Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Altın ve Bakır

İran yapımı olan “Altın ve Bakır” 2011 yılında vizyona girmiştir. Farsça “Tala Ve Mes” Humayun Esediyan yapımıdır.

97 dakika olmakla birlikte dram ve romantizm konularına değindiği kaynaklarça belirtilse de bizler farklı bir yorum katmak isteriz.

Seyyid Rıza ana karakterimizdir. Eşi ve iki çocuğu ile birlikte İran’da yaşamakta ve bir yandan okumakla meşguldür. Hayat gâyesini üniversite okumak, kitap yutmak olarak edinen kimselerden olan Seyyid Rıza’nın eşinin başına sarsıcı bir olay gelir. Eşi MS (Multipl Skleroz) hastalığına yakalanır ve ev hanımlığı yapacak durumda olmamakla birlikte özel bakıma ihtiyaç duymaktadır. Hayatın (Allah’ın) öğretisi burada başlamaktadır. Kendisi mektebe düzenli bir şekilde gidememekte, onun yerine ev işleri, hanımı, çocukları ve evin geçimi ile uğraşmakta ve okumanın gerçekte ne anlama geldiğini bu süreçte kendisi daha iyi kavramaktadır. Film, eşinin kur’an okuması isteği üzere İnşirah sûresi ile kapanmaktadır. Âyetlerin mânâsı ile film içeriğini bağladığımız da (ki en yararlısı budur) bir müslüman kimliğin nasıl davranışlar sergilemesi gerektiği ön plana çıkmaktadır.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

“Senin için bağrını açmadık mı?
İndirmedik mi senden o yükünü?
O sırtında gıcırdamakta olan (ve bu şekilde sana eziyet veren) yükünü?
Senin şanını yüceltmedik mi?
Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var.
Evet o zorlukla beraber bir kolaylık var!
O halde boş kaldığında yine kalk yorul!
Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O’na doğrul!”

Europes Daily

CENNETİN RENGİ

Cennetin Rengi… Özgün adı Rang-e Khoda (Reng-i Hüda / Allah’ın Boyası); ama daha çok İngilizce adı The Color of Paradise ile biliniyor. İranlı yönetmen Mecid MECİDİ’nin katıldığı on üç festivalden de ödüller ve adaylıklarla çıkmış başarılı bir çalışması. İran sineması için mükemmel bir örnek.

Küçük Muhammed (Muhsin RAMAZANİ) kördür ve körlere eğitim veren devlet okulunda yatılı okumaktadır. Dönem sonu geldiğinde tüm aileler gelip çocuklarını alırken Muhammed de babasının (Hüseyin MAHCUB) kendisini almasını beklemektedir; ancak ilk gün gelen giden olmaz.

Önemli bir sahne: Babasını beklerken Muhammed bir yavru kuşun yuvasından düştüğünü işitir, daha doğrusu işittiği sesten ötürü ortada tehlikeli, sıra dışı bir durum olduğunu anlar. Yavruyu yemeye gelen kediyi kovar, sesi takip ederek yavru kuşu bulur, zor da olsa ağaca tırmanır, dal dal dolaşıp yuvayı bulur ve yavruyu anneye emanet eder. Bu sahne bize Muhammed’in zekasını, duyarlılığını, doğa sevgisini, azmini, hırsını anlatan uzun ve güzel bir sahnedir.

Muhammed zeki bir çocuktur; öğrendiği braille alfabesiyle dokunduğu her nesneden üzerindeki pürüzlerle bir isim yaratmaya çalışmakta, bilgilerini doğayla bütünleştirerek kendi dünyasında bir oyunda, bir arayıştadır. O kadar ki Muhammed kuşların seslerine bile kör alfabesindeki gibi nokta değerler vererek onların dilini çözmeye çalışmaktadır; zira kuşların konuştuklarından emindir. İleri sahnelerde görürüz ki aslında bu hareketleri Muhammed’in Allah’a ulaşma çabasıdır, O’nu bulma gayretidir. Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması üzerinden giderek Muhammed’in nasıl bir değer dünyasında yer almaya çalıştığı sonucuna ulaşabileceğimiz kanısındayım.

Dönem sonu okuma yazma sınavında Güneş’i yazarlar. Güneş dünyayı aydınlatır, ısıtır, enerji kaynağıdır ve güneşli günlerde hava aydınlık olur. Bu satırları öğretmenin ağzından duyduğumuz gibi bir kez de yazdıklarını parmaklarıyla okuyan Muhammed’in ağzından duyarız ve bu durum bizi güneş metaforuna zorlar. Köyüne dönerken nenesine ve kız kardeşlerine hediye alacak kadar duyarlı olan Muhammed’in Güneş’i köyü ve ailesidir. Film süresince benzer göndermelerle Muhammed’i çok başka bir değere yerleştiririz ister istemez ki Muhammed bu değeri fazlasıyla hak eden bir çocuktur. Belki de onun insanüstü -görmeye alışık olduğumuz insanın üstü- yapısıyla şiirsel bir ifadede yeniden hayat bulmasına şaşırmamaya alıştırırız kendimizi.

Muhammed okulda babasını bekleyedursun, babası bir gün sonra gelir Muhammed’i almaya; ancak Muhammed’i eve götürmeye çok da niyetli değildir bu aksi, suratsız adam. Geçimini dokuduğu halı ve kilimlerle sağlayan baba Ramezani neredeyse sadece halılarını satmak için gelmiştir şehre. Okul kapanmaktadır; babası mecburiyetten Muhammed’i alır, halılarını satar ve uzunca bir yoldan eve, köye, güneşe dönerler. Muhammed nenesine (Selime FEYZİ), kardeşlerine, rüzgâra, kuşlara, ağaçlara, eşsiz güzellikteki doğasıyla insanı büyüleyen köyüne kavuştuğu için çok mutludur. Ancak onu bekleyen bir tehlike vardır: Babası ölen karısının ardından yeniden evlenmek istemektedir ve evlenmeyi düşündüğü kızın ailesine Muhammed’den bahsetmemiştir bile; çünkü Muhammed onun için bir yüktür, bir utanç kaynağıdır.

Muhammed evinde, kardeşleriyle ve çok sevdiği nenesiyle kalmak isterken babası evliliğine bir engel olarak gördüğü Muhammed’i kendisi gibi kör bir marangozun yanına yamak olarak verir. Babasının oğlundan utanmasıyla, onu bir yük olarak görmesiyle gelişen bencilliği çok yanlış bir noktaya götürecektir aileyi. Muhammed’in marangoza (Murtaza FATİMİ) anlattıkları yürek yakıcıdır. O küçücük çocuk yürek yakan gözyaşlarıyla şunları söylemektedir:

“…Beni kör olduğum için istemiyorlar. Kör olmasaydım kasabadaki okula devam edebilirdim. Benden başka bütün çocuklar oradaki okulda okuyor; bense uzakta, körler okulunda okuyorum. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti, neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum; öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti, ama onu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak ona ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri de her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp ona ulaşmayı bekliyorum.”

Önceki sahneleri tamamlar niteliktedir bu açıklama.

Muhammed isminden de küçük bir çıkarım yapmak isterim: Muhammed’i canlandıran oyuncunun asıl ismi Muhsen RAMAZANİ; muhtemelen gerçek bir oyuncu değil, ancak gerçekten kör bir çocuk. Filmde Muhammed’in babasına ‘Ramazani Bey’ diye seslenirler; yani Muhsen’in gerçek soy ismi filmde kullanılıyor, ama ismi Muhsen yerine Muhammed olarak değişiyor. Bu değişimi hem kişiliğiyle hem de son sahnedeki -benim yorumumla- cenneti bulma mecazıyla birleştirdiğimizde Muhammed isminin de boşa seçilmediği sonucuna varabiliriz.

Bir önceki filmi Cennetin Çocuklarıyla Oscar’a aday olan ilk İran filmi başarısını kazanmış Mecid MECİDİ. Bu filmde İran sinemasının neden dünya sinemasında ayrı bir yerinin olduğunu isbatlar nitelikte muhteşem bir senaryo, kurgu ve üslûp bulacaksınız. İnsan doğasını doğayla harmanlayıp gerçek bir dünya yaratmayı başarabilen bir çalışma.

Cennetin Rengi… gözle görülebilen bir renk midir? Kim görebilir ki cennetin rengini? Bizler cennet gibi bir doğasıyla Muhammed’in köyünü, rengarenk kilimler için üretilen boyaları görürken, zevkle seyrederken; her nesneye, her sese dokunmaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan, küçücük kalbiyle kendini Allah’ı bulmaya adamış Muhammed’in cennete dokunduğunu görebilecek miyiz acaba?

Bir başyapıt… kaçırmayın…

M. A. BÜTÜNER

CENNETİN RENGİ (RANG-E KHODA)

Cennetin Rengi (1999)

Görme özürlü genç Muhammed Ramazani, Tahran’da görme özürlü öğrenciler için olan yatılı bir okula başlar. Muhammed yaşamdan zevk alan parlak bir çocuktur.

Okulun yaz tatiline girmesiyle Muhammed; dul babası Hashem, iki kız kardeşi (Bahare, Haniye) ve büyükannesinin yaşadığı köye döner. Hem büyük annesi ve kız kardeşleri hem de Muhammed üç aylık yaz tatili için eve döndüğüne çok mutludur.

Diğer taraftan Haşim, çocuğuyla iyi iletişim kuramamaktadır. Görme özürlü çocuğuna ailenin utanç kaynağıymış ve bir yükmüş gibi davranır. Yeni nişanlısına Muhammed’in varlığından bile bahsetmez. Haşim, Muhammed’in sorumluluğunu başından savmak için elinden geleni yapar. Örneğin, Muhammed’i çırak olarak yanına almak isteyen görme özürlü marangoza vermeye çalışır. Bu ise Muhammed için kaygılandığından daha çok oğlu için kaygılanan büyük anne için tam bir yıkım olur.

Büyük anne, oğlunun yüreğindeki Muhammed’in hak ettiği ve can attığı karşılıksız sevginin kaybolmuş olmasından kaygılanmaktadır.

Eğitimle Diriliş

Ötekinin Babası – Film İnceleme

Neden İzleyelim?

Merhabalar, bu hafta hayatın gerçeklerini konu edinmiş çok güzel bir İran filmini beğeninize sunacağım: Ötekinin Babası (2015)

Filmin konusu, beş kişilik bir ailenin ortanca çocuğu olan Şahab’ ın ailesi ve sosyal çevreyle yaşadıkları üzerinde şekilleniyor. Şahab 6 yaşında olmasına rağmen konuşmamaktadır. Annesi hariç herkes onun yaramaz, şımarık bir çocuk olduğuna inanmaktadır. Abisi Areş başarılı bir eğitim hayatı yaşaması sebebiyle ailenin -özellikle de babanın- göz bebeğidir. En küçük kardeş olan Arvend ise yavaş yavaş konuşmaya başlamasıyla ailenin ilgisini üzerine çekmektedir. Bütün bunların gölgesinde kalan Şahab ise onu anlayan biri çıkana dek bu yaşananlara ayak uydurmak zorunda kalacaktır.

Aile yaşantısını kültürle perçinleyen bu İran filmi bir çocuğun hayatına dokunmanın ne denli önemli ve meşakkatli bir iş olduğunu bizlere gösteriyor. Önemsiz gibi görünen ayrıntıları yakalamanın sandığımızdan farklı olan gerçeği ortaya çıkaracağını merkeze bir çocuğu alarak anlatıyor. Çocuk da olsa insan olmanın doğası gereği incinen duygularını tamir etmeye çalışması takdire şayan sahneleri ortaya çıkarıyor.

Nasıl Değerlendirelim?

Film ilk bakışta kendi toplumumuzdan ve yaşantılarımızdan örnekler sunması sebebiyle bize bir aşinalık sunuyor. Bu nokta önemli çünkü bazen kültürel anlamda bize çok uzak olan filmleri sindirmek kolay olmuyor. Aile yaşantıları, akrabalık ilişkileri, gündelik yaşamları izleyiciye “Bu tam da bizim komşu kızının hikayesine benziyor.” dedirtiyor.

Gelelim Şahab’ a ve yaşadıklarına… 6 yaşında bir çocuğun konuşmamayı tercih etmesini kabullenemeyen bir aile var karşımızda. “Konuşamama” değil bakın “konuşmama”. Bu, Şahab’ın yaşadıkları yüzünden aldığı bir karar yoksa konuşma sıkıntısı çeken bir çocuk değil. Ancak ailesinden tutun da doktoruna kadar herkes onun doğuştan gelen bir bozukluk sebebiyle konuşamadığını düşünüyor. Bir insanın sadece fiziki yapısıyla hayat bulduğuna dayanan düşünceler silsilesi gördüğü psikolojik baskıyı gölgeliyor.

Şahab’a inanan tek aile bireyi olan annenin çocuğunu koruma çabası takdire şayan ancak yine de doğru kararlar aldığı söylenemez. Sinirlendiği için zarar verme davranışı gösteren Şahab’ ı yalan söyleyerek içinde bulunduğu durumdan kurtarması bunun bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Tabi şartlar gereği tüm aile içinde kötü bir imaja sahip oğlunu başka türlü koruyamadığı için de bu yola başvurmuş olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.

Başarılı olduğu için sürekli ilgilendiği oğlu Areş ve küçük yaşına rağmen konuşuyor olmasının getirdiği sevinçle sevgi gösterdiği oğlu Arvend’e oranla Şahab’ın neredeyse yüzüne bakmayan baba figürü, Şahab için en uzak aile bireyi oluyor. Şahab’ın babasını “Ötekinin Babası” (Areş’i kast ediyor.) olarak adlandırması da hikayenin en acı aile tablolarından birine dönüşmesine sebep oluyor. Bu tabir, herhangi bir eşyası bile konuşmayan oğlundan daha kıymetli olan bir insan için çok da tuhaf gelmiyor.

Amcasının oğlunun arkadaşlarına hava atmak için amca kızının ise sevgilisiyle rahatça buluşmak uğruna Şahab’ı kullanması en yakınları arasında düştüğü yalnızlığı kanıtlıyor. İhtiyacı olan tek şeyin onun kalbine dokunabilmek olduğunu anlayan birileri gelene dek ailesine karşı verdiği konuşmama savaşını sürdürüyor.

Böylesine sıcak ve bir o kadar da hüzünlü bu aile hikayesini kaçırmamanızı tavsiye ediyor, iyi seyirler diliyorum.

Psikolojik Danışman Necla AYDOĞAN, Rehberlik Servisi

Satıcı (2016)

Asğar Ferhadi’nin 2016 yılında gösterime giren ve izlendiği çevreler tarafından büyük beğeniler toplayan son filmi Satıcı (The Salesman), hem içerik hem de oyunculuk performanslarıyla gerçekten izlenmeyi hak eden başarılı filmler arasına girmeyi hak ediyor. Geçmiş (Le Passe) ve Bir Ayrılık (A Separation) filmleriyle sinema yeteneğini ve dehasını ortaya koyan Oscar ödüllü yönetmen Asghar Farhadi senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği bu filmiyle de filmografisine kaliteli bir film eklemeyi yine başarmış oldu.

İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Senaryo ödülüne layık görüldü. İran-Fransa ortak yapımı olarak çekilen filmde dramatik unsurların yanı sıra polisiye, suç, gizem gibi sinemanın pek çok unsurunun başarılı bir şeklide harmanlanıp sakin bir akış ile ekrana yansıdığını görüyoruz. Zengin senaryosu ve kurgusuna son derece başarılı oyunculuklarıyla eşlik eden Şahab Hüseyni ve Terane Alidosti’nin performanslarının katkısını da unutmamak lazım.

Filmin konusuna kısaca değinecek olursak; evleri bir inşaat kazası sonrasında yıkılmak üzere olan Rana ve İmad çifti, tiyatroda birlikte çalıştıkları bir arkadaşlarının evine kiracı olarak taşınırlar. Ancak çiftin evle ilgili bilmedikleri bazı gerçekler vardır. Bir gün Rana evde tek başınayken bir saldırıya uğrar ve çiftin hayatı bu olaydan sonra birden değişikliğe uğrar. Rana yaşadığı travma sonrası sessizliği seçerken, eşi İmad kendi yöntemlerini kullanarak intikam alma yolunu seçer. Bu noktadan sonra izleyici, kadın-erkek bakış açısı/sorunsalı etrafında filme etik, ahlaki, sorgulayıcı, bir topluma dair getirdiği geniş-derin açılımlarla farklı pencerelerden bakıp olayı filmin akışı ile birlikte irdelemeye ve sorgulamaya başlayacaktır. Bu sorgulama olanağı sayesinde seyirci birey-toplum ilişkisinin dehlizlerine inerek sinemanın pasifize edici etkisinden sıyrılıp aktif bir izleyiciye dönüşme imkânına kavuşabilecektir.

Arthur Miller’ın ‘Satıcının Ölümü’ adlı eserinden serbest bir uyarlama olarak çekilen filme güçlü bir kurgu ve Farhadi’nin insan ilişkilerine dair derinlikli ve kuşatıcı bakış açısı hâkim. Teatral unsurları da filminde bolca kullanarak tiyatro sanatının hem geniş imkânlarından yararlanmış hem de filme ayrı bir renk ve hava katmıştır. Tabi bu durumun dikkati kolay dağılan seyirci açısından bazı olumsuzlukları da mevcut. Bazı izleyiciler bu sahneleri gereksiz, bazıları da sıkıcı bulabilmekte. Kişisel kanaatim; oyunculukların başarısı bu sahnelerin filme farklı ve başarılı dokunuşlar olarak yansımasını sağlamış ve karakterlerin içsel dünyalarının dışsal tezahürlerini yansıtmada bir araç işlevi görmüştür.

İran sinemasının fıtratın sineması olduğunu bir kez daha ispatlayan film, klasik sinema anlayışının aksine popüler unsurların hiçbirini kullanmadan ve sinema ile ilgili ezberleri bozarak yönetmenin bakış açısının zenginliğini ve başarısını ortaya koymaktadır. Birey-toplum ilişkisinde her daim soru işaretlerinin anlamlılığını ve gerekliliğini vurgulayan Farhadi, diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de seyircinin hem dikkatini topluyor hem de dimağlarımıza farklı soruların takılmasını sağlıyor. Bir olayın etkilediği insanların çok yönlü olarak ele alınıp ince ince işlenmesi hem seyirciyi bunaltmıyor hem de düşüncede çok boyutluluğun gelişmesine önemli katkı sağlıyor. Filmlerindeki asıl hedefinin seyirciyi farklı fikirlerin etrafında dolandırmak ve sorgulamasını sağlamak istediğini vurgulayan Farhadi’ye göre esas olan şey fikirlerdir. Bu nedenle seyirciden bu fikirleri yakalayabilmesi için seyircinin karakterler üzerinden düşünmesini ve karakterlerin büründüğü farklı ruh hallerini anlamasını bekler. Adalet, ahlak, iyilik, kötülük, ceza, vicdan, dürüstlük, hak gibi kavramların var olan bilgi süzgecinden tekrar süzülerek çıkarılması için yoğun çaba harcar filmlerinde. Bu nedenle cevaplardan çok sorulara önem verir ve filmlerini belirsizlikle nihayetlendirir.

Sinema kariyerinde oldukça önemli bir yere sahip ve kendi sinemasal kodlarını oluşturmuş olan Farhadi, bu filminde bir nevi “Kötülüğe nasıl yaklaşılmalı?” sorunsalını felsefi ve somut gerçeklikler üzerinden irdelemeye çalışıyor. Felsefi derinliği fazla olmasına rağmen filmdeki karakterlerin şablonik tablolarla değil de tüm doğallıklarıyla ele alınması filmin akıcılığını sağlarken, dramatik yapıyı öne çıkarmak yerine basit sorular üzerinden basit yanıtlar aramaya çalışması yönetmenin olayları kişisel hesaplaşma bağlamına oturtarak seyircinin karakterlerin ahlaki yaklaşımını anlamasına da olanak sağlıyor. Böylelikle seyirci açısından arka plan hem doğal bir şekilde zenginleşiyor hem de kurgusal akıcılık yakalanmış oluyor. Kötülüğün toplumsal bazda ele alınışı, etki alanı, yarattığı yüzleşme, içsel hesaplaşma gibi süreçler üzerinden toplumsal normalleşme sürecini yakından analiz etmeye çalışıyor. Yapısal formları parçalamaya çalışmasıyla bilinen Farhadi, bu filminde yine bildiğinden şaşmayarak kavramları sadece somut eylem boyutunda ele almayarak seyirciye geniş bir düşünme ve kavramı alanı bırakmayı da ihmal etmiyor.

Kısa bir not; dünya çapında başarısı kabul edilen ve ödüllendirilen Farhadi, Trump başkanlığındaki ABD’nin yeni politikalarına tepki olarak The New York Times gazetesine verdiği bir demeçle Oscar törenine katılmayacağını açıkladı.

Saniye Yaşar Batı, İslami Analiz

Howze Naghashi

Hovz-i Nakkaşi [2013]

İran film festivali Fecr’de yılın en iyi filmi, aynı zamanda UNESCO tarafından da ödüle layık görülmüş bir film.

Hikâyemiz bir aşk hikâyesi gibi görünse de aslında gelenek ve modernizme yapılan şiddetli bir eleştiri.

Bir hastane koridorunda tanışıyorlar Meryem ve Rıza. İkisi de topluma göre özürlü. Özürleri masumiyetleri. Yanlış okumadınız, tam da yazmak istediğim kelime bu. Bu kadar kirli ve kaotik bir toplumda bu denli masum olmak, böylesine karşılıksız sevgi saçmak büyük bir özür.

Netice itibari ile bu hayatta yapılabilecek her türlü aktiviteyi öyle ya da böyle yapabiliyorlar; ne kolları ne bacakları eksik, gözleri ve kulakları da sapasağlam, akıllarına da diyecek yok. Ama özürlüler! Neyse biz de bu gaflete düşmeyelim ve “farklılar” diye yazalım.

Farklılıkları sayesinde tanışıyor ve hızlı bir geçişten sonra kocaman bir çocukla karşımıza çıkıyorlar. Oğulları Süheyl yani göklerdeki yıldız; öyle olmasını istemişler.

Zor şartlar altında hayatlarını idame ettiriyorlar. Çalıştıkları ilaç firmasından maaşlarını düzenli alamadıkları gibi biri işten çıkarılıyor. Rıza’nın hayat mücadelesi tam bir destan. Bir pizzacıda motosikletli kurye olarak işe başlar ama motosikleti kullanamıyor; müthiş bir sahne.

Bizim Süheyl henüz çocuk ya, biz büyüklerin hala yaptığı bir çocukluk yapıyor; ailesinden utanıyor. Onların farklılıklarını içselleştiremiyor ve onlarla birlikte görünmekten imtina ediyor. Onların her eksikliği gözüne batıyor ama onca artılarını göremiyor. Mesela annesinin özenle yaptığı muhteşem köftelerini değil de öğretmeninin baştan savma hazırladığı pizzaya ilgi duyuyor.

Hal böyle olunca, yaşadığı bir lunapark denemesinden sonra Süheyl iyice zıvanadan çıkıyor ve annesinin çizdiği resim defterini parçalayıp onlara hakaret edip evini terk ediyor. Çok özendiği ve rol model olarak hayranlık duyduğu öğretmeninin evine yerleşiyor. Anne ve babası onu geri getirmek için çok çırpınıyorlar ama nafile. Aile perişandır. Rıza eşini güldürebilmek için neler yapmıyor ki!

Bundan sonra iki ayrı aile tipiyle karşı karşıyayız. Süheyl’in evi ve öğretmeninin evi; biri doğu toplumlarının klasik bir örneği, diğeri ise doğu toplumunda modernizmden nasiplenmiş ve onun asgari problemlerini içinde barındıran bir aile prototipi.

Modernizm hastalıklarından en azını bile içinde barındırınca ortaya çıkan aile tablosu ile geleneksel bir aileyi bir arada görebileceğimiz ender filmlerden biri. Modern aile modelini; sahip oldukları entelektüel birikim, giyim kuşam tarzları ve beslenme alışkanlıkları göz doldurmasına rağmen içine düştükleri maddeye dayalı samimiyet ve sevgi yoksunu yaşam biçimlerini bir şiir gibi işliyor. Öte yandan bütün noksanlıklara rağmen, özellikle bir kader gibi yakalarına yapışan fakirliklerine inat genlerinde bozulmamış sevgi çınarının varlığı ile göz dolduran bir parlaklıkla karşımıza çıkan geleneksel aile tablosu. Bu iki aile tablosu batıyı temsil eden pizza üzerinden çarpışıyor. (Pizza ve köftenin savaşı)

Elbette bu bahsettiklerimiz genele şamil kurallar değil. Modern olup geleneksel değerlerine sahip köklü aileler olduğu gibi, geleneği sadece yoksulluğundan dolayı değiştiremeyip modern bütün marazları barındıran aileleri de unutmamak lazım.

Bizim Süheyl, denizde yaşayıp suyun kıymetini bilmeyen minik bir balık misali cıngıllı akvaryuma öykünmüş işte. Biraz tecrübe edinse, sahip olduğu hazinenin farkına varacak elbette, sonuçta tecrübesiz bir tıfıl. Ya biz tecrübe sahibi, her gün yediği dayağa rağmen hala bu ringlerden inmeyen biçarelere ne demeli?

Meryem ve Rıza sabırla oğullarının geri dönmesini beklerler. Bu arada karşılıklı birbirlerini suçlarlar. Meryem kocasına “Sen niye ona tokat attın?” diye kızarken baba da eşine “Sen pizza yapmasını bilmiyorsun, bu yüzden eve dönmek istemiyor” diyor. Eksikliklerinin farkındalar, aşıp çocuklarını tekrar kazanmaktan başka bir düşünceleri yok.

Baba attığı tokat için defalarca özür dilemiş zaten, şimdi sırada annenin pizza yapmasında. Meryem Hanım pizza yaparsa nasıl yapar? Picasso yanında halt edecek tabi ki!

Neyse, en sonunda Süheyl hatasını anlayacak ve evine geri dönecektir. Süheyl’in öğretmeni Merziye Hanım bu sefer öğrenci olacaktır. Aile olmak demek birbiri ile geçinebilmek, kendinden ödün vermek, karşındakini anlayabilmek ve musibetlere karşı sabırlı olmak olduğunu öğrenecektir. Evi ile ilgilenecek, kocası ile sohbet edecek, baştan savma pizza yerine köfte yapacaktır.

Süheyl’in anne ve babası okulda Süheyl’i görmeye gidecek, babası erkek erkeğe sohbet edelim diyecek, konuşacak ama Süheyl duymayacak. “Erkekler ağlar ama başı dik ağlar.” diyecek.

Fırında pişirdikleri pizza yanınca, bu işi beceremeyeceklerini anlayacak ve çocuklarının gelişine dair umutlarını kaybedecekler.

Umutsuzluk iyi değil tabi ki… Rahman, merhamet güneşini karanlıkta yıldızla bizlere gösterecek, koca bir deryadaki küçücük bir damladan bile şefkatini esirgemeyecektir.

Ahmet Demir, DoğruHaber

Marmoulak (2004)

Marmoulak – The Lizard (2004) filminin konusu: Hırsızlıktan cezaevine giren Rıza bir yolunu bulup Molla kıyafeti içinde kaçar. Ancak Molla kıyafetinden bir türlü kurtulamaz ve kendini bir köyün camiinde imam olarak bulur. Bir yandan yurt dışına kaçmanın yollarını ararken bir yandan da köyde sıradışı bir imamlık yapar. Kısa zamanda şöhreti etrafa yayılır…

Dünyada hiç kimse yoktur ki,
onu Allah’a ulaştıracak bir yol bulmasın.

“Allah’a giden yollar, insanların sayısı kadardır.” sözünden yola çıkılmış bir film. Bir hırsız, vaiz kılığına girerse bu aslında onun için bir fırsattır. Neyin fırsatı mı? Allah’ı bulup doğru yola girmek için bir fırsat. Aslında Rıza da farkında olmadan bu fırsatı değerlendiriyor. Rıza’ya sorulan sorular çok enteresandı; ama itiraf etmeliyim ki cevaplar çok mantıklıydı 🙂

ATV’deki “kertenkele” dizisinin bu filmden esinlendiğini düşünüyorum. Tabi karşılaştırırsam bu film daha iyiydi. Biliyorsunuz ki bizim diziler uzadıkça saçmalamaya başlıyor. Burada istenen mesaj yeterince verilmiş.

Ayrıca bu filmde “Kuçelere su serpmişem” Türkmen türküsünü dinlemek çok hoşuma gitti.

“kuçelere su serpmişem
yar gelende toz olmasın
eyle gelsin eyle gitsin
aramızda söz olmasın
samavara od salmışam
istekana get salmışam
bir haftadır tek galmışam
ne ezizdir yarim canım
piyaleler ıraftadır
her biri bir taraftadır
görmemişem bir haftadır
ne ezizdir yarim canım
semavarı alışdırın
maşa verim garışdırın
yarim menden küsüp gedir
onu menle barışdırın”
Keyifli seyirler dostlar… Unutmayın İnsanların sayısınca, Allah’a giden yol vardır ve Allah sadece iyi insanların değil herkesin Allah’ıdır.

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Hush! Girls Don’t Scream

Şşş! Kızlar Bağırmaz (2013)

Sadece ülkemizin değil, dünyanın kanayan bir yarasıdır çocuk tacizi olayı. Maalesef son zamanlarda bu durum gündemde olsa da, çocuklar ve aileler bilinçlendirilmeye çalışılsa da “aile itibari” düşünülerek suçlu kişi şikayet edilmiyor ve de çocuktur unutur sonra, denilerek çocuklar susturuluyor. Çocuk unutmaz hiçbir zaman. Bu iyice anlaşılsın. Aile itibarinin önüne geçsin artık çocuklarımızın acıları. Biz yetişkinler bile böyle bir şeyi atlatamazken bunu çocuktan nasıl bekleyebiliriz? Onlar bizim kadar güçlü değil. Onların bize ihtiyaçları var. Çocuklarımızı dinleyelim, onları koruyalım. Onlar da bize güvenebilsin, her şeylerini rahatlıkla anlatabilsinler. Çünkü içlerinde sakladıkça bu durumun altında ezilirler ve kaldıramayacak hale geldiklerinde ise içlerinde fırtınaların kopacağını bilin. İşte bunu anlatan bir film bu.

Maalesef göz yaşlarınızı tutamayacaksınız. Sonu da istenen gibi bitmeyecek. Her masalın sonu mutlu sonla bitmez ki… 🙁 Asıl suçlu kim???

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Heiran (2009)

Heiran (2009)

Filmin Konusu: İranlı bir lise öğrencisi olan Mahi, savaştan kaçarak yasa dışı yollarla ülkeye girmiş Afgan işçi Heiran’a aşık olur. Ancak ailesi, kızlarının bir Afgan’la evlenmesini istememektedir. Mahi’nin ailesiyle aşkı arasında bir tercih yapması gerekecektir.

Film, sorularla ve sorgulamalarla başlıyor:
“Hepsi yabancılar.Hiç bir yüz tanıdık değil.Neden masallarda hep biri kayboluyor ve diğeri. Allah’ım ben bu masalın neresindeyim başında mı, ortasında mı, sonunda mı?”

Daha sonra dedesiyle Mahi’nin konuşmalarına şahit oluruz:

‘– Neyin var canım neden uyumuyorsun?
– Bilmiyorum, kalbimde bir şeyler oluyor.
– Hastalık olmasın.
– Ne?
– Dikkat et.
– Bu başka hastalıklara benzemez, bitkisel ilaçlarla iyileşmez.’

Evde anne ve babasından gizlice, gece kalkar ve Heiran‘a ekmek pişirir. Ekmeğin üzerine de ‘Heiran ve Mahi’ yazar. Dedesini ikna eder ve bu ekmeği Heiran‘ın çalıştığı yere götürür ve ona yedirir. Allah’ın nimetinin üzerine sevdiğinin de adını yazarak hediye etmek, hürmete layık saf ve şiirsel bir tavır.

Sonra her aşkta olduğu gibi bir yemin, bir söze tanık oluruz.Aşkların kaderi midir bu durum ? Evet, bu aşıkların kastıyla olmaz, şartlar onları buna zorlar ama yine de gerçek şu ki; yeminler çiğnenir ve sözler tutulmaz.

Film genzimizi yakan sahnelerle doludur. […] Şartların zorladığı ayrılıkla sonuçlanır film. Her filmin sonu mutlu bitmiyor maalesef. Filmlerin bize gösterdiği pembe dünyalardan sıyrılıp gerçeklerle yüz yüze getiriyor Mahi ile Heiran’ın aşkı. İnsan düşünmeden edemiyor. İnsan aşkı için aklını bir kenara atmalı mıdır?

Keyifli seyirler…

Caniko, Kitaplar ve Kediler

Howze Naghashi (Resim Havuzu) 2013

Meryem ile Rıza’nın diğer insanlardan farklı oluşu çocukları Süheyl tarafından yadırganır. Ailesinden utanır ve öğretmeninin evine sığınır, onu anne olarak kabul eder. Meryem ve Rıza’nın hayatı çok huzurlu ve neşeli bence. İçlerinde hiçbir kötülük olmaması, masumiyetleri farklılıklarını örtüyor. Süheyl’e de hak veriyorum; çünkü bir çocuğun bu tür farklılıkları kabul etmesi zaman alır. Ne kadar ailesinden utansa da onların kazandırdığı merhamet ailesine döndürecektir. […] Oyunculukları gayet başarılı. İran sinemasının bu tür özgün filmleri olduğunu bilmiyordum. İran sinemasına da göz atmak gerek. Güzel filmlerle karşılaşacağımı tahmin ediyorum.

Çaresizlik içinde olan bir çift ve tekdüze hayattan sıkılan, büyüme çağındaki bir çocuk ile arasındaki kopukluğu tutabilecek tek şey sevgi kavramıdır. İnsanoğlunun çaresizliği ve toplumun “anormal” görünen insanlara karşı bakış açılarını sosyolojik bir açıdan yansıtmış. Aşk ve sevginin zeka ile değil de kalp ile bağlı olduğu ise psikolojik bir dille anlatılmış. Aklın kandırılması her ne kadar kolay olsa da insan kalbinin kolay kanmayacağını çarpıcı şekilde vurgulanmış.

Film, İran Film Festivali Fecr’de En İyi Film Ödülü’nü kazanmış ve aynı zamanda Asia Pasific ödüllerinde UNESCO ödülüne de layık görülmüştür. İran kültür ve sinemasının popüler olamayan, kıyıda köşede kalmış nadide filmlerinden “Resim Havuzu” mutlaka izlenmesi gereken bir yapım…

Filmde Rıza ile Meryem’in nikahı kıyılırken hocanın dediği söz güzel: “Sadece birbirinize karşı iyi olun.” Her şeye rağmen sevgileri ayakta tutuyor onları. Bir de Rıza’nın Süheyl’ dediği sözleri de paylaşmak istiyorum.

“Baban olduğum için özür dilerim, Süheyl. Allah seni bize aniden verdi. Sen bebekken herkes seni babana benzediğini söylerdi. Ama iyi ki yavaş yavaş annen Meryem’e benziyorsun. Anne ve babalar çok iyidir, Süheyl. Vallahi öyle. Bunu gittiklerinde anlıyorsun. İnan bana. Yemin ederim öyle. Yeni annenin resim defterini yırtmayasın. Güvercinler seni soruyor. Arada uğrayabilirsin. Ağlama oğlum. Hayır, aslında erkekler ağlar.Yalnız ağlarken başını dik tutup ağla. Kendine yeni anne-baba bulmana sevindim. Ben de olsam aynısını yapardım. Allah’a emanet ol.”

Hem anne-babanın hem de çocuğun yerine koydum kendimi. Seyrederken çok etkilendim. Bazen güldüm, bazen hüzünlendim. Zor bir durum aslında. Bütün bu zorlukları yenecek tek şey sevgi. Anne ve babalar iyidir, dostlar! Onların varlıkları yeter. Sağlıcakla kalın, iyi seyirler…

Caniko, Kitaplar ve Kediler