukça üzmektedir. Evlerinde buzdolabı bile yoktur. Said, Mahbube’ye çeyize dair bir isteği olmadığını gülümseyerek belirtir.

Bu süreçte Said’de yavaş yavaş para takıntısı oluşmaya başlar. Bu takıntı Said’i fark etmeden ele geçirecektir. Said, evlenirken kızkardeşi Reyhane’nin çeyizini almıştır. Bu mesele yüzünden de Mahbube ile aralarında huzursuzluğa yol açan sürekli bir gerginlik baş gösterir.

Mahbube tok gözlü ve alçakgönüllü biridir. Hatta bu zor şartlar altında bile yemeğini komşusuyla “paylaş”ır. Said’in parasızlığını hiçbir zaman sorun etmemiştir.  Said  ona bekarken bir mektup yazmıştır. Mahbube de bu mektubu Kurân’nın içine saklar. Bir gün o mektubun bulunmasıyla asıl soru da cevaplanmış olur:  Bir “yuvayı” yuva yapan ne çeyiz ne de paradır. En önemli olan şey eşlerin biribirine olan uyumu, anlayışı ve sevigisidir. Ayrıca film çiftlerin her zaman birbirlerini sevdikleri kişi olarak görmelerinin önemini de vurgular:

“Burada yazdıklarına inandığın sürece saklayacağım.”

“Said, para hayatları değişitrebilir ama insanları da değiştiriyor. Senin değişmeni hiç istemiyorum.”

Mahbube, Said’in yani sevdiği adamın, zengin olup başka birisine dönüşeceğine, bu haliyle sevdiği kişi olarak kalmasını tercih etmektedir.

Said, annesinin çalıştığı eve (İhtişam Hanım’ın evi) yardıma gider ve nefsine yenik düşerek sandıktaki gerdanlığı alır, Mahbube’ye bir “yalan” söyleyerek ona hediye eder.

Filmin yan temalarından biri de “yalan”dır. Ama nasıl bir yalan? Mesela Baba, Kâsım’a verdiği öğütte karısına asla yalan söylememesi gerektiğini söyler. Yani eşler arasında asla yalan olmamalıdır. Ayrıca yalan ne gibi durumlarda söylenebilir? Mesela Kâsım’ın dükkandayken hem yardım toplayan adama hem de Reyhane’ye söylediği yalan üzerinden şu soruyu sorabiliriz: Gerekli durumlarda daha sonra doğruyu söylemek kaydıyla yalan söylenebilir mi?

Kâsım, Meşhed’de fotokopi dükkanı olan, babasıyla yaşayan bekar, iyi kalpli biridir. Onu filmde ilk olarak bir vakıf için yardım toplayan adamla konuştuğu sahnede görürüz. Kâsım’ın dükkanı “adalet” binasına yakındır ve hemen yanında “hayır” kurumu vardır. Bu ikisinin filmde yanyana bulunmasının çok da  tesadüfî olmadığını söyleyebiliriz. Bu sahnedeki konuşma hayli dikkat çekicidir. Kâsım’ın adamla konuşmasını ilk duyduğumuzda hemen kafamızda merhametsiz ve isyankar bir adam şekillenmeye başlar, ama sonradan bunu adamın sabrını sınamak için yaptığını anlarız ve o profil tamamiyle yıkılıp yerine merhamet sahibi biri gelir. Burada adamın gösterdiği “sabır” üzerine düşünülmelidir: Eğer adamın sabrı olmasaydı bir yetimin geliri de olmayacaktı. Filmde olaylar silsilesi çokça yer almaktadır. Bu sahne bize filmde bu tip silsilelere rastlayacağımızı haber verir.

Bundan sonraki sahnede Kâsım’ı babasıyla görmekteyiz. Film, babayı ilk gördüğümüzde “bilge” bir kişinin karşımızda durduğunu hissettirir. Kâsım, babasının kitap okurken adeta “bir kitap” olduğunu söylemektedir. Gerçekten de Baba filmde sözleriyle, düşünceleriyle, özdeyişleriyle “rafta” bulunması gereken kitap gibi bir insandır:

“Ne güzel olurdu gerçekten, insanlar ölünce kitap oluverselerdi.”

Çünkü her insanın hayatı aslında bir kitaptır ve herkesin yaşadığı bir hikâyesi vardır. Filmde de Baba’nın her konu üzerine söyleyecek ibretik bir sözü veya anlatacak bir hikâyesi vardır. Nitekim Kâsım ile arabada otururken evlilik üzerine söyledikleri kulağa küpe olacak cinstendir.

Ardından Kâsım ile babası arasında  filmin ana temasıyla ilgili konuşmalar geçer. Kâsım’ın hayatı çok düzensizdir ve artık hayatının düzene girmesi için evlenmesi gerektiği mesajı izleyiciye verilir.

İhtişam Hanım, kocası vefat etmiş kitap tutkunu bir kadındır. Said’in annesi yıllardır onun yanında çalışmaktadır. İhtişam Hanım vefat eden kocasını çok özlemektedir. Kadının kurduğu hayallerden ve söylediklerinden mutlu bir evliliği olduğu anlaşılmaktadır. İhtişam Hanım’ın evliliğinden de şu mesaj çıkartılabilir: Eşlerden birinin vefat etmesi o evliliğin bittiği anlamına gelmez, geride ondan kalan güzel şeylerle de o evliliğin hatırası yaşatılabilir.

Filmde yan temalardan biri olarak; İhtişam hanım, Said’in annesine (çalışanına) karşı gösterdiği “merhamet”tir.  Bir işverenin nasıl olması gerektiği bu “merhamet” duygusunda (temasında) gizlidir. Daha sonra İhtişam Hanım’ın Said’e karşı olan merhametine de şahit oluruz. Hırsızlık karşısında bile takındığı tavır hayranlık uyandıracak cinstendir.

Kâsım’ın yengesi sosyal sınıf takıntısı olan bir tiptir. Kâsım onun evlilik görüşmesi için  bulduğu kızların hiçbirini beğenmez ya da kızlar tarafından reddedilir. İnsan belli bir kültürün içine doğmuştur. O kültüre ne kadar yama yapmaya çalışsa da eğreti durur. Nitekim akşam yemeğindeki çorba ne kadar Fransızca bir isme sahip olup Fransız tarifiyle yapılsa da çorbanın içindeki malzeme yerlidir ve o yerli bir sebze çorbasından farksızdır. Yani bir şeyin dışını ne kadar değiştirirsek değiştirelim özü aynı kalır.

Reyhane bir gün (Said’in kızkardeşi), Kâsım’ın dükkanına çeyizini alan ağabeyini şikayet etmek için dilekçe örneği almaya gelir. Kâsım onunla konuşur, ertesi gün Reyhane’nin öfkesi diner ve şikayetten vazgeçer. Kâsım’ın “insaniyet”i Reyhane’yi etkiler:

“İnsaniyetin okumakla alakası yok ki”

Kâsım’ın Reyhane’ye akilâne bir tavsiye vermesi için eğitimli ya da “yüksek” bir sosyal sınıfın üyesi olmasına gerek yoktur. Bu, insanın vicdanından ve insaniyetinden gelen bir duygudur. İkisi arasında dış görünüşle ilgili bir diyalog da geçer. Kâsım, dış görünüşünden dolayı hiçbir kızın onu beğenmediğini düşünür. Filmde diğer bir yan tema da dış görünüşe yapılan göndermedir. İnsanda var olan başka güzellikler, görmesini bilen kişiye gözükür. Kâsım’da var olan başka bir “güzelliği” de Reyhane “görmüştür”. Herkesin kısmeti bir yerde saklıdır ve vakti gelince o, sahibini bulacaktır.

Daha sonra Kâsım, Reyhane’ye görücü olarak yengesini gönderir. Reyhane yengesine “yalan” söyler ve Kâsıma’a cevabının olumsuz olduğunu bildirmek için dükkana gelir. Kâsım bu duruma çok üzülür. Reyhane’nin kendisinden o üzülmesin diye vazgeçtiğini düşünür. Oysa Reyhane “yalan” söylediği için çok utanmıştır ve bir evliliğin yalanla sürdürülemeyeceğini düşündüğü için Kâsım’a hayır demiştir.

Sonuç olarak filmde üzerine düşünülecek çokça konu olduğunu ve tüm bu konuların hayatın kendisi için önem teşkil ettiğini söyleyebiliriz.  Ayrıca, verilen örnekler ile konular arasındaki uyum oldukça başarılı ve anlamlıdır. Sıkılmadan zevkle ve düşünerek izlenecek bir film.

İyi seyirler.

Gamze Beşenk, İzdiham.

İmtihan İçinde İmtihan

2011 yapımı Tala va Mes (Altın ve Bakır) şiir kültürüyle beslenen İran Sinemasının gözde filmlerinden biri…

Haklı ve haksız yok, yalnızca bir sebeple bütün dünyasını değiştiren, kadere tevekkül eden insanların hikâyesi…

Hafız Şirazi ve Celaleddin Rumi’nin şiirleriyle ilmek ilmek işlenmiş Altın ve Bakır filmi adeta resmedilmiş bir kitap gibi… Yönetmen koltuğunda oturan Humoyun Esadiyan’ın filmi Altın ve Bakır; günlük hayatta sıradan eylemlerimizi gerçekleştirirken birinin o küçük alana küçük bir kamera yerleştirip kaçırdıklarımıza, farkına varamadığımız olaylara bir ayna tutması gibi… Günlük hayatta farkında olmadığımız, kıymetini bilmediğimiz, hor gördüğümüz nimetlerin aniden gelen bir hastalıkla kıymetlenir. Asıl imtihan da bundan sonra başlar. Hasta, düşkün olan bir yakına, akrabaya, yahut eşe bakmak onun sorumluluklarını taşımak inanç ve iman barındırmadıkça gayesine ulaşamaz. Film esasında bunu anlatma çabası içinde. Seyyid son dersini almak için ailesiyle köyünden Tahran’a gelmiş bir molla adayıdır. Yıllarca ders almasına eğitim görmesine rağmen hocalık yapmayı reddeder Seyyid Rıza. Zehra marifetli bir ev hanımı, çocuklarına karşı mükemmel bir anne, iyi bir komşu ve molla adayı eşi Seyyid fark etmese de onun yardımcısı. Fakat Seyyid biraz bencilce davranmaktadır. Eğitimi için koştururken eşi ve çocuklarıyla ilgilenmez. Tek uğraşı ise ilmini tamamlamaya çalışmaktır. Fakat bir gün rutin hayatın koşuşturmasına dayanamayan Zehra hastalıktan bitkin düşer.

Zehra’nın hastaneye yatması ve rahatsızlığına M.S. teşhisi konulması Seyyid’in daha önce hiç tanışmadığı, en ufak bir düşünce barındırmadığı işlerle karşı karşıya kalmasına sebep olur.

Eşinin felç olacağını duyar duymaz ilk tepkisi; Bize şimdi ne olacak? sorusu olur.

Asıl İmtihan Başlamıştır

İmtihan en iyi bildiğimizi sandığımız şeyden gelir. Dünyanın yalnızca kendi etrafında döndüğünü düşünen Seyyid birden durgunlaşır, Zehra’nın gözünden bakar çevresinde olup bitenlere. Down sendromlu komşu kızı ise sürekli Hakan Peker’i dinleyip, Molla Seyyid’i sinirlendirse de bir ev hanımı gibi değil, anne, komşu, eş, arkadaş, bir kadın olarak bakar dünyaya. Farkında bile olmadan girdiği bu dünya Seyyid’i okuduğu kitapların, aldığın ilmin zekatını da verir. Yemek yapmak, kızı Atıfe’yi okula götürmek, oğlunun bezini değiştirmek artık Seyyid’e kalmıştır. Aniden gelen bu hastalık Zehra’ya gibi görünse de imtihandan geçen eşi Seyyid oluyor. Film Seyyid karakterinin etrafında dönüyor. İnsan, Allah’ın (CC) verdiği irade olmadan, kontrol gücü olmadan Zehra Sedat’ın dediği gibi “ağır bir et yığını.” Film bunu bütünüyle çok çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Vakarlı Müslüman Duruşu

Zehra’nın hastalığı Seyyid’de öylesine köklü değişimler meydana getirir ki yıllarca medreselerde aradığı Hakikat’ı evinin içinde, yanı başında bulur. Bu değişim Yunus Emre’nin mısraları anımsatıyor bize; “Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim / Aşka gelince gördüm bir uzun hece imiş” Allah için sevmek, Allah’ın rızasını kazanmak için tevekkül etmek… Eğer sevginin mîzânı Allah (C.C.) olursa, kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de, doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp, yarı yolda kalanlar, Allah (C.C.) için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’a (C.C.) yakınlaşırsınız. Birbirlerinin Allah’ın (C.C.) emaneti olarak gören Seyyid Rıza ve Zehra Sedat’ın daha önce birbirlerine karşı hiç yansıtmadıkları yüksek ses tonları saygılarını anlatmakta kifayetsiz kalıyor. Çevrelerine karşı sürekli mahcup olan çiftin vakarlı Müslüman duruşu karakterlere hayran bırakıyor. Seyyid gözlerinin rahatsızlığına rağmen ön ödemesini aldığı el dokuması halının başına geçer ve geçimini sağlamak için halı dokumaya başlar. Diğer yandan oğlu Emir Ali’yi kucağına alır ve medrese kapısında ders dinlemeye çalışır.

Yönetmenin ilk uzun filmi

Fakat ayakkabılarla iç içe oturduğu o kapıdan öyle bir notla ayrılıyor ki yaptığı şeyin doğruluğuna bir kez daha vakıf oluyor. “İlim üstüne ilim biriktirmek karanlık üstüne karanlık… Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin… İlk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen mükemmel performans sergileyen Behruz Şuibi’nin (Seyyid) ve Zehra’yı canlandıran Nigar Cevahiriyan’ın oyunculukları izleyenlerin uzun süre hafızalardan çıkmayacak… Hakikati medreselerde arayan bir din adamının ailesiyle imtihanını verdiği bu hikaye; Niyazi-i Mısri’nin sözlerinde dediği gibi “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş” İnşirah suresinin aktarılması filme etkileyici bir derinlik kazandırıyor. “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir… Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar…

Tuğba Koçak, Milli Gazete.

Altın ve Bakır, Gözden Uzak Kalmış Bir İran Filmi

Seyyid Rıza, gecesini gündüzüne katıp ilim öğrenmek ve Zehra Sadat, hem çocukları Emir Ali ile Atıfe‘ye bakmak, hem de evinde halı dokumayla uğraşarak ailesinin geçimine katkı sağlamak üzere evliliklerinin baharında, Tahran‘a yeni taşınmış bir çifttir.

 

İdealist bir koca olan Seyyid Rıza, tam İran‘da medreselerin en yoğun faaliyet verdiği mevkiye taşınıp, gençliğinin de verdiği aksiyon saikiyle ilmin girift olduğu kadar leziz dünyasına dalacakken, eşi Zehra hastaneye kaldırılır. Doktor, ilk belirtilerin felç başlangıcı olduğunu bildirdiğinde, Seyyid Rıza’nın karıncaezmez yüzünde acı bir kaderin sillesinin etkileri belirecektir; sadece bu kadar da değil. Eşinin yokluğunda hem çocuklarının bakımıyla ilgilenecek, hem kendi derslerini ihmal etmeyecektir. Bu arada da kalbinden eksik etmediği sabır ve tevekkülü hep koruyacak, kızı Atıfe’ye de sabırlı olmasını telkin edecektir. En az müşfik baba kadar hasta anne de, hem eşinin hem çocuklarının durumuna üzülmekte, sekiz yaşındaki kızı Atıfe için içi parçalanmaktadır. Evet, parçalanmak… çünkü böyle anlarda, “Bir kadın, kalbinde bir şeylerin titrediğini hisseder ama bir anne parçalanır.” (Rafet Elçi, şair)

 

Bir Müslüman’ın iffetine sahip olmak

 

Mütevekkil babayı oynayan Nigar Cevahiriyan o kadar iyi rol kesiyor ki, yüz hatlarının ve jestlerinin en incesinden, yürüyüşündeki mütereddit adımlara kadar hakiki bir portre ortaya koyuyor. Seyyid Rıza’nın karakterinde “Müslüman iffeti”ne sembolik örnekler çiziyor yönetmen. Filme, sırf bu mesajın altının çizilmesi için, yerleştirilmiş bir hemşire karakteri var. Saf yürekli bir mütedeyyinin endişeleri, neredeyse karikatürize denecek bir sembolize edilmişlik seviyesinde ama basitleşmeden çizilmiş.

 

Birbirlerine karşı sürekli bir mahcubiyet, vefa ve sadakatle sevdalanmış bu aile, birbirlerinin hizmetini ve ailenin temadisini de Allah rızası için sürdürecek kadar diğerkâmdırlar. çrneğin, hayalini kurduğu ilim deryasına dalmaya bir türlü fırsat bulamamış baba, eşinin üzerindeki işleri de yüklenmiş olmanın getirdiği bir anlık taşkınlıkla eşine bağıracaktır; fakat iki sevgilinin arasındaki Allah rızasına dayalı sevda, bu sekiz yılda ilk defa gelmiş bağırmayı hemen sünger gibi emecek ve tebessümlerin içinde onu kaybedecektir. Bu elbette bize, alt katman olarak asr-ı saadeti çağrıştıracak derecede mesut ve güzel bir aile tablosudur. Kurgunun içinde bu tablonun masal kitabı düzeyine düşmemiş ve sırıtmamış olması, yani seyircide kuru bir etkiyi geçerek tatlı bir gülümseme bırakması kayda değer başarı.

 

Form Hollywood’dan, öz İran’dan

 

Doğrusu, Tala va Mes (Altın ve Bakır, 2011), aslında ana akım sinemanın son derece popülist yöntemlerle tüketip içini boşalttığı ve tamamıyla komedi türünün malzemesi (maskotu) hâline getirdiği bir temaya sahip. Dolayısıyla “eşi evde olmadığı için çocuklarla ilgilenmeye mecbur tecrübesiz baba” ikonu, hem tüketilmiş hem de ağırbaşlı bir formel tarza sahip olması, kendisinden beklenemeyecek kadar yalama yapmıştı; elbette bu, ana akımın çok popüler ve ünlü oyuncularla oluşturduğu, sinema sektörünün büyük caddeleri için geçerli. Peki, İran sinemasından bir yönetmenin bu temaya el atması, kendisi üzerinde bir dejenerasyon anlamına mı geliyor? Yoksa temaya yeni bir yorum mu katıyor? Kesinlikle ikincisi.

 

Son yıllarda sık sık dile getirilen, “İran sinemasının yükselişi”, genellikle İran sinemasının nispeten daha seküler ve zahiren ladinî alanlara yönelmiş yönetmenlerine bakılarak verilmiş bir hüküm ve zaten hükmü en çok dillendirenler de o seküler alanın bizde/Batı‘da muadili olan çevreler. Sözgelimi, ödüle doymuş bir film olan Bir Ayrılık (2011) gerçekten de çok orijinal bir tarzı olduğu kadar, sinematografisi de güçlü örneklerden biriydi İran sineması için. Ancak burada, bana kalırsa dikkat edilmesi gereken asıl husus, bir de Oscar heykelciği kazanan bu filmin -yine zahiren- dinî kisveden uzak alanlarda söz söylüyor oluşu.

 

Uluslar arası film otoritelerinin dikkate alması için, filmin İslam‘la ve ona taalluk eden ilgi sahalarıyla/objeler-simgelerle arasına iyi örülmüş bir duvar çekmesi gerekiyor. “Yıkılan bir evliliğin etkileri” pekâlâ buna uyuyor mesela. Bu bağlamda, Tala va Mes, gözden uzak kalmış bir İran sineması örneği. Herhangi bir festivalden ödülle dönmüşlüğü de yok. Daha da garip olan nokta ise, önümüzdeki örneğin, çok güçlü bir son dönem Doğu sineması mahsulü olması. Aslında bu duyulmamışlığı biraz da filmin yönetmeni Humayun Esediyan‘ın ilk filmi olmasına bağlamak gerek. El-hâsıl, İran sinemasını şimdiye kadar keşfetmeyip şimdiden sonra keşfettiğini söyleyen “diğerleri”, aslında o kadar da keşfetmiş değiller.

 

Bir ilk yapıma göre çok kalburüstü iş çıkaran yönetmenin, ana akım Hollywood‘unun daha önce defalarca el attığı bu temayı, filmin bünyesinde dönüştürüp ona yeni bir form kazandırması, çok güçlü bir görüntü çiziyor film için. Bu tip filmlerde alışkın olduğumuz üzere, anne kadar cerbezeli ve hamarat olmayan tecrübesiz baba, türlü sakarlıklarla ve inişli çıkışlı müziklerin eşliğinde ev içinde/sosyal alanda keşiflerle komedinin dümen suyuna gider. Filmimiz bunun yerine daha vakur bir tablo çiziyor.

 

Artık ekstra işler zannettiğimiz iltifat etmek, gönül almak, çok sevmek, destek olmak ve fedakârlık gibi hasletler için Tala va Mes iyi bir hatırlatıcı olabilir.

Sadullah Yıldız

Terapi Kıvamında Bir Sinema: Altın ve Bakır

Sinema, insan yaşamına ve hayallerine ilişkin konuları ele alış şekli, kullanılan ses ve görüntü efektleri, oyuncuların duygulara olan hâkimiyeti, müzikleri ve daha birçok özelliğiyle seyirciler üzerinde önemli bir etkiye sahip. Seyirci çoğu zaman güçlü bir kurgu, ses ve görüntü karşısında gerçeklikten koparak kendini filmin içinde gibi hissedebiliyor.

Kişiler sinemada seyrettikleri karakterlerle kendileri arasında genel bir benzerlik görerek bu karakterlerle kişilik yapısı veya yaşanan sorunlar açısından özdeşleştiklerini düşünürler. Böylece seyircinin kendi güçlü ve güçsüz yanlarını keşfetmesi mümkün olabilir. Kişiler aynı zamanda kendilerini özdeşleştirdikleri karakterin davranış ve duygularına, karşılaştığı sorunlara ve sorunları çözüş şekline dışarıdan bakarak, kendi durumlarıyla ilgili içgörü kazanabilirler. Daha sonra da bu içgörüyü kendi sorunlarını çözmek üzere kullanabilirler. Eğer özdeşim kurulan karakter, yaratıcı ve başarılı bir şekilde sorunlarını çözebiliyorsa, bu noktada içgörü kazanan kişiler için rol modeli oluşturabilir. Kişiler yaşadıkları sorunların sadece kendilerine ait olmadıklarını, başkalarının da aynı sorunlarla karşılaşabileceğini fark ederler. Böylece hissettikleri yalnızlık ve dışlanmışlık duyguları azalır. Kendi çözümlerini bulmak için umutları artmış olur (Gençöz ve Aka, 2007). Veya filmlerde büyük sıkıntıların üstesinden gelebilen kahramanları görüp, kendi küçük sorunlarının içinde boğulduklarını fark eder ve problemlerine daha geniş perspektiften bakmayı deneyebilirler.

İzlendiğinde küçük sorunların içerisinde boğulduğumuz hissini oluşturarak terapi etkisi gösterebilecek filmlerden birisi de 2011 İran yapımı olan “Altın ve Bakır“. Film bir aile öyküsü. Bizi, ilişkileri tensel temasa indirgeyen Hollywood kültüründen kopararak; kadınların yanına destur vererek giren erkekler, tesettürlü kamu çalışanları, becerikli ev hanımları, fedakâr arkadaşlar ve daha niceleri ile tanıştırıyor. Yaşantımızdan izler taşıyan karakterlerle içimizi okşayan bir atmosferde romantik, dramatik, yer yer güldüren ve bolca da düşündüren, çoğu zaman zaaflarımızı, duyarlıklarımızı sorgulatan, kesinlikle izlenesi bir eser…

Film Seyyid Rıza ‘nın din eğitimi için ailesi ile birlikte Nişabur’dan Tahran’a taşınmasıyla başlıyor; eşi Zehra Sedat, çocukları Atife ile Emir Ali’den oluşan ailesinin değişen hayat düzenini anlatarak devam ediyor. Seyyid Rıza birçok medresede çeşitli hocalardan dersler almış ve eğitime Tahran’da alacağı “ahlak” dersi ile devam etmek istemektedir. Kaderin tecellisi olarak Tahran’daki hayatı, almayı hedeflediği “ahlak” öğretisinin teorik boyutundan ziyade bolca uygulama gerektiren bir eğitim haline gelecektir.

Film ana karakterlerinden Zehra Sedat örgü örme, halı dokuma, dikiş dikme, ev işlerini yapmada oldukça becerikli, on parmağında on marifet olan bir kadın; bir bakıma Seyyid Rıza’nın eli ayağıdır. Bir kaç gündür el ve ayak uyuşmalarından, gözlerinin çift görmesinden bahsetmekteyken, bir gece düşer ve bayılır. Günler süren tetkikler sonucu MS hastası olduğu kesinleşir ve imtihanlar da burada başlar…

Duruma Seyyid Rıza’nın şaşkınlık, korku ve üzüntüyle verdiği “Doktor felç olacağını mı söyledi? Bize ne olacak? Emir Ali ye?” tepkisi ise onların bekleyen zor günlerin bir bakıma öngörüsüdür.

Eline kitaptan başka bir şey almamış olan Rıza için hayatın ritmi bir anda değişir. Geçimini sağlamak için bozuk gözlerine rağmen halı dokuma… Bitmeyen ev işleri… Oğlunun altını değiştirme… Yemek yapma… Atife’yi okula hazırlama… Gitgide artan pek çok sorumlulukla baş başa kalmanın yanında eğitimini devam ettirme çabaları… Oğlu Emir Ali’yi de alarak medreseye giderek dersi kapıda dinleme ve burada alaycı ifadelere maruz kalma…
Ve oğlu kucağında dinlediği dersten bazı notlar:”…İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin…”

Tek zorlanan Rıza değildir elbet. Zehra Sedat için de yepyeni bir mücadele başlamıştır. Eli ayağı gücünü kaybetmiş, ailesinin bakımını üstlenmek bir yana, çoğu temel ihtiyacını bile bağımsız karşılayamayacak hale gelmiştir. Hastalığın yanına eşlik eden yetersizlik duyguları ve bir gün bir duygu patlaması:

“Bundan daha aşağılayıcı ne olabilir? Benim mutfağımı temizlemek istiyorsun. Felç oluyorum görmüyor musun? Ellerim güçsüz, bacaklarım artık benim değil. Çocuklarıma yemek pişiremiyorum.”

Rıza’nın yanıtı: “Herkes hasta olur, hepimiz insanız… Sen dinlen, Allah’ a tevekkül et”.

Gerilen sinirlerle 8 evlilikleri boyunca birbirlerine ilk defa seslerini yükselttikleri anın ardından gelen naif dialogtan bir bölüm:

Zehra Sedat:”Sen bana daha önce asla bağırmamıştın. Maşallah sesin de…”

Seyyid Rıza: “Eğer sana bir daha sesimi yükseltirsem Allah beni affetmesin… Tabi senin de sesin…”

Bilindik bir hikâyeyi sıkmayan bir kurgu, dantel gibi işlenmiş detaylar ve duyguları izleyiciye çok iyi aktaran oyuncularla aile hayatına rehberlik edebilecek bir film. Birbirlerine sevgi ve saygı karışımı bakışlar… Komşuluk ilişkileri… Zihinsel engelli komşu çocuğuna bile Zehra Sedat’ın hastalığından dolayı “içim yanıyor” dedirtebilen bir insanlık… Hastanedeki hemşirenin boşanma kararını davranış ve sözleriyle etkileyebilen bir kadın duruşu ile her şerde bir hayır vardır düsturunu doğrulatan örnekler… Filizlenen bir ağaç dalına bakıp “mutluluk küçük şeyleri görmededir” dedirtmeler… Ve daha nice ayrıntılar.

Genel olarak ise Seyyid Rıza’nın olgunlaşmasının, terbiye edilişinin hikâyesi. Filmin ilk sahnelerinde, metrodaki yolculuğunda elindeki kitabı okuyan Seyyid Rıza ve metroda şiir kartları satan kızla ve çevresiyle pek bir iletişim kurmadığını gördüğümüz hali. Son sahnelerde ise yine metroda ve bu sefer elinde ailesi için yaptığı alışveriş paketleri ile aynı satıcı kızdan aldığı şiir kartı ve verdiği şeker ile kendini gösteren bir dönüşüm, fedakarlık, minnettarlık hikayesi… Yani emek verme hikâyesi. Tıpkı emek verince bakırın altına dönüşmesi gibi.

Ve verdiği bu emeğin bir bakıma teyidini aldığı, son sahnede bizleri bekleyen Seyyid Rıza’nın medresede dinlediği şiirsel üsluplu dersten yansımalar:

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı..Bir hazine ya da bir kimya, bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir: İster buna anahtar deyin, ister remz (şifre) . Ama hiç de öyle karmaşık değildir bu. Yüce Allah bu remzi Hz. Musa’ya bir kelimede söyledi: Buyurdu: Benim için sev, benim için buğz et. İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün remz’i “velayet”tir. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’ tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. Kaş ve göz; dış görünüş için değil…Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp yarı yolda kalanlar Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.

“Onun aşkının kimyasından,

Bu kara yüzüm altın oluverdi.

Evet; senin lutfunun mutluluğuyla,

Toprak altın olur.” (Hafız Şirazi)

“İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. Gerisi çer çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı…!

Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz.

 

Meryem Şahin, Aile Akademisi.