Kategori arşivi: Yazarlarımızdan

İran Sineması Film Eleştirmenleri Ekibimiz

Davul Bile Dengi Dengine Çalar

İnsanların üst mevkilere olan ilgisi, günümüzün en büyük problemlerinden biridir. İslami İran’ın Meşhed kentinde çekilen “Davul Dengi Dengine Çalar“, fakirliğin insanlar üzerindeki etkilerini en açık şekilde anlatıyor.

2010 yapımı olan filmin oyuncuları, Keyvan Sebağ, Said Velizade, Pervane Masumi, İlahi Şahperest, Mercan Alevi. Yönetmen koltuğunda ise Ali Hazaifer oturuyor. Oyunculardan Pervane Masumi oynadığı “Rubab’ın Çeyizi” ve “Şanlı Hayat” adlı filmlerdeki başarılı performansı ile Uluslar arası Fecr Film Festivalinden üst üste Kristal Simurg ödülünü kazanmış başarılı bir isim.

Karakterlerin hepsinin şahsına münhasır olduğu söylenebilir. Başrol oyuncularından biri Kasım. Otuz beş yaşında, fotokopi makinesi satarak geçimini sağlayan ve babasıyla yaşayan bekar bir adamdır. Hayata karşı oldukça mütevazi fikirlere sahip olan Kasım’ın evlilik konusunda önündeki asıl engel, maddiyatı önemseyen yengesidir.

“Fakirlik ayıp değil. Ama, insan kendi sosyal sınıfından biri ile evlenmeli.”

Kasım yengesinin bu tavrına rağmen, kalbin mutmain olduğu yerde kendi kararına güvenmenin ne kadar önemli olduğunu gösterecektir.

Filmin diğer karakterleri Said ve kız kardeşi Reyhane. Reyhane bekar ve çeyizini hazırlamış bir genç hanımdır. Hayırlı talibiyle karşılaşacağı günü bekler.

Ağabeyi Said ise ona nazaran biraz daha hayatın içindedir ve bir kızı sevmiştir. Evlenmek için acele ettiklerinden eşyalarını tamamlayamazlar. Said’in aklına kardeşinin çeyizi gelir. Bir gün hepsini alıp kendi evine getirir. Kadere bakın ki yaşanan bu talihsizlik Reyhane’nin hayatını değiştirir.

Tüm bunların dışında, Kasım’ın babası ve onun naif düşüncelerini de unutmamak gerek. Oğluna evliliğin insana ne gibi sorumluluklar yüklediğini anlatırken daima iyiliği ve karısına karşı yapması gereken güzel davranışları öğütler. Zaman zaman da geçmişin özlemlerine dalıp anılarını canlandırır. En dikkat çeken özelliği ise daima gülümseyen yüzü.

Bir de kitaplara olan bağlılığı var. Okumayı o kadar çok seviyor ki, kahvaltı sofrasına çağrıldığını bile duymak istemiyor. Masaya oturduğunda yemek yemeden önce hayal dünyasından birkaç hazineyi çağırıyor:

“Ne güzel olurdu gerçekten,
İnsanlar ölünce kitap oluverselerdi.
Hayatlarının kitabı olurlar,
Sonsuza kadar yaşarlardı.”

Asıl zenginliğin sahip olunan malın miktarıyla değil, kalbin mutluluğu ile ilgili olduğunu şu cümlelerle özetleyen film bittiği zaman damağınızda tatlı bir his bırakacak:

-Biz çocukluğumuzdan beri fakiriz.

-Annen seni seviyor, kız kardeşin seni seviyor, karın seni seviyor. Nasıl fakirim dersin?

Merve Eren

Elma ve Selma

Allah’ın ayetleri unutulur mu? Pekiyi yasakladığı şeyler?

İnsanlar artık birçok şeyi göz ardı ediyor. Yaptıklarının sonucunu düşünmeden, en önemli meseleleri basite indirgeyerek yaşamak öylesine kabul görmüş ki küçük bir detay peşine düşüp Allah rızasını kazanmaya çalışanlara “garip” gözüyle bakılıyor. İşte onlardan biri de Sadık.

Elma ve Selma” toplamda seksen dakikadan oluşuyor. Yönetmen koltuğundaki Habibullah Behmeni senaryo, yapımcılık ve müzik gibi pek çok konuda inisiyatifi üzerine almış. Ortaya da diyalogu az olsa da içeriği oldukça derin bir hikaye çıkmış.

Başroldeki kahramanımız Sadık bir din öğrencisidir. Ailesinin yanına gelir ve annesi ona güzel bir kız bulduğunu söyler. Bir bohça hazırlayıp eline tutuşturur. Yola çıkan Sadık başına geleceklerden habersizdir. Araç beklerken yan tarafında bulunan seyyar satıcıyı fark eder. Adam yaşlı ve tek başınadır. Bir su satın aldıktan sonra adamın davetiyle yanına oturur. Bir oğlu olduğunu öğrenir, ancak her zaman gelmemektedir. Sadık’ın amcaya sorduğu soru insanı düşüncelere sevk edecek bir cevabı içinde barındırır:

-Demek burada yalnızsın?
-Hayır değilim, birisi var ki hep benimle.
-Kim?
-Beni hiç terk etmeyen birisi.

Bu diyalog filmin özeti diyebiliriz. Allah’ın daima yanında olduğunu unutmayan kişi, hataya düşmekten imtina eder, kendini olabildiğince korur. Ancak bu her zaman mümkün olmayabilir.

Sadık yolda karşısına çıkan bir bahçeye girer. Olaylar da bundan sonra başlar. Sert bir rüzgar esmektedir ve namaz kılmak için bir elma ağacının altına seccadesini serer. Huşu ile namazını eda edip kalkmak üzereyken elma ağacından bir elma önündeki suya düşer. Kırmızı, albenisi bol bir elmadır. Bir anlık gaflet ardından gelecek vicdan azabının habercisidir. Elma’dan aldığı ısırık Sadık için azaba dönüşür. Artık tek isteği bahçe sahibini bulup, helallik istemektir.

Unutmamak gerekir ki Sadık gibi her hücresiyle Allah’ın emirlerine kendini adamış bir insan dahi zaman zaman nefsine yenik düşüp heveslerine kapılabilir. Düzeltmeyi istemek kişinin vicdanına kalmıştır.

Sadık önce bahçe sahibi sandığı bahçıvanla konuşup durumu düzeltmeye çalışır. Gerçeği öğrenince üzülse de işin peşini bırakmaya niyeti yoktur. Aldığı adres neticesinde gerçek sahibi bulmak için harekete geçer ve Selma ile de orada tanışır.

Dikkati çeken noktalardan biri Selma ile Sadık arasındaki konuşmadır. Selma tek bir elmanın önemi olmadığını söyler. Sadık ise azın çoğa götürdüğünün farkındadır.

Daha sonraki bir sahnede Selma bahçıvanın yanına gider. Yine tek bir elmanın önemli olmadığı mevzusuna girer. Bahçıvanın cevabı unutulanları hatırlatmak adına bir ders niteliğindedir:

-Ha bir elma yemişsin, ha bir bahçe. Ya da tüm ülkeyi. Haram haramdır!

Film şu ayetle başlar;

“Allah onların önce işledikleri en kötü suçları bile örtecek ve ettikleri iyiliklerin mükafatını daha da güzel bir surette verecektir. Allah kuluna kafi değil midir?”

Ve ardında düşünecek çok şey bırakarak yine aynı ayetle sona erer.

Merve Eren

Allah’ın Boyası

“Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım,
Ve onu bulduğumda kalbimin bütün sırları dahil her şeyi anlatacağım…”

1999 yılı İran yapımı olan bu film İran’lı yönetmen Macid MECİDİ’nin muhteşem eserlerinden yalnızca biri, yine etkileyici performans… tıpkı “Cennetin Çocukları”nda olduğu gibi.

Allah’ın Boyası adlı Film; gözleri görmeyen küçük Muhammed’in hayat karşısındaki asil duruşunu, sabrını, zekasını, azmini ve de merhametini anlatıyor. Okul bahçesinde beklerken ağaçtan düşen kuş yavrusunun seslerine kulak verip küçücük parmaklarıyla gözleri görmediği halde yuvasına bırakmak için ağaca tırmanacak kadar cesur ve merhametli bir yürek…

Dün gece filmi izlerken kendimi “gözleri görmeyen Muhammed mi? yoksa bizler miyiz?” demekten alıkoyamadım.

Muhammed küçük yaşta annesini kaybetmiş, gözleri görmediği içinde eğitimini Tahran’da körler okulunda devam ettirir. Öylesine sükunetli ve inançlıdır ki hiç yılmadan parmaklarıyla tüm hayatı keşfetmeye çalışır. Bir çok gözleri görenden bile daha iyi görür aslında…

Küçük Muhammed yaz tatili olunca sabırsızca babasının kendisini gelip almasını bekler. Ancak; Baba Haşim ise yalnızlık korkusuna bürünmüş, inançsız, sabırsız hatta öyle ki oğlundan bile vazgeçecek kadar hayatın esiri olmuş bir zavallı… oğlunun devamlı suretle okulda kalmasını ister ancak okul yönetimi buna izin vermez ve alır köyüne götürür. Nine, torunu Muhammed’i dört gözle beklemektedir. Bilgeli, sabırlı bir kadın, torununa ve oğluna doğru yolu göstermek için çabalar durur. Ancak baba haşim öylesine hırsının esiri olmuştur ki oğlunu çoktan gözden çıkarmıştır ve onu bir marangozun yanına verir…

Sonrasında da büyük bir pişmanlık, hüzün ve gözyaşı…

Filmin devamını anlatıp da büyüsünü bozmak istemem. Eksik ve perişan cümlelerimle sizlere Allah’ın Boyası adlı film hakkında biraz bilgi vermek istedim. Sürçü lisan ettiysek affola… ancak siz benim yazıma aldanmadan mutlak suretle filmi izleyin, tavsiye edilir…

İran filmlerine ilgi duyanlar için yeni adresiniz www.yenikaynak.com sizlere hizmet vermekten gurur duyar.

Yeni Kaynak ekibi olarak iyi seyirler dileriz.

Sevcan

Gülçehre

Tam bir başyapıt niteliğinde olan bu film baştan sona dram kokuyor. Müthiş bir aşk, müthiş bir azim…

Yönetmenliğini Vahid Musaiyan’ın üstlendiği 2011 yılı İran yapımı olan bu eser gerçek bir hikayeden alıntıdır. Filmin baş kahramanlarından Eşref Han, ülkedeki iç savaşa ve Afgan talibanlarının tüm zalimliklerine ve uyarılarına rağmen dedesinden babasına, babasından da kendisine miras kalan Gülçehre Sinemasını yeniden açarak insanları bir nebze olsun eğlendirmek ister. Ancak, taliban; ahlaki değerlerin bozulacağı ve ortalığın fesada bürüneceği bahanesiyle Afgan film arşivini yok etmek istemektedir bu nedenle de sinemanın açılış gününde taliban örgütlerince bombalı saldırı gerçekleşir ve bir çok kişi katledilir.

Eşref Han, bölgede doktorluk yapan, daha önce bir savaşta eşi şehid olan Ruhsare’ye aşıktır. Ruhsare de ona karşı çok saf ve derin duygular beslemektedir. Sinema saldırısında Eşref Han, Ruhsare ve dostları kaçmayı başarır, bir süre saklanırlar ancak bu durum fazla sürmez ve yakalanırlar….

Eşref Han, taliban örgütünün başı Molla Kadir tarafından kurşunlanarak katledilir. Ruhsare’yi ise zorla kaçırarak nikahlar ve ondan bir kızı olur. Ruhsare kızının adını Gülçehre koyar. Bir süre sonra oradan kaçar… aklında ve kalbinde hep Eşref Han vardır…

Filmde yobaz zihniyetler yüzünden kararan hayatlar, ölen insanlar, ve tabi ki cehalet gözler önüne seriliyor. Bu denli sıkı yönetimin bulunduğu yerlerde bile aşkın yeşerebileceğini, umudu, azmi ve sabrı öğretiyor…

Kesinlikle izlenmeye değer bir film, akıcı, sürükleyici, izleyiciyi sıkmayan bir profesyonellikle işlenmiş. Filmi izlerken bir yandan Eşref Han ve Ruhsare arasındaki aşk nedeniyle duygulanıp, bir yandan da haksızlıklar sebebiyle sinirden yerinizde duramayabilirsiniz.

Sevgili film severler biz Yeni Kaynak ekibi olarak gerçek bir hikayeden alıntı olan bu filmi sizler için derleyip sayfamızda yayınladık. İran filmlerini izlemekten zevk alanların tek adresi olmaya adayız. Sizin memnuniyetiniz bizim için değerlidir.

İyi seyirler dileriz…

Sevcan

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Geçmiş ve gelecek arasında gidiş gelişlerle dolu bir aşk filmi. Senin Dünyada Saat Kaç?

2014 yapımı Fransızca ve Farsça dillerinde çekilmiş olan İran Filmi; Senin Dünyada Saat Kaç? Filminin samimi ve içten duygular içermesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi hiç şüphesiz başrolleri İranlı meşhur oyuncu Ali Musaffa ile eşi Leyla Matemi’nin oynaması olmuştur. Bu iki oyuncunun gerçek hayatta karı koca olması filme inanılmaz duygular kazandırmıştır.

Felsefi ve Romantik olan bu film de Guli 20 yıl sonra Fransa’dan memleketine döner. Ve yıllardır kendisine âşık olan ancak bunu hiç belli edememiş “Divane Ferhat” ile tanışır. Film bu noktadan sonra Ferhat’ın Guli’ye her şekilde sevgisini belli etmeye çalışması ile devam eder. İlginç tavırları sempatik hareketleri ile Guli’nin dikkatini çekmeyi başaran Ferhat çocuklukta aynı sınıfta okuduğu Guli’ye dair tüm anıları biriktirmiştir. Guli’ye ait bütün eşyaları 20 yıl sonra Guli’ye gösterdiğinde Guli’ye gerçekten de deli gibi aşık olduğunu ispatlamıştır.

Gerçek aşkın tene dokunmak olmadığı saf kalp ile sevmenin mümkün olduğunu gösteren bir İran filmi izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyoruz.

İyi Seyirler Dileğiyle…

bilgiliyazar

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Umut veren İran sinemasından duygusal bir film daha; Senin Dünyanda Saat Kaç? İlham veren oyunculardan farklı bir aşk hikayesi. Tek gecelik aşkların yaşandığı günümüze tezat masum bir anlatım.

Kökleri İran’da olan genç güzel bir kadının eve dönüş hikayesini duygusal bir çerçeveden izliyoruz. Kahramanımız Güli annesi Havva’nın ölümüyle yaşadığı Paris’ten kaybettiği ailesinin evine İran’a döner. Döner dönmez eski bir çocukluk arkadaşı tarafından karşılanır, Ferhat. Ferhat; yarı deli, yarı sanatçı ruhu, sevgi dolu bakışları ve hayatı sorgulatan sorularıyla Güli’nin kafasını karıştıracaktır. Oysa Güli’nin Paris’te Antoine adında bir erkek arkadaşı vardır.

Ferhat aslen çerçevecilik yaptığı halde dükkanı yağlı boya tuvallerle doludur. Felsefe ve sanat ruhuna işlemiştir. Aynı zamanda Fransızca dersler vermektedir. Entellektüel açıdan tam donanımlı deli Ferhat, Güli’nin sevdiği şarkıyı yıllar geçmesine rağmen unutmaz ve her fırsat bulduğunda bu şarkıyı Güli’ye fısıldar. “Kara gözler… Derin gözler… Gelmemi bekleyen gözler… Tüm sırlarımı bilen gözler…”

Ferhat, Güli’ye yıllardan beri aşıktır ve Güli yokken Güli’nin annesi Havva ile bolca vakit geçirir, Güli’nin sevdiği sevmediği her şeyi öğrenir. Çocukluklarından beri tanıştıkları için Ferhat, Güli’yi gözlemlemiş, hafızasına sevdiği şeyleri yazmış, onun farklı ve özel olduğunu hissetmiştir. Kışın sobanın üzerinde yanan portakal kabuğu kokusunu Güli küçükken çok sevdiğini söylemiştir ve bir sahnede küçük Ferhat okul teneffüsünde portakal kabuklarını sobanın üzerinde kurutur, o tam bir romantiktir.

Ferhat’ın tüm hayalleri Güli’ye doğrudur. Filmde tüm bunları küçük detaylarla vermeleri izleyici filme bağlamakta Ferhat’ın hayallerinin canlandırıldığı sahneler tatlı bir dokunuş hissi yaratmaktadır. Ferhat’ın sakladığı bavuldan çıkanlar Güli’yi çok şaşırtacaktır. Aynı zamanda Güli annesi hakkında bilmediği tüm sırları yavaş yavaş öğrenecektir.

Film İran’ın kuzeybatısında Gilan Eyaleti’nin yönetim merkezi Reşt’te geçmektedir. Reşt Hazar Denizi kıyısında önemli bir ticaret ve turizm merkezidir. Dolayısıyla filmde mekan olarak bol ağaçlı, deniz ve martıların olduğu güzel bir şehri de tanımış oluyoruz. Filmi izlerken doğunun mistik gizemli yanını, kültürel ögelerini de görmek mümkün. Balık pazarı, renk renk baharatlar, oymalı dolaplar, dantellerle örtülü mobilyalar aslen doğudan biraz da kendimizden bulabileceğimiz küçük detaylar.

Sahnelerde kullanılan müzikler sahnelere tam anlamıyla oturmuş, sahnelerde geçişi sağlamakta oldukça başarılı. Hem hüznü hem neşeyi müziklerle birlikte daha iyi hissediyoruz. İran’ın sanata verdiği değeri filmin her detayında gözlemlemek mümkün. Filmde İranlı başarılı, üniversite mezunu gençlerin neden Avrupa’ya gittikleriyle ilgili konuşmalara rastlıyoruz ve hak veriyoruz.

İran’ın kültürünü, adetlerini, geleneklerini öğrenmek isteyenler için güzel bir film. Filmin zaman zaman geçmişe gidip bazı olayları açıklaması filme farklı bir nostalji katıyor. Filmin adı neden “Senin Dünyanda Saat Kaç?” bunu küçük sürprizlerle filmin sonlarına doğru anlıyoruz. Samimi oyunculuklarını ortaya koyan Leyla Hatemi ve Ali Musaffa’dan gerçekten izlenmeye değer bir film.

Ceren Kurt

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır filmi tüm Müslümanların izlemesi gereken, İslamı çok güzel yorumlamış filmlerden birisi. Film çok güçlü, insanı derinden etkileyen bir senaryo ile karşımıza çıkıyor.

Tahran’a medresede eğitimi alıp kendini yetiştirmek için ailesiyle gelen Seyyid Rıza günlük hayatına alışmaya çalışır. Medrese ve ev arasında mekik dokumaya başlar. Evde olduğu süre boyunca da eşi Zehra’ya ev işleri ve çocuk bakımında yardımcı olmaya çalışır fakat pek beceremez.

Zehra ise iki çocuğu için çırpınan, günlük ev işlerini yaparken eve fazladan gelir sağlamak için halı dokuyan müşvik bir eştir. Tertemiz bir kalbi vardır Zehra’nın. Karşı komşusunun down sendromlu diye dışlanan torunuyla bile elinden geldiğince ilgilenmeye çalışır.

Fakat Zehra’nın sağlığında yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Ellerinde ve ayaklarında uyuşmalar başlar, gözleri yeterince göremez olur. Bir gece ansızın yürümekte güçlük çekmesiyle Seyyid eşini hastahaneye götürür. Maalesef burada acı gerçekle karşılaşacaklardır. Zehra MS (multipl skleroz) hastası olmuştur. Seyyid’e bu nörolojik hastalığın Zehra’nın felç olmasına yol açabileceği söylenir. Bir anda dünyası başına yıkılan Seyyid ne yapacağını şaşırır fakat ilgilenmesi gereken çocukları vardır. Böylece tüm ev işleri ve çocuk bakımı Seyyid’in üzerine kalır. Bir yandan hastahaneye koşan bir yandan evde çocuklara yemek pişiren vefakar bir babaya dönüşecektir.

Filmde Seyyid’in haline üzülürken bir yandan da günlük hayatla verdiği kavgaya gülmeden geçemeyeceksiniz. Seyyid üzerine düşen vazifeyi yapmaya çalışırken para sıkıntısı sebebiyle Zehra’nın yarım bıraktığı halıyı dokumaya başlar. Arkadaşı Hamid halıyı satması için ona bir müşteri bulur. Zor günlerde arkadaş desteği ona iyi gelecektir.

Karı koca arasında olması gereken saygıyı sevgiyi anlayışı Altın ve Bakır filminde fazlasıyla buluyoruz. Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş değerleri bu film bize tekrar hatırlatıyor. Örnek alınacak sahnelerle karşılaşıyoruz. Evlenirken verilen sözlerden hastalıkta ve sağlıkta sözünün ne anlama geldiğini bu filmde daha iyi anlıyoruz.

Özellikle Zehra Sadat rolüyle müthiş bir performans sergileyen Nigar Cevahiriyan’ın oyunculuğu izlemeye değer. Multipl skleroz hastalığının ilerleyişini Zehra’nın her karesinde görebiliyoruz. Zehra evine tekerlekli sandalyede döndüğünde minik kızı bu durumu kabullenmek istemiyor. Kahrolan Zehra Allah’a isyan etmekten başka çare bulamıyor. Fakat kocasının şefkatiyle bu hastalıkla birlikte mücadele ediyorlar. Bazen bir çıkış noktası bulamasalarda Allah’a sığınıyorlar. Seyyid Zehra’nın yüzünü güldürebilmek için elinden geleni yapıyor. Para konusunda sıkışık olduğu halde ona birbirinden güzel hediyeler alıyor. Zehra’ya gözü gibi bakıyor.

Film hepimizi dünya, yaşam, amaçlarımız, ailemiz ve sevgi hakkında düşünmeye sevk ediyor, hepimizin başına gelebilecek böyle bir olayla nasıl başa çıkabileceğimizi anlatıyor. “Onun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. Evet; senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur. İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. Ve aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!”

Ceren Kurt

Zenginlik Sevgidendir

Aşk nedir? Kimimize göre kalp çarpıntısı kimimize göre bağlılıktır. Sevgiyse karşılığı beklenmeden içten gelerek gösterilen duygulardır.

Kimileri ya bunu göremez ya da hissedemez. Onlar için önemli olan tek şey, olmayan benliklerini zenginliklerinin arkasına saklamak. Aslında mutlu olmadıklarını her an aynaya baktıklarında görseler de, bu gerçekten vazgeçmeyi seçerler. Çünkü yüzleşmeye cesaretleri yoktur.

Davul dengi dengine, 2010 yapımı bir İran filmi. Filmi seyrettikten sonra; tüm duyguları aynı anda hissettirebilen bir filmi izlemeyeli ne kadar oldu? diye sordum kendime. Doğallığın ve doğruluğun hala var olduğunu hatırlatan bir eser. “Ne güzel olurdu gerçekten, insanlar ölünce kitap olsalardı. Hayatlarının kitabı olurlar ve sonsuza kadar yaşarlardı.” cümlesi filmi o kadar samimi yapmış ki; çünkü her hayat bir hikayedir ve her bir hikaye okunmaya değerdir. Bu cümleyle insanların ne kadar değerli olduklarının altı özenli çizilmiş. Beni etkileyen bir diğer şeyse filmin sonlarındaki kısımdı. Asıl yoksulluğun, sevgisizlik olduğunu bir kez daha anladım. Bir yudum ekmek, sevildiğinizi bildiğiniz zaman mutluluk getirir. Diğer türlü sadece karın doyurur, ruhu değil… Hırsın aslında mutluluğu öldürdüğünü, sevginin zorla elde edilemeyeceğini ve aşkla karşılaşıldığı zaman pes etmemek gerektiğini ne kadarda ince işlemiş. Yapılan bir hatanın hesabını sormak yerine ders vermeyi tercih etmenin ne kadarda asil ve doğru bir tercih olduğunu yüreğimize işleyen bir yapıt. Bu filme, her sahnede biraz daha bağlanacaksınız…

etkinliksever

Senin Dünyanda Saat Kaç?

2014 de vizyona giren ve sinemaya yeni bir boyut kazandıran “Senin Dünyanda Saat Kaç?” filmi doksan beş dakika boyunca izleyicisi üzerinde bir iz bırakan İran filmidir.

İranlı yönetmen Safi Yezdaniyan’ın kaleme aldığı ve bu sahneye çıkışını yönettiği filmde çok uzun bir süreden sonra hüzünlü bir kadın Paris’ten vatanına dönmektedir ve pek fazla tanımadığı ama kendisi hakkında her şeyi çok iyi bir şekilde bilen bir adamla tanışır.

Başrollerini meşhur İranlı oyuncu olan ve sürekli kendini yenilemeyi başaran Ali Musaffa ve Eşi olan Leyla Hatemi Hanımefendi’nin üstesinden geldiği bu film ile İran’ın temsil edildiği filmler listesinin başlarında gelmektedir.

İzleyicisini tekrar sinemaya ve film kanallarına yenikaynak.com ile kendini tıpkı bir roman gibi tekrar tekrar izlettirmektedir.

Senin Dünyanda Saat Kaç?

“Kara gözler, derin gözler, gelmemi bekleyen gözler, tüm sırlarımı bilen gözler”

Senin Dünyanda Saat Kaç? naif bir bekleyişin hikayesi. İranlı yönetmen Safi Yezdanian’ın yazıp yönettiği filmin baş rol oyuncuları; Leila Hatemi, Ali Musaffa ve Zehra Hatemi. Bir belgesel yönetmeni olan Safi Yezdanian’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Senin Dünyanda Saat Kaç? ünlü yönetmen Ali Hatemi’nin kızı, damadı ve eşinin birlikte yer alması ile dikkat çekiyor. Geçmiş (The Past) filmindeki oyunculuğuyla ses getiren Ali Musaffa bu filmde Ferhat karakterini canlandırırken; 2011’de en iyi yabancı film kategorisinde Oscar ödülü alan Bir Ayrılık (A Seperation) filminin baş rol oyuncusu olan Leila Hatemi, Güli karakterini canlandırmaktadır. Şiirsel bir anlatımla anıların ve eşyaların gücünü işleyen film; Safi Yezdanian’ın belgesel alışkanlıklarından olsa gerek ki sinematografik açıdan İran sinemasının içinde farklı bir tada sahip.

Platonik bir aşkın ve sabırla bekleyişin anlatıldığı film Paris’te yaşayan İranlı ressam Guli’nin, uzun zaman sonra sebebini anlayamadığı anlık bir sürüklenişle memleketi İran’ın Reşt şehrine dönmesiyle başlar. Havaalanından çıkar çıkmaz tanımadığı ancak kendisini tanıdığını hissettiren bir adamın yol göstermesi ile şakınlığa kapılan Güli, çocukluğunu geçirdiği evine gelir. Ailesinden en son annesinin beş yıl önce vefat etmiş olduğu ve ne kadar kalacağı belirsiz olan o ev için bakım yaptırmaya başlar. Aslında tüm bunlar; Guli, ailesi ile olan anılarını hatırlamak istediği içindir. Zira yaşlı bir tanıdığın ve daha bir çok kişinin annesinin cenazesine neden gelmediği hakkındaki sorusu Guli’nin açık bir şekilde cevap vermemiş olmasına rağmen bir suçluluk ve geç kalmışlık hissiyle İran’a sürüklendiği izlenimini verir.

Havaalanındaki karşılamadan sonra gizemli adam Ferhat’ın kendini hatırlatma çabaları başlar. Ferhat, ona telefonda mırıldandığı, sokak çalgıcısına çaldırdığı bir şarkının tınısında, bir fotoğrafta Guli’ye çocuklukta kendisini ona aşık eden saflığı hatırlatmak ister. Guli hakkında bu kadar çok şey bilmesinin sebebi ise filmdeki flashbacklerde anlaşılmaktadır. Guli’nin yokluğunda annesiyle ilgilenir, Havva Hanım’ın kızına olan özlemini dindirmeye çalışır ve Guli’ye ait her şeye kıymet verir.

Guli’nin küçük bir çocukken öğretmenin “kış mevsimi ile alakalı en çok neyi seviyorsunuz?” sorusuna bütün çocukların oyun, eğlence, tatil cevaplarından farklı olarak “kışın yanan sobanın üzerindeki portakal kabukları” olduğunu söylemesi Ferhat’ın onun ruhunun inceliğini farkedip onu sevmesine neden olur. Küçük Ferhat’ın aşkı ise okulun sobasının üzerine koymak için portakal getirecek ve fen bilgisi derslerinde öğrendiklerinden yola çıkarak buharlaşıp kar bulutları oluşturmaları için bahçeye kapların içinde su dolduracak kadar yoğun ve zariftir.

İnsanı aşk üzerine daha sofistike düşünmeye yavaşça çekerek, imgelem zenginliği ile eşyanın tinselliğini bariz bir şekilde öne çıkaran “Doğu” aşklarını hatırlatan bu romantik film muhakkak izlenmeli.

“Kendi sesi, benim ismim, Guli’nin dilinde..” Ferhat

Ayşe Erçetin Erkoç