Kategori arşivi: Yazarlarımızdan

İran Sineması Film Eleştirmenleri Ekibimiz

Anne İçin Bir Beşik

Anne İçin Bir Beşik adlı İran filminin tanıtımını sizin için buraya bırakıyorum.

“Nergis, Moskova Üniversitesi’nde Rus Edebiyatını bitirdikten sonra ülkesine döner. Şimdi ise Moskova Üniversitesi’nde yeni Müslüman olan gençlere İslam’ı anlatmak için tekrar Rusya’ya gitmesi gerekir…”

Tanıtımı okuyunca Rusya aşkımdan kaynaklı filme büyük bir sempati duydum ve başlamak için ertesi günü beklemedim, gecenin üçünde başladım. İyi ki de ertelememişim diyorum şu an, çünkü Anne İçin Bir Beşik filmi kesinlikle ertelenmemeli. İzlemek için bu kadar geciktiğime pişman oldum işin açığı.

Film, konu olarak çok mühim bir konuydu fakat işlenişi, senaryosu ve oyuncuları çok naif bir şekilde yansıtmıştı filmi. Filmi izlerken de, film bitince de içinizi kaplayan huzur tartışmasız büyük bir rahatlık veriyor. Ayrıca daha önce İran filmi izlememişseniz eğer, başlamak için oldukça ideal bir film. Üstelik 74 dakika gibi bir süreye bir sürü duygu sığdırıp, bütün duyguları hissetmek her yiğidin harcı değil diye düşünüyorum. Kesinlikle favori filmlerim arasına girdi.

Film belli bir kitleye hitap etse de herhangi bir cinsel içerik olmadığı için bilgiye susamış çocuklarımızı eğitirken kesinlikle anne ve baba rızası konusunda bu filmi izletmeliyiz diye düşünüyorum. Çünkü bizim Nergis’ten farkımız yok, biz de aynı durumlara düşebilecek birer kuldan başka bir şey değiliz. Temennimiz, Yaradan’ın kimsenin eline ayağına düşürmeden, hayırlı, acısız bir ölüm nasip etmesi.

Filmin teknik detaylarına gelecek olursak başrol Nergis Kaşifi (İlham Hamidi) kesinlikle muazzam bir oyuncuydu. Filmin ilk sahnelerinde gözlerinde gerçek bir mutluluğun ışığı parlıyordu, sonlarında ise o acıyı, elemi bize öyle net bir şekilde yansıtmıştı ki duygular konusunda kesinlikle karmaşa yaşamadım. Bu usta oyunculuğunu hem ailesinden gelen yeteneğe, hem de bu tür işlere 7 yaşında başlamış olmasına bağlıyorum.

Filmin başlarında oldukça başarılı ve edepli bir kız olarak gördüğümüz Nergis, gerçek hayatta başımıza gelse çok zarar kararlar vereceğimiz bir durumla karşı karşıya kaldı. Geleceği ve geleceği arasında kaldı fakat biri yaşamsal gelecek, diğeri ahiret geleceğiydi. Nergis’in bu zorlu süreçte nefsini yenmesi ve çevresel faktörlerin onu olumsuzluklara itmesini izlemek beni çok üzdü. İçimde bir taraf Nergis’in Rusya’ya gidip tebliğe uymasını istese de diğer taraf yaptığının doğru olduğunu söylüyor.

Filmin adıyla konusunu ilk başta anlamlandıramamıştım, acaba yanlış çeviriden kaynaklı mı diye şüpheye düşmüştüm fakat filmi sonuna kadar izlediğiniz de ismin tam da filme göre olduğuna karar vereceğinize eminim.

Bu filmi izleyerek nefsimin daha çok bilincine vardım, hiç değilse sadece kendimiz için izlememiz gereken bir filmdi.

Elif Yaman

Melekler Hep Birlikte İner

Senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan Hamit Muhammedi’nin, Melekler Hep Birlikte İner filminin tanıtımı şu şekildedir: “Ahmet eşiyle birlikte sakin bir hayat süren genç bir molladır. Ancak eşinin hamileliğinden haberdar olunca hayatında yeni bir devir başlar. Ekonomik baskılar yüzünden farklı işlerde çalışması teklif edilir ve bu gerçek Ahmet’in hayatında değişikliklere sebep olur.”

Açıkçası tanıtımı okuduktan sonra bundan ne kadar kurgu çıkabilir ki diye düşünmedim dersem yalan olur. Konu bütünlüğü aslında basit gibi görünse de filmdeki detaylar, filmi basitlikten uzaklaştırmış. Filme özgünlük katan diğer bir şeyse, Ahmet karakterinin bilindik erkeklerden çok uzak olması. İmamlarla ve hocalarla dalga geçen Türk sinemasının aksine, Ahmet imtihanları ile boğuştu. Bu türde film izlememiş birinin başlangıç fitilini ateşleyecebileceği çok naif bir tasavvufi filmdi.

Popüler kültürün bize yansıttığı lüks hayatı yansıtmadığı için filmin çok tanınmaması beni üzdü. Film aslında o kadar gerçekçi ki çoğu yerde kendinizden bir şeyler görmeniz mümkün. Aile hayatı oldukça detaylı anlatılmış, kafanızda soru işareti bırakmamışlar. Tanıtımda ne okuyorsanız filmde de o vardı. Tanıtım, ne eksikti, ne de fazlaydı.

İran sinemasından ilk kez film izleyen biri olarak adapte olabilir miyim acaba diye düşündüm. Filmlerimi altyazılı izlerim genelde, bunu da aynen öyle izledim ve izlerken tereddüt duyduğum konunun aslında hiç de tereddüt edilmesi gereken bir konu olmadığını gördüm. Bazı kelimeler dilimizde aktif olarak kullandığımız kelimeler ile aynıydı, bu da bana kendimi evimde hissettirdi derler ya aynen öyle bir his verdi ve hızlıca adapte olmamı sağladı.

Ahmet karakteri için diğer erkeklerden farklı olduğunu söyledim. Bunu detaylandıracak olursak Ahmet bir molladır. Ahmet’in sakinliği ve kibar tavrını ben molla olmasıyla bağdaştırdım. Ayrıca günümüzde sürekli gündeme gelen kadın haklarına bu filmde çok özen gösterilmişti. Ahmet karısına ve çocuklarına öyle saygılı bir baba ki sesini yükseltiği için kızından özür bile diledi. Ayrıca, Ahmet mollalık yapsa da geçimini bunun üzerinden değil, anlının akıyla elektrik tesisatı döşeyerek sağlayan nadir insanlardan biri. Günümüzde insanlar en ufak bir şeyi paraya çevirmeye çalışırken Ahmet çıkarları gözetmeden Allah rızası için birçok insana yardım etmekten asla gocunmuyor.

Leyla karakterimize gelecek olursak, aslında film Ahmet’in üzerinden gitse de sonuçta Leyla, Ahmet’in karısıdır ve yer yer onu da gördük. Leyla fikir ve davranış olarak kocasına karşı çok ılımlıydı, ayrıca şirret kadınlardan değildi. Kolayca ısınabileceğiniz bir karakter olduğunu düşünüyorum. Leyla’yı tek onaylamadığım kısım, bir yerde kocasının arkasında durmadı. İzlediğinizde siz de anlayacaksınız ki Leyla’nın oradaki tavrı yanlıştı.

Film yaklaşık 80 dakika ve şunu söylemek istiyorum ki bu 80 dakikanın hiçbir kısmında sizi rahatsız edecek bir içerik yoktu. Oldukça akıcı bir olay örgüsüne sahip olduğu için sıkılacağınızı da düşünmüyorum.

Son olarak filmin adına başta anlam veremesem de izlediğiniz de aslında konuyla uyumunu sizler de anlayacaksınız. Konusu ve adı tam olarak tencere kapak hesabıydı.

Keyif olarak izlemeniz dileğiyle!

Elif Yaman

İade (2012)

İstirdat / İade filminde 1955 yılında İranlı bir albay Feramerz Tekin , 2. Dünya Savaşı’nın mali tazminatını teslim almak üzere görevlendiriliyor. Bu görevi almak istemese de emir aldığı kişiye itiraz hakkı yoktur ve bunun sonucunda kendini on bir ton altını teslim almak üzere Sovyetler Birliği’nde bulur.

Bu görevin onu zorlayacağının farkındaydı fakat görevi kabul etmek gibi bir lüksü olmadığı için elinden sadece bu zorluklarla başa çıkmak geldi. Gün geçtikçe görev beklediğinden daha karmaşık bir hal aldı, arkasından planlar döndü ve uygulandı. Bu umarsız ihanet silsilesinde ona eşlik eden temsilcilerden sadece bir kişi ihanete teşebbüs etmedi fakat bu ismi gizli tutacağım izlerken heyecanının kaçmaması adına. Unutmayın, bu filmde temsilci ya da devlet adamı, hiçbirine güvenmemelisiniz.

Başrolümüz Feramerz Tekin’den biraz bahsedecek olursak karakterimizi canlandıran Hamit Ferruh-Necat’ın oyunculuğuna söylenecek söz yoktu. Kesinlikle duygu geçişlerini olsun, sert sahneleri olsun ustaca canlandırmıştı. Canlandırdığı karakter vatanına sadık, oldukça zeki ve cesur biri. Zaten Albay Tekin’in zekası olmasa muhtemelen verilen görev Sovyetler Birliği’ndeki ilk gecede biterdi fakat etraftaki herkes planın gidişatından habersiz yaşamaya devam ederdi.

Film 2012 yılında çekilmiş olsa da 1955 yılları çok detaylı yansıtılmıştı. Şurada bocalamışlar, ya bu o yılda nasıl varmış gibi karşıladığım hiçbir dekor yoktu. Çevirmenin giydiği döpiyesten, Kavusi Bey’in kravatına kadar her şey çok doğru yansıtılmıştı. Film mekansal açıdan da benim oldukça ilgi duyduğum bir yer olan Rusya’da ve Tahran’da geçiyor. Bir taraf sıcak tonlarla bezeliyken diğer tarafta hazineyi almaya giderken bile kızıllıklar görüyoruz. Bunlara tarihi filmlerde çok dikkat eden birisi olarak çok önem verildiğini gördüm. Kesinlikle puan verecek olsam bu noktaya gösterdikleri özen puanımı bir hayli yükseltirdi.

İstirdat filminden çok etkilendim, özellikle tarihi film ve kitaplardan hoşlanıyorsanız sizin de beğeneceğinize inanıyorum. Fakat tarih sevmeyip zekice yazılmış senaryoları seviyorsanız da bu filmi seveceksiniz. Filmden çok etkilendiğim için bu yazıyı birkaç saat sonra, filmle ilgili duygularımı günlük duygularımın pasifize etmesini bekledikten sonra yazdım fakat filmi hala fazlasıyla beğendiğim gerçeği değişmedi.

Kurguya gelecek olursak eğer, kurgu yaşanmış ve gerçek olaylardan esinlenilerek ve isim değişikliğine tabii tutularak yazılmış. Oldukça merak uyandırıcı bir kurguydu, açıkçası ben filmde ara ara tahminde bulundum fakat hiçbirini tutturamadım. Bu yönüyle de filmi daha çok sevdim diyebilirim.

Normalde puan vermiyorum fakat puan verecek olsam kesinlikle tam puanlık bir filmdi, izlemenizi tavsiye ederim.

Keyifli izlemeler!

Elif Yaman

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır” adlı İran filmi Tahran’da geçmektedir.

Seyyid Rıza, çok sevdiği eşi Zehra Sadat, kızları Atife ve bir de bebekleri emir Ali ile çekirdek bir ailedir. Rıza medrese dersleri alır. Zehra Sadat t ev hanımıdır. Yeni evlerine taşınırlar. Karşı komşu Hacı Hanım teyzedir. Down sendromlu, adı Ayda olan bir kız yeğeni ile yaşamaktadır.

Zehra Sadat, kocasına ara ara gözlerinin çift gördüğünü, halsiz hissettiğini, parmaklarının ve ayaklarının uyuştuğunu söyler. Bu durum son birkaç gün iyice sıklaşmaya başlar. Bir gece kızını uyuttuktan sonra kocasıyla koşurken ayaklarının hissizleştiğini söyler ve yatmaya giderken yere yığılır. Kocası Seyyid Rıza hemen hastaneye götürür. Doktor neyi olduğunu sorar. Zehra Sadat, el ve ayaklarının uyuştuğunu anlatır. Kocası yorgunluktan olduğunu ve son birkaç gündür böyle olduğunu dile getirir. Aslında bu uyuşmalar birkaç aydır vardır fakat Zehra Sadat kocasına söylemez. Doktor MS teşhisi koymuştur.

Zehra Sadat hastaneye yatırılınca ev işlerini ve çocuk bakımını Seyyid Rıza üstlenmek zorunda kalır. Ama başta pek becerikli değildir. Yemeği yakar. Evi temizleyemez. Zar zor bebeği altını temizler. Birkaç hafta Zehra Sadat hastanede kalır. Halı dokumacılığından geçimini sağlamaya çalışır fakat gözleri bu yüzden iyi görmemeye başlar. Artık Kur’an okuyamaz, ders veremez hale gelir. Onları üzmemek için eşine ve akrabalarına bu konuyu açamaz. Eşi hastaneden çıkar ve tekerlekli sandalyede eve getirilir. Pek bir şey yapamaz. Elleri ve ayakları tutmaz olur.

Bir gün Zehra Sadat kızına makarna yapmak ister ama elleri tutmadığı için tenceredeki suyu döker makarnayı döker. Komşu hacı hanım gelir ona yardım etmek ister ama kabul etmez. Zahra Sadat bağırır isyan eder. O anda kocası Seyyid Rıza gelir onla da tartışırlar. Zehra Sadat artık kendisini yetersiz görmekten yakınır. Çok üzgündür ikisi de.

Seyyid Rıza da halıyı bitirir ve götürür. Ama gözleri artık çok iyi görmediği için sattığı adama biraz ara vermek istediğini söyler. Ardından ailesi, arkadaşı ve komşularıyla pikniğe gider. Orada Seyyid Rıza eşine Kuran’dan İnşirah suresini okur.

Son olarak Seyyid Rıza hocasının dersini kapıda dinleyerek film biter.

Öylesine samimi bir senaryo ki; karşı evin penceresindeki perdenin aralığından günlük yaşamda seyirci olduğumuz bir komşu aile draması gibi. Her bir karakterin büyük bir özenle seçilmiş olduğu hissini aktarım noktasında hayli etkili bir üslup kullanmayı başaran yönetmen, hayata ve yaşama dair sorgulanması gereken düşünceler ekseninde kaybolmamıza sebep oluyor.

Tevekkül etmek… Müslüman bilmeli ki bir şeyi çok isterse elinden geleni yapmalı, gerisini Rabbine bırakmalıdır. Ve Seyit’in Zehra’ya okuduğu İnşirah suresi her şeyi özetledi.

Film, ifade özgürlüklerine ket vurmaktan ziyade, özgün bir anlatım dili oluşturmayı başardıklarını gözler önüne sermektedir.

Günden güne kirlenen ve pas tutan yüreklerin çarptığı bir evrende, aile kavramının ne denli kutsal bir müessese olduğunu bize hatırlatan, sevgi, şefkat, özveri ve fedakarlık gibi yoksunluğunu çektiğimiz duyguları hatırlamamızı sağlayan oldukça sarsıcı bir hikaye. Film, izleyeni ‘zamanla geçer ‘ deyiminin anlamsızlaştığı bir duygu yoğunluğuna sürükler.

SON ADIM

SON ADIM – İran Filmi

Öncelikle kabul edelim ki zor bir film bu. Öyle akşam yatağıma uzanıp kafa dağıtıp, biraz dinleneyim diyerek izlenecek bir film değil. Baştan söyleyelim de ona göre yapın siz hazırlığınızı. İzlemesi, olayları takip etmesi, anlamlandırması, bağlantıları kurmak… sakin bir kafa gerektiriyor. Dikkatli, sindire sindire izlenecek ve üzerine düşünülecek bir İran filmi var karşımızda.

Ali Musaffa, ölüm konusunu irdelemiş bu filmde. Ölümü ve hayatı, ölümün, uğruna savaşlara tutunduğumuz hayatı nasıl içi kof ceviz kabuklarına dönüştürdüğünü anlatıyor.

Hüsrev’in ölmeye başlamasını izliyoruz filmde. Evet, bunu bir süreç olarak algılıyor yönetmen; “ölümüm sanırım burada başlıyor…” Hüsrev hayatında başarılı olmuş, iyi bir mesleği ve evliliği olan bir karakter. İşinde çok titiz, küçük detaylar onu rahatsız ediyor. Çevresindeki tüm kusurlara inat kendi kusursuz eserini yapmak istemiş ama hiçbir şey mükemmel değildir. Bunların yanında kendi deyimiyle “çocukluğundan kalma birkaç anı” ve “korkunç bir boşluktan” ibaret hayatı. Tabi bir de karısı Leyli.

Karısı ve ikisinin de çocukluk arkadaşı olan Emin arasında gidip gelen, pasif bir adam. Kendisinin karısının hayatında zannettiği kadar kıymetli olmadığını ya da sevilmediğini hissettiği zaman, bir kalpte yer edinmenin verdiği duyguyu kazanmayı çalışırken karısının kalbinde ölü bir çocuğun olduğunu ve hala onun için gözyaşı döktüğünü öğrenir. Aslında hiçbir zaman onun gibi aşık olmadığını düşünmeye başlar. Bir yandan da bu kişinin kim olduğunu öğrenmeye çalışır, bulduğu ise ancak hayal kırıklığı olacaktır.

Hüsrev için hayatında asıl kırılma noktası ise öleceğini öğrenmesidir. Bu saatten sonra ne leyli ne de onu içten içe rahatsız eden detayların bir anlamı kalmamıştır. İçinde yuvarlandığı boşluğu çocukluğuyla nihayete erdirmek ister. Kader ki buna mani olan da yine çocukluğudur.

Emin ve Leyli ikisi de Hüsrev’e söyledikleri yalanlar ile onu görmezden gelirken Hüsrev’in görünürdeki ani ölümü ikisini de vicdan azabına sürükler.

Hüsrev’in ölmesi filmin sonu değil zira Hüsrev filme sürekli dış ses, kendi ölüm hikâyesinin anlatıcısı olarak katılıyor.

Hüsrev’in ölümünden sonra, oyuncu olan Leyli’nin kocası ölmüş bir kadını oynarken istemsizce gülmeye başlaması düşündürücü bir başka yönüydü filmin. Leyli orada öylece dururken birden bire ölen kocasının ölümünden bir nebze de olsa kendini sorumlu tutuyordu. Bu yük ona ağır geliyordu belki de Hüsrev’i anlamaya başlıyordu.

Peki ya Hüsrev’in cenazesine gelen Emin’in ne yapacağına, hangi cümleyi kuracağına karar verememesi ve çektiği sıkıntı. Duygularımız bile bu kadar hesaplı mı? İçinden geldiği gibi davranmak bu kadar zor mu?

Hüsrev’in hayatında eksik olan şey anlam ve sevgiydi. Hayata dair hakiki bir derdi yoktu. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde bayağı bir yol kat etmişti ama ona soluduğu nefesin ziyan olmadığını hissettirecek, ölüme mana katacak bir dertten yoksundu. Bulabilene ne mutlu.

Ali Musaffa, eşi Leyla Hatemi ile çektiği bir önceki filmi “Senin Dünyada Saat Kaç” ile beraber bu filmle de İran sinemasına yeni bir soluk getirdi. Bu film izlemiş olduğumuz pek çok İran filminden daha derin ve edebi. Filmin sonunda senaryonun James Joyce ve Tolstoy’dan esinlenerek yazıldığı belirtiliyor zaten. James Joyce ‘un “Ölüler” adlı hikayesini ve Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanını okuyanlar filmde izlerini göreceklerdir. Filmde karakterlerden birinin sesli olarak “Ölüler”i okuması da “Ben bunu nerden hatırlıyorum?” diyenler için bir hatırlatma ya da esere bir saygı duruşu olabilir.

Hayatı, ölümü ve duyguların sahteliğini düşünmek isteyenler izlemeli “Son Adım” filmini. Her şeyin mekanikleştiği şu günlerde samimiyeti sorgulamak gerek. Sevmek gerçekten karşındakini mi sevmektir yoksa onun sana verdiği duyguyu sevmek midir? Hakikaten ölümlerin arkasından bu seferde sıranın bize gelmediği için seviniyor muyuz içten içe? “Acı, Ölüm… Niçin?”

Nurdan Genç

Ahududu

Çocuk sahibi olamayan evli bir çiftin hikayesi olarak başlayan Ahududu filmi, bir kadının başkalarının çocuğunu kendi evladı gibi sahiplenmesiyle sonlanıyor. Gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız bu film, gerçek insan ve çocuk sevgisinin ne denli büyük olabileceğini gözler önüne seriyor.

Çocuk sahibi olmak isteyen fakat uzun uğraşlar sonucu başarılı olamayan Hamit ve Hüma, son çare olarak tüp bebek yöntemiyle şanslarını denemeye karar verirler. Birkaç taşıyıcı anne adayıyla görüştükten sonra yolları Rızvan ile kesişir. Rızvan, kendi halinde ve hasta kocasına bakan bir kadındır. Paraya ihtiyacı olduğu ve sevap işleme düşüncesiyle Hamit ve Hüma’nın taşıyıcı annelik teklifini kabul eder. Olaylar bundan sonra gelişmeye başlar…

İlk aylarda her şey yolundadır. Hüma’nın isteği üzerine, taşıyıcı annelik konusu anne babaları dahil en yakınlarına bile söylenmeyecektir. Hüma, çocuğu kendisi doğurmuş gibi davranmak istemektedir. Bu nedenle herkesten gizli geçen 3-4 ayın sonunda, Hamit ve Hüma çifti, düzenli olarak Rızvan’ı ziyaretlere devam etmektedir. Bu ziyaretlerden birine giderken talihsiz bir kaza geçirirler ve Hüma hayatını kaybederken, Hamit hafızasını yitirir. Hüma’nın hayatını kaybetmesiyle her şey değişecektir.

Kazanın ardından aileden bir türlü haber alamayan Rızvan endişelenir. Tüp bebek tedavisini uygulayan doktorun yanına gider fakat o da şehir dışındadır. En sonunda ailenin adresine ulaşır ve oraya gitmeye karar verir. Ancak bu sırada hasta eşi Kemal hayatını kaybeder ve eşinin erkek kardeşi akıl hastanesinden çıkarak bir süreliğine Rızvan’ın yanına yerleşir. Tüm bu gelişmeler, Rızvan’ın hayatının hangi yöne gideceğini şekillendirmektedir.

Rızvan, kayınbiraderinin onu takip ettiğinden habersiz, hafızasını kaybetmiş olan Hamit’in evine gider ve onunla çocuk meselesini konuşur. Aradan bir süre geçtikten sonra Hamit’in hafızası yerine gelir ve Hüma’yı, tüp bebekle sahip olacakları çocuklarını hatırlamaya başlar. Ancak bu sefer başka bir sorun vardır; Hamit, çocuğu istemiyordur. Ancak Rızvan, hamilelik 4 ayı geçtiği için bir cana kıymayı kabul etmez ve ne olursa olsun çocuğu doğurmaya karar verir. Çocuğu doğurduktan sonra babasına verecek veya o istemediği durumda kendisi bakacaktır. Bu sırada beklenmedik bir şey olur ve rahmetli kocasının erkek kardeşi, Hamit’i bıçaklayarak öldürür. Haberi karakolda alan Rızvan yıkılır. Her şey daha kötüye gidemez derken bebeğin de karnında öldüğü düşüncesiyle doktor ile buluşan Rızvan, bebeğin yaşadığını öğrenir. Rızvan ile minik bebeğin kaderi bir çizilmiştir ve bundan sonraki hayatları beraber geçecektir.

Son sahneye kadar izleyicide merak uyandıran Ahududu filmi, hayatın bizim için çizdiği yolları asla bilemeyeceğimizi anlatıyor. Bebek sahibi olmak isteyen bir çiftin mutlu hikayesi olarak başlayan film, gelişme bölümünde birçok dramatik olayla biçimleniyor ve sonunda yine buruk bir mutlulukla sonlanıyor. Ailecek, biraz duygulanarak biraz merak ederek izleyeceğiniz harika bir film.

İnsanın Mahiyeti

İnsan ne demektir? İnsan olmanın, insan kalmanın ve insanın çıkmazlarını düşündüren, içinde gizli anlamlar taşıyan bir film Satıcı / The Salesman / Forushande. İran filmlerinde alışık olduğumuz sadelik ve durağanlığın içinde Asghar Farhadi’nin imzası açıkça görülüyor: Ritim. Bir maceradan ya da hareketlilikten bahsetmiyorum demek istediğim tam da bu, koşmak değil, yürümek değil olsa olsa tempolu yürüyüş. Yönetmenin diğer filmleri “Elly Hakkında” ve “Bir Ayrılık”ı izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Nima Javidi’nin “Melbourne” adlı filmini izleyenler de benimle aynı duyguyu paylaşacaklardır. Satıcı, “Melborne” kadar kalbinizi sıkıştırmayacaktır belki ama duygu yoğunluğu ve ritim olarak eş değer olduklarını düşünüyorum.

Film, Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” adlı eserinden serbest uyarlanmış ve Cannes film festivalinde gösterilmiş.

Satıcı filminde de çokça hoşunuza gidecek şeylerden biri de filmin içinde, filmin uyarlandığı bu tiyatro oyununa da yer verilmiş olması. Filmde eserden bazı pasajlar da sunulmuş. Bu pasajları karakterlerin iç dünyalarıyla ilişkilendirilerek izlendiğinde daha da anlamlı olacaktır. Yeri gelmişken filmdeki bu tiyatro sahneleri üzerinden İran’da uygulanan sansüre de bir göz kırpıldığının altını çizelim. Haklı bir eleştiri konusu olsa da İran filmlerini bu denli başarısında pay sahibi olduğunu, belki de bu kısıtlamaların filmlere derinlik katan etmenlerden olduğunu düşünüyorum.

Edebiyat ve tiyatroyla aktif olarak ilgilenen güzel insanların, en çirkin bir olayla imtihanı üzerine kurulmuş bir film bu. Merhamet, adalet, dürüstlük, vicdan gibi duygular arasında gidip gelirken aynı zamanda da “kadının başına ne geldi, kim yaptı ya da yaptırdı, adam o eşyaları neden evde bıraktı, asıl suçlu kim?” gibi soruların da cevabını aramaya başlıyorsunuz filmde. Toplanılan ufak ipuçlarının peşinde suçluya adım adım yaklaşırken, her an bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.

Film izlerken aynı zamanda merhamet, intikam, pişmanlık gibi duyguların kadın ve erkek açısından ne kadar farklı hissedildiğini fark ediyorsunuz. Ben filmin sonunda kadının intikam ya da en azından adalet duygusuyla bir tatmin yaşayacağını, maruz kaldığı olayın, dünyasındaki onulmaz değişimin, içine düştüğü psikolojik ve sosyal çıkmazların hesabını sormasını beklerken, erkekteki o intikam duygusuna rağmen olayın birebir mağduru olan kadının hüzünlü ve vakur haliyle merhamet duygusunun ağır basması gibi.

İster istemez bir kıyaslamaya gidiyorsunuz izlerken, ben olsam hangi duyguyla hareket ederdim? “Kıyasta hayat vardır.” ayetiyle bağışlamanın faziletine dair ayetler peş peşe geliyor zihnime. Affetmenin neden daha üstün olduğunu sezer gibi oluyorum. Sonra Necip Fazıl’ın “merhamet” deyişi geliyor kulağıma, Reis Bey’de.

Yine erkeğin yaşanılanlara rağmen çabuk toparlanması, hayata devam etmeye çalışması ama aynı zamanda karısını koruyucu tavrı, onun altında dik durmaya çalıştığı yükün ağırlığını anlatırken, kadının ise yaraların ağır ağır sarması, kadın ve erkeğin fıtrat açısından, insan olma açısından farklılıklarını gösteriyor.

Filmde suçlunun beklenenin aksine hasta yaşlı bir adam olması da olaylara bakış açınız değiştiriyor hatta bir ufak afallatıyor sizi, merhamet ve adalet duygusu arasında gidip geliyorsunuz. Bu iki uç durum da filmdeki iki ana karakter üzerinde çok başarılı anlatılmış.

Benim için Satıcı filmi, bir kadının başına gelenlerin değil, bir çiftin maruz kaldıkları olay karşısındaki tavırlarının değil, naif bir adamın gidiş gelişlerinin filmi. Kadın, taciz, tecavüz, adalet gibi konuların sosyal konularının yanında karakterlerin bireysel hikayelerinin çok iyi işlendiği bir film.

Son olarak filmi yönetmenin diğer filmleri ile beraber izlemenizi bir de üstüne Fazıl Say’ın Muhyiddin Abdal’ın “İnsan İnsan” şiirini besteleyip, Can Güvenç ve Cem Adrian’ın seslendirdiği şarkıyı dinlemenizi tavsiye ediyorum zira efkarlı gecenin üzerine sigara ve çayın yoldaşlığı gibi bir tat bırakıyor.

Bodyguard: Bir iç hesaplaşma hikayesi

İran’ın sevilen sinemacılarından İbrahim Hatemikiya’nın hazırlamış olduğu Bodyguard adlı film, birçok ülkede beğeni kazandı. Benim de kişisel olarak çok beğendiğim İran filmleri arasında olan bu eşsiz hikayede senarist; İranlı General Kasım Süleymani odaklı bir biçimde seyirciye birçok duyguyu hissettirmeyi başarmış. İran’da genel olarak savaş ve aksiyon filmleri çeken İranlı yönetmen İbrahim Hatemikiya’nın bu muhteşem eserinde İran’ın sevilen oyuncuları; Perviz Perestui, Babek Hamidiyan, Diba Zahidi, Merila Zarii ve Periveş Nazariye yer alıyor.

İranlıların kahramanı olarak kabul edilen General Kasım Süleymani’nin hayatını konu alan bu film gerilim ve drama türünde anılıyor. Filmde hükümetin koruyuculuğu görevini yürüten Albay Haydar, bir politikacıyı intihar bombacısından kurtarıyor ve filmin konusu da bu şekilde başlıyor. Genel olarak bir iç hesaplaşma ve sorgulama minvalinde ilerleyen filmde baş kahraman Albay Haydar’ın işine olan bağlılığını sorgulamasına tanık oluyoruz. Oyuncuların tüm duyguları seyirciye net bir biçimde geçirmeyi başardığı Bodyguard filmi, aslında savaşların ve siyasetin hayatımıza ne derece etki ettiğini de bizlere yansıtmış oluyor. Filmin kahramanı Haydar, yaşadığı olaydan sonra hem kişisel hem de mesleki hayatını inceleme altına alır ve bu hayatı gerçekten isteyip istemediğini sorgular. Hepimizin günlük hayatında dahi net bir biçimde yaşadığı iç hesaplaşmayı bu kadar derinden ve etkileyici bir biçimde film üzerinden bize yansıtmayı başaran yönetmen İbrahim Hatemikiya, Bodyguard filmi ile unutulmaz İran filmi listelerine de üst sıralardan girmeyi başardı.

OLMAK İSTEDİĞİMİZ YERDE MİYİZ?

Yaşadığımız olaylar bizlere sürekli olarak “Ben kimim?”, “Ne yapıyorum?”, “Aslında olmak istediğim yerde miyim?” sorularını sordurtur. Bu soruların cevapları üzerine ise hayatımıza yön vermeye başlarız. İşte Bodyguard filmi de bize tam olarak bu tip bir hikayeyi anlatır. İran’ın kahramanlarından Tümgeneral Kasım Süleymani’nin hayatından uyarlama yapılan bu filmde, inanç gereği fedakarlık yapmak ya da iş için “korumalık” yapmak kavramları arasındaki fark anlatılır. Ve sonunda doğru yolun hepimizin karşısına çıkacağı anlaşılmaktadır…

Hepimizin zaman zaman yaşadığı ikilemleri seyirciye harika bir şekilde anlatan bu filmde kendinizden birer parça bulacaksınız. İyi seyirler…

Altın ve Bakır

Altın ve Bakırİran Filmi

Tahran’a medresede eğitimi alıp kendini yetiştirmek için ailesiyle gelen Seyyid Rıza günlük hayatına alışmaya çalışır. Medrese ve ev arasında mekik dokumaya başlar. Evde olduğu süre boyunca da eşi Zehra’ya ev işleri ve çocuk bakımında yardımcı olmaya çalışır fakat pek beceremez.

Zehra ise iki çocuğu için çırpınan, günlük ev işlerini yaparken eve fazladan gelir sağlamak için halı dokuyan müşvik bir eştir. Tertemiz bir kalbi vardır Zehra’nın. Karşı komşusunun down sendromlu diye dışlanan torunuyla bile elinden geldiğince ilgilenmeye çalışır.

Fakat Zehra’nın sağlığında yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Ellerinde ve ayaklarında uyuşmalar başlar, gözleri yeterince göremez olur. Bir gece ansızın yürümekte güçlük çekmesiyle Seyyid eşini hastahaneye götürür. Maalesef burada acı gerçekle karşılaşacaklardır. Zehra MS (multipl skleroz) hastası olmuştur. Seyyid’e bu nörolojik hastalığın Zehra’nın felç olmasına yol açabileceği söylenir. Bir anda dünyası başına yıkılan Seyyid ne yapacağını şaşırır fakat ilgilenmesi gereken çocukları vardır. Böylece tüm ev işleri ve çocuk bakımı Seyyid’in üzerine kalır. Bir yandan hastahaneye koşan bir yandan evde çocuklara yemek pişiren vefakar bir babaya dönüşecektir.

Filmde Seyyid’in haline üzülürken bir yandan da günlük hayatla verdiği kavgaya gülmeden geçemeyeceksiniz. Seyyid üzerine düşen vazifeyi yapmaya çalışırken para sıkıntısı sebebiyle Zehra’nın yarım bıraktığı halıyı dokumaya başlar. Arkadaşı Hamid halıyı satması için ona bir müşteri bulur. Zor günlerde arkadaş desteği ona iyi gelecektir.

Karı koca arasında olması gereken saygıyı sevgiyi anlayışı Altın ve Bakır filminde fazlasıyla buluyoruz. Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş değerleri bu film bize tekrar hatırlatıyor. Örnek alınacak sahnelerle karşılaşıyoruz. Evlenirken verilen sözlerden hastalıkta ve sağlıkta sözünün ne anlama geldiğini bu filmde daha iyi anlıyoruz.

Film hepimizi dünya, yaşam, amaçlarımız, ailemiz ve sevgi hakkında düşünmeye sevk ediyor, hepimizin başına gelebilecek böyle bir olayla nasıl başa çıkabileceğimizi anlatıyor.

Cennetin Rengi

The Color of Paradise / Cennetin Rengi

Küçük Muhammed, Tahran’daki bir körler okulunda yatılı olarak eğitim görmektedir. Kör olarak doğmuştur ve çevresindeki dünyayı dokunarak ve işiterek anlamaya çalışmaktadır.

Okulu yazın tatile girdiğinde babası onu almak ve köyüne götürmek üzere okula gelir.

Muhammed’in annesi ölmüştür ve babası yeni bir evlilik planlamaktadır. Özürlü bir çocuğun evlilik planlarını bozacağından endişelenen baba sürekli olarak ondan kurtulmak için çareler arar.

Köyde ise Muhammed’i yazı birlikte geçirecekleri sevecen iki kız kardeş ve yaşlı ninesi beklemektedir.

Ayrıca filmin sonunda çocuk yine masalsı bir şekilde canlanmaktadır.