Kategori arşivi: Film Kritikleri

İran Filmleri Üzerine Eleştri ve Yorumlar

Allah Yakındır

Allah Yakındır” İran 25. Uluslararası “Fecr Film Festivali”nde (2007) en iyi yönetmen ve İtalya’da 10. Din ve Günümüz Film Festivalinde (2007) “Don Tonino Bello” ödüllerini kazanan yönetmenliğini Ali Veziriyan’ın yaptığı İran yapımı mecazi ve ilahi aşk konulu filmdir.

Film İran’ın küçük ve şirin bir köyünde geçmekte. Köyündeki insanlar Rıza’yı pek aklı başında olmayan bir genç olarak görüyorlar. Selden zarar gören anayolun yıkılmasından dolayı motosiklet taksiciliği yapan Rıza köye yeni atanan öğretmen Leyla Benyamil Hanım’ı görür ve güzelliğine hayranlıkla birlikte aşık olur. İçten içe aşkını büyüten Rıza yemeden içmeden kesilir. Öğretmenin bir başkasıyla evlenmesiyle birlikte Rıza artık kimseyle konuşmaz çöle düşen Mecnun misali sokaklarda Leyla’sını arar durur. Annesi, çevresindekiler ve doktorlarda Rıza’ya şifa bulamayınca son çare olarak Rıza’yı türbeye götürürler. Türbede gördüğü rüyayla birlikte Rıza kendine gelir ve ilahi aşkı bulur.
Rıza’nın temiz kalbiyle aşkın en saf halini izlerken gözyaşlarınızı tutamayacağınız bir çok sahne var.

Mucizevi bir deneyimle sonlanan “Allah Yakındır” filminde, aşkı ruhanî ve irfânî bir bakış açısıyla inceleyen yönetmen Ali Veziriyan’ın aldığı ödülleri hak ettiğini de göreceksiniz.

Vakit kaybetmeden izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler.

Suna GÜLSOY

Söğüt Ağacı

Söğüt Ağacı; yönetmenliğini Mecid Mecidi’nin yaptığı 2005 yapımı İran filmidir. Benim için İran sinemasının en güzel örneklerindendir, konusu bakımından da en başta yer alır. Yönetmen Mecidi filminde kıskançlık, nankörlük, köprüyü geçene kadar ‘dayı’ deme, ikiyüzlülük hallerini çok iyi vurgulamış ve olan hayattan akılda kalıcı bir film çıkarmış. Filmi izlemeden önce Mevlana ve Mesnevi hakkında bilgi edinmenizi tavsiye ederim böylelikle filmdeki birçok unsuru fark etmeniz kolaylaşacak ve vurgulanmak isteneni kavrayacaksınız.

Filmden bahsedecek olursak;
8 yaşında görme yetisini kaybeden Yusuf, 46 yaşında edebiyat profesörüdür. 38 yılını derslerinde Mevlana’nın Mesnevi’sinden hikâyeler ve hikmetler anlatarak öğrencilerine vermiş evli, bir çocuk babasıdır.
Eşi Rüya’ da körler okulunda öğretmendir ve evlilikleri boyunca Yusuf’un gözleri olmuştur. Karısını “Bir de meleklerin yalnızca cennette olduklarını söylerlerdi” diye tanımlar. Öyle ki izlerken Rüya’nın sevgisi önünde eğilirsiniz.

Yusuf bir gün aniden rahatsızlanır ve hastahaneye kaldırılır. Gözündeki tümörün kanser başlangıcı olacağı söylenirken tümörün iyi huylu çıkması ve Yusuf’un gözlerinin ışığa tepki vermesiyle bir umut doğar. Paris’te ameliyat olur. Ameliyattan önce hastanede, gözlerini yavaş yavaş kaybeden Murtaza ile tanışır, orada arkadaş olurlar. Murteza ona ceviz verir ve ceviz ağacının kendisi için ne kadar önemli olduğundan bahseder. Yusuf da söğüt ağacının kendisine uğur getirdiğinden bahseder. Yusuf’un ‘Bana bir şans verirsen seni her gün hatırlayacağım’ duası kabul görür ve gözleri açılır. Buraya kadar her şey normal gibi görünse de aslında film ameliyattan sonra başlar. Yusuf İran’a ailesinin yanına döner, ailesi, annesi, akrabaları, tanıdıkları, öğrencileri hava alanına büyük bir coşkuyla o’nu karşılarlar. Yusuf herkesi incelerken gözü genç bir kıza takılır sonra yaşlı bir kadına. Annesini, eşini, kızını ve dünya güzelliklerini artık görebilen Yusuf ettiği duayı unuttuğu gibi gördüğü genç kızında peşinden koşmaya başlar. Nitekim artık hiçbir şey aynı değildir…
Yıllardır onun gözleri olan eşi Rüya artık nazarında melek değildir, genç ve güzel Peri’yi gören Yusuf artık fani duyguların peşinden koşmaya çevresindekileri kırmaya kızını ve kendi annesini de ihmale başlar. Yani gözleri açılan Yusuf’un kalbi körleşmeye başlamıştır.

Hataların bir bedeli olacağını yüzümüze vuran film mutlu sonla bitmiyor. Yusuf’un kitaplarını, yazılı her ne varsa avluda ki havuza atma sahnesi Mevlana’nın Şems’i tanıdıktan sonra kitaplarını havuza atması hikâyesine çok benziyor. Son hakkında çok fazla tüyo vermeyeceğim tadı kaçmasın 🙂

İyi seyirler…

Suna GÜLSOY

Kerbela Şahidi

Yönetmenliğini Şehram Esedi’nin üstlendiği 1994 yapımı İran filmi; Kerbela Şahidi.

Film Hristiyan olarak doğmuş daha sonrasında Müslüman kız Rahile’ye âşık olup İslamiyet’i kabul eden Abdullah’ın düğün gecesi gaipten sesler duymasıyla başlıyor.

Abdullah otuz yedi kez Rahile’yi istemeye gider her seferinde hayır cevabı alarak döner. Abdullah’ın Müslüman olmasıyla aile ikna olur ve düğün hazırlıklarına başlanır. Düğün gecesi Abdullah sesler duymaya başlar etrafındakilere sesi duyup duymadıklarını sorar. Kimse Abdullah’ın ne demek istediğini anlayamaz. Abdullah’tan yardım istenmektedir apar topar düğün evini terk eder ve çöle doğru yol alır. Ne olduğunu anlayamayan Rahile ve abileri isimlerine leke düştüğü gerekçesiyle çöle Abdullah’ın peşine düşerler. Ya geri dönecektir ya da canını verecektir. Abdullah Rahile’den asla vazgeçmediğini, duyduğu sesleri ve yardıma gitmesi gerektiğini anlatır. İkna olan Rahile Abdullah’a erzak ve silah takviyesi yaparak çağrıldığı yere gitmesini söyler. Yayılan dedikodular arasında Hz. Hüseyin’in vali makamı için dünyevi yola saptığı söylense de hepsi asılsız çıkar.

Çölde yol alan Abdullah haramilerle, susuzlukla bin bir zorlukla mücadele eder. Yol boyunca birçok mucizevi olayla karşılaşan Abdullah Kerbela’ya ulaşır. Fakat geç kalmıştır. O’na gördüklerini anlatması söylenir ve Abdullah elinde sancakla geri döner.
‘O istediği en büyük makama ulaşmıştır’ sözleri durumu özetler.

İslam tarihinin en önemli savaşlarından olan Kerbela’yı bir nebze anlatan filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
Şimdiden iyi seyirler…

Suna Gülsoy

Yedinci Günün Sabahı

Yönetmenliğini Seyyid Mesut Etyabi ‘nin yaptığı 2008 yapımı İran filmi. İran sinemasının mizahı da ne kadar sade ve yerinde kullandığının en iyi örneklerinden. Film boyunca sıkılmıyor aksine diğer sahnede ne olacağını tebessümle merak ediyorsunuz. Dram ve mizah o kadar güzel işlenmiş ki gözlerinizin dolabileceği sahnede birden tebessüme başlıyorsunuz. Filme gelecek olursak ;

Hayatını hırsızlıkla yürütmeye çalışan Sinan’ın acı tatlı öyküsü yer almakta. Sinan bencil, kendisinden başkasını düşünmeyen, yalnızca günü kurtarmaya çalışan tabiri caizse birazda serseri bir karakter. Hayatının büyük bölümünü hapiste geçiriyor ve bir türlü akıllanmak bilmiyor. Bu durum eşi Leyla’nın da canına tak ediyor ve tüm kapılarını Sinan’a kapatıyor. Çaresiz Sinan bir otele yerleşiyor ve akabinde gelişen olaylar mizahla birleşince eğlenceli ve düşündürücü bir film ortaya çıkıyor.

Aynı odayı paylaştığı at eğitmeni Mansur Bey’le arasında geçen diolaglar gerçekten takdire şayan ve kıssadan hisse tadında. Yine otel müşterilerinden Hacı amcanın “bugünü dününe denk olan insan zarardadır” sözü filmin özeti.
Her gün aynı zararla hayatına devam eden Sinan ailesini kazanmak için bir dizi sınavdan geçiyor aslında. Küçük detayların ustaca işlendiği filmde Sinan’ın olaylara bakış açısını değiştirmesiyle aslında hayatın o kadar zor olmadığının da altı çizilmiş. Küçük bir yardım eli, biraz samimiyet, biraz anlayış birazda doğru yola girmek isteğinin insanı ve hayatını nasıl olumlu yönde etkileyebileceğini hatta hayat kurtarabileceğini filmde göreceksiniz. Filmde beni en çok etkileyen sahne o serseri Sinan’ın cami avlusundaki halidir. Sizde de aynı etkiyi yaratacağından eminim.

İran filmlerini seviyor, farklı bir şeyler izlemek istiyorsanız ‘yedinci günün sabahı’ ailenizle izleyebileceğiniz harika bir yapıt.

O zaman iyi seyirler 🙂

Suna Gülsoy

Altın ve Bakır

Bazı filmler öyle doğru zamanda gelir ki, etkisinden çıkmak kolay olmaz. Bu sadece zamanlamanın etkisi değildir elbette ki; film sonunda size kattıklarıyla önemli bir yere oturur hayatınızda. Karine Kültür Sanat Köşesi olarak film önerilerimizde hayata bakış açımızda farklı bir pencere açabilecek, kimi zaman düşündürecek kimi zamansa insanın içini rahatlatacak filmler seçmeye çalışıyoruz. Fakat bazı filmler vardır ki üzerine söyleyecek çok şey bırakır. İki hafta öncesinin film önerisi olan “Altın ve Bakır” da böyle bir filmdi bizler için.

Seyyid Rıza, iki çocuk babası bir ilim öğrencisidir. Eşi Zehra Sadat ve çocuklarıyla Tahran’a taşınırlar. Böylece Seyyid Rıza burada ilim eğitimini tamamlamak için ahlak derslerini alacaktır. Ancak işler pek beklenildiği gibi gitmez ve Seyyid Rıza, eşinin MS hastası olduğunu öğrenmesiyle büyük bir kargaşanın içine düşer. Bir yanda eşinin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeye çalışırken bir yandan da çocuklarına hem annelik hem de babalık yapmak zorunda kalır. Tüm bu koşturmanın arasında yeri gelir günlerce ders kitaplarının yüzünü bile açamaz, yeri gelir kucağında çocuğuyla kapı eşiklerinde dersleri takip etmeye çalışır. O, Tahran’a ilim öğrenmek için gelmişken yaşadıkları sayesinde derslerini bire bir ruhuna işleyecektir. Öyle ki, yaşadıklarıyla bazen kitaplarda dahi bulamayacaklarımızın ilmine erişecektir. Nasıl mı? Elbette sabrın eşlik etmesi gereken zorlu bir yolculuk bu. Öyleyse gelin biz de, her sahnesinde ayrı bir inceliğe yer verilmiş bu filmde biraz daha ayrıntılara girelim.

Seyyid ve ailesi yeni evlerine taşınırlar ve Seyyid kitaplarını yerleştirir. Bu esnada Zehra da hem kızını okula hazırlamak için koşturur hem de küçük çocuğun altını değiştirmekle uğraşır. Bir ara abdest almak için yerinden kalkan Seyyid’e yemeğin altını kapatmasını söyler. Aklında derslerinden başka hiçbir şey olmayan Seyyid eşini duymaz bile ve ancak namazı bitirdikten sonra “ben abdest almaya giderken benden ne istemiştin” diye sorar. Öyle ki bazen Allah’ın rızasını kazanmak için aklımız türlü şeyle dolarken hayatın içindeki ufak noktalardaki ‘rıza’ları unutuyoruz. Ancak burada, yeni derslerinin hevesiyle Seyyid’in bu masum dikkatsizliğine eşi Zehra’nın tepkisi ise ayrı bir incelik; olayı büyütmüyor ve önemli değildi diyerek kapatıyor. İleride tüm bu işlerin Seyyid’e kalacağından habersiz, gücü yettiğince ailesine hizmet etmekten memnun bir eş Zehra.
Hastalanıp da hastaneye düştüğü zaman, adeta çocuksu bir inatla evine ve çocuklarına gitmek istemesi de onun ruh halinin bir yansıması. Özellikle doktorun ve öğrencilerin Zehra’nın başına gelip hastalığı ile ilgili konuştukları sahnede, Zehra duydukları karşısında Seyyid ile göz göze geliyor ve hastalığın utancı ile örtünün altına saklanıyor. Doktorların onu sadece hastalığı üzerinden değerlendirmesi, belirtileri fark edememiş olmaları nedeniyle suçlamaları, daha hastalığın şokunu atlatamadan Zehra’yı bir de büyük bir suçluluk ve utanç içine düşürüyor.

Zehra’nın hastanede olduğu süre içerisinde Seyyid bir keresinde küçük çocukları Emir Ali’yi bırakacak bir yer bulamadığı için derse onunla gitmek zorunda kalıyor. Medresede kime denk gelse kucağında çocuk olmasına ya şaşırıyor ya iğneleyici sözler söylüyor. Derse girmeye utanan Seyyid de, kapı eşiğinde oturup dersi takip etmeye çalışıyor. Bu sırada içeride hocanın söyledikleri filmin en can alıcı repliklerinden biri:

Sanmayın ki önce bilgi biriktirip sonra amel etmeliyiz. Eğer ağır olursanız artık yürüyemezsiniz. Ama eğer kalbinizi Allah’ın kelamına verirseniz, yolunuzu nasıl aydınlattığını anlarsınız. Bir çocuk damdan düşüyormuş kimsenin elinden bir şey gelmemiş. Köyden, sıradan bir yaşlı adam yüzünü semaya çevirip şöyle demiş ‘Allah’ım, onu kurtar.’ Çocuk havada durmuş.İnsanlar etrafını sarıp sormuşlar: ‘Kimsin sen? Bu mucize de nedir?’ Yaşlı adam şaşırmış ve demiş ‘Bu normal değil mi? Allah bana ne buyursa ben evet dedim. Ben de Allah’tan ne istersem bana hayır demiyor.’ Sıradan köylü biriymiş, Ne felsefe okumuş, ne ezoterizm bilgisi var ne de aşırı riyazet ehli biri. O sadece bildiği şeylere göre samimi şekilde amel etmişti. İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin.

Bu sözler filmin temelindeki mesajlardan biri. Seyyid ki ilmini arttırmak için samimiyetle ve hevesle Tahran’a gelmiş. Ancak Allah-u Teala’nın hikmeti, o ilmini derslerle değil amelleriyle tamamlıyor. Tam bu sözlerin ardından gelen Hacı Ağa’nın kucağında bebek ile gördüğü Seyyid’e “Bu annelik işini bir bayana bıraksanız olmaz mı? Azizim, sizin yapacak daha mühim işleriniz var.” sözleri seyirciye, derste anlatılanlar ile hocanın bu tutumu arasındaki ilişkiyi düşündürüyor. “Daha önemli iş” neydi sahi? Rehim Hoca’nın derste dediği gibi ilim üstüne ilim biriktirmek miydi? Oysa ki ilim, amel ve ihlas olmadan vebal değil midir yalnızca? İlim, Seyyid’in yaşadığı gibi zor zamanlarda sabır etmek, ailesinin ihtiyaçları için kendinden fedakarlık edip onları zor durumda bırakmamak gibi ameli ve medreseye kucağında çocuk ile gelmesine yönelen tepkilere karşı utansa da, mahçup olsa da samimiyetle dersini dinlemeye çalışması gibi ihlas boyutunu da içerirdi. Melekût aleminde ilim yönünden en üstün olan da Şeytan değil miydi? Ne zaman ki iş amel (secde) etmeye geldi, düşüşü de orada oldu. (Allah, tüm inananları korusun.)

Seyyid’deki bu değişimin seyirciye yansıtıldığı noktalardan biri fal (şiir) kartları satan küçük kıza tutumundaki değişiklik üzerinden. Fal kartı satan kız, Seyyid’in olgunlaşma sürecinin sembolik anlatımı adeta. Öyle ki filmin başında metroda fal kartları satan bu küçük kıza dikkat bile etmiyor Seyyid. Kafasını kitaplarına gömmüş bir vaziyette yolculuk ediyor. Fal kartları satan kızı ikinci gördüğümüz sahnede ise; eşinin hastalığını öğrenmesiyle zor günler geçiren Seyyid, metroda çaresizce otururken fal kartı satan çocukları farkediyor. Ve artık son sahnelerde Seyyid, hayatın içindeki küçük güzelliklerin farkındalığı ile fal kartı satan kızdan bir kart alıyor. Kim bilir belki de “mutluluğun sırrı küçük şeylerde” idi.

Tüm yaşanan zorlukların etkisiyle gayet insani olarak bir ara Zehra ve Seyyid birbirlerine seslerini yükseltirler ve tartışırlar. Tartışmanın ardından:
Zehra Sadat: Özür dilerim Seyyid, beni affet.
Seyyid Rıza: Öyle deme üzülüyorum, sen beni affet.
Zehra Sadat: Peygamber evladına hizmet edeyim diye eşin oldum, bunun yerine sana bir yük oldum.
Seyyid Rıza: Peygamber soyundan olmak liyakat ister. Uzun yıllar boyunca benimle ilgilendin. İzin ver ben de sana hizmet edeyim. Sonra, çevremde olan biteni anlarım.
Zehra Sadat: Sen bana daha önce hiç bağırmamıştın. Maşallah sesin de… (utanır) 🙂
Seyyid Rıza: Eğer bir daha sana sesimi yükseltirsem, Allah beni affetmesin.
Günümüz filmlerindeki eşlerin ilişkileri üzerine sahnelerde pek de rastlayamayacağımız incelikte bir sahne. Müslüman çoğunlukta olmasına rağmen toplumumuzda bile aile ilişkileri dini boyutundan çok geleneksel düzeyde yaşanıyor. Kadınlar, bilginin ve paranın verdiği güçle eşlerine olan saygılarını kaybedebiliyor. Erkekler ise klasik ataerkil toplum beklentileriyle kadınların haklarını ve rızasını hiçe sayabiliyorlar. Halbuki evliliklerde iki tarafın da birbiri üzerinde hakları vardır. Peygamber Efendimiz (saa)’in buyurduğu üzere “Sizin en hayırlınız, kadınlara karşı en iyi davrananınızdır.” Hadis-i Şerif’i çoğu zaman görmezden geliniyor. Hem kadın hem de erkek, aile ilişkilerinde sevgi ve saygıyı elden bırakmadıkça, zorlu zamanlarda dahi hem birbirlerini en az düzeyde incitmiş hem de inşaallah Allah’ın rızasını kazanmış olurlar. Bu tarz sosyal içerikleriyle film ailecek izlenmeye de oldukça uygun.

Hemşirenin eve ziyarete geldiği sahne ise bize, Seyyid’in yalnız olduğu için utanması ve kapıları ve perdeleri sonuna kadar açması ile “İffet sadece kadına özgü bir şeyse, Hz.Yusuf’un (a.s) sakındığı neydi?” sözlerini hatırlatıyor. Hz. Yusuf’un ardına kitlenen kapıların bir bir açılması gibi, o da yabancı bir kadınla yalnız kalmamak adına tüm kapıları açıkta bırakıyor. İnşaallah günümüz inanan erkeklerinin Hz. Yusuf’ça bir duruşa sahip olabilmeleri ve kadınlarının da böyle nesillerin mimarı olabilmeleri temennisi ile.

Filmde karakterler zıtları ile dengelenmiş. Bu da filmi gerçekçi yapan noktalardan birisi. Utangaç yapılı Seyyid’in zıddı olarak atılgan arkadaşı Hamid varken ailesine düşkün, ev işlerinin hemen hepsine yetişen Zehra’nın karşıtı olarak daha özgür bir yapıda olan hemşire Sepide var. Fakat tüm bu zıtlıklara rağmen hepsi bir dengede aynı hayatı paylaşıyorlar ve yeri geliyor birbirlerine destek oluyorlar.

Ve gelelim final sahnesine:

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı..Bir hazine ya da bir kimya, bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir: İster buna anahtar deyin, ister remz (şifre). Ama hiç de öyle karmaşık değildir bu. Yüce Allah bu remzi Hz. Musa’ya bir kelimede söyledi. Buyurdu: Benim için sev, benim için buğz et. İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün şifresi velayet (Allah için dost olmak)tır. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’ tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. Kaş ve göz; dış görünüş için değil… Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp yarı yolda kalanlar Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.
‘Onun aşkının kimyasından,
Bu kara yüzüm altın oluverdi.
Evet; senin lutfunun mutluluğuyla,
Toprak altın olur.’ (Hafız Şirazi)
İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır (muhabbettir). Gerisi çer çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı…!
Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz.

Seyyid yine eşikte çömelmiş dersi dinlerken, alelacele derse bir öğrenci geçer. Ayakkabıların önünde Seyyid bir an dağılmış haldeki ayakkabılara bakar. “Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar.” İçeri az önce giren öğrencinin ayakkabılarını alır, silmeye başlar. “…tüm amellerin kabulünün şifresi velayet (Allah için dost olmak)tır.” Ayakkabının yönünü düzeltip koyar. “Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin.” Kalkar ve diğer ayakkabıları da düzeltmeye başlar. “Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz.” Diğerini ve diğerini de… “Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.” Eşikteki bütün ayakkabıları özenle düzeltir Seyyid. Nasıl ki, yoldaki bir taşı kaldırmak dahi imanın derecelerindendi, Allah’ın rızasını kazanmakta samimi küçücük bir amelde gizli olabilirdi. Çünkü, bu süreçte, Seyyid görmüştü ki “mutluluğun sırrı küçük şeylerde saklı”ydı.
İşte bu film “O’nun aşkının kimyasından” Seyyid’in altın oluşunun, olgunlaşmasının hikayesidir.
“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder…” Hadis-i Şerif’ine binaen; bildiğini amel eden bir öğrenciye, Rabbi’nin, kitaplarda bulamayacaklarını öğrettiği bir Aşk hikayesidir bu film.
Günümüz dünyasında “Aşk” kelimesini indirgendiği bataklıktan çekip kurtarmış bir film…
Bir film ki, Gerçek Aşk’ın (muhabbetin) filmi.

Son olarak filmden, insan psikolojisinin incelikleriyle işlenmiş güldürücü ve düşündüren bazı replikler:
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Ne?
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Ne yanıyor?
Ayda: Ocağı kıs.
(Arada bazı konuşmalardan sonra)
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Altını kıstım ama.
Ayda: Ciğerim yanıyor.

Seyyid Rıza: Yatmadan önce dua etmeyi unutma kızım
Atıfe: Ne duası?
Seyyid Rıza: Güzel Allah’a dua etmelisin, annene şifa versin ki çabucak yanımıza gelsin.
Atıfe: Allah uyanık mı şimdi?
Seyyid Rıza: Allah… Allah her zaman uyanıktır.

Seyyid Rıza halı dokur. Bu sırada Ayda gelir. Seyyid; “Gel amcam” der ve onu buyur eder. Ayda radyosundan müzik açar. Seyyid’in yüzü düşer ve önüne eğilir. Kızı Atıfe sessizce Ayda’ya kapatması için işaret eder. Ayda müziği kapatınca Seyyid’in yanına gelir ve sanki özür diler gibi İhlas suresini okur. 🙂

Zehra Sadat: Bundan daha aşağılayıcı ne olabilir? Benim mutfağımı temizlemek istiyorsun. Felç oluyorum görmüyor musun? Ellerim güçsüz, bacaklarım artık benim değil. Çocuklarıma yemek pişiremiyorum.
Seyyid Rıza: Herkes hasta olur, hepimiz insanız… Sen dinlen, Allah’a tevekkül et.

Seyyid Rıza banyoda çamaşırları ve küçük oğlunu yıkamaktadır. İçeri giren arkadaşı Hamid: “İşte bu yüzden ikinci hanım gerekli diyorlar.”
Seyyid Rıza: “Ben biriyle yeterince ilgilenemiyorum.”

Zehra Sadat: Bugün En’am (suresi) hatminde mahalleden bir kız gördüm. Kocası ölmüş. Hiç çocuğu da yok. Bence iyi bir kız.
Seyyid Rıza: Eğer Hamid Bey’e kız bulmak istiyorsan, onun aklı başka yerlerde.
Zehra Sadat: İnsanız sonuçta kimin yarınından haberi var. Allah bu masum çocukların annesiz kalmasını sevmez.
Seyyid Rıza: Benim için endişelenmene gerek yok. Ben kendim bunu düşünüyordum. Seninle konuşmak istiyordum neyse ki sen kendin konuyu açtın. Ben birini düşünüyorum, saygın bir bayan. Görünüşü de fena değil hani. Aslında, biliyor musun güzel biri. Elbette senin yerini dolduramaz. Ama sonuçta insanız değil mi?
(Zehra elindeki bıçağı fıralatır.)
Seyyid Rıza: Zehra Sadat beni öldürmek mi istiyorsun?
Zehra Sadat: Bırak önce öleyim daha sonra eğlenceni düşün!
Seyyid Rıza: Ne eğlencesi? Sen kendin dedin.
Zehra Sadat: Ben dedim ama sen niye heyecanlandın!
Seyyid Rıza: Zehra Sadat… Seyyid Bey’ini yalnız bırakmak niyetinde misin?

Zehra Sadat: Seyyid, yavrularıma anne lazım. Bu şartlarda okuyamazsın da. Fakat… Allah için çok güzel olmasın. Yoksa üzüntüden ölürüm. (Zehra bir an ağlar. Sonra ikisi birlikte gülüşürler…)

Ve yazıyı, “Üstün olan ancak Allah’ın sözdür.” ayetine binaen, Seyyid’in Zehra’ya okuduğu İnşirah Suresi ile bitiriyoruz:
“Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Yükünü senden alıp atmadık mı?
3. O senin belini büken yükü .
4. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
7. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
8. Yalnız Rabbine yönel.”

Merve Işıldar

Gülçehre

“Fotoğraf gerçektir, sinema ise saniyede yirmi dört kere gerçektir.”

Sinema, tarihinin çok geçmişe dayanmamasına karşın bir kültürel olgu olabilmeyi başarabilmiş bir kavramdır. Jean-luc  Godard’ın yukarıda ki sözü ise bunun sebebini  çarpıcı bir şekilde bizlere sunuyor. Ancak bu filim sinema hakkındaki düşüncelerinizi, sözlerin ve hikayelerin çok ötesine götürecek.

Eşref Han karakterini canlandıran, İran sinemasının ünlü aktörlerinden Mesut Rayigan büyük bir oyunculuk başarısına imza atarak bizlerin, hüzünü, mutluluğu ve umudu dolu dizgin yaşamamıza vesile olacak. Birçok yönden çökmüş Afganistan sosyal hayatının sinema aracılığıyla bir nebzede olsa yeniden canlandırılmaya çalışılmasını konu ediniyor film.

Eşref Han’ın dedesinden kendisine kalan “Gülçehre” adındaki sinema salonunu yeniden inşa etmeye çalışırken ki umudu, aslında Afgan halkının yeniden tebessüm edebildikleri günlere dönebilmesini de içinde barındırıyor. Bu filmde savaşın ve belirsizliğin ortasında yeşeren masumane aşklara ve ayrılıklara şahit olacağız. Ancak kuşkusuz sizleri en çok saniyede yirmi dört kere gerçeklik manasına gelen ‘’sinema’’ etkileyecektir.

Vahit Musaiyan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu filmde Afgan halkının sosyal yaşantısına misafir olacağız. Hep bir hikaye gibi birilerinin kulağımıza fısıldadığı Afganistan’da ki silahlı mücadelenin halk üzerinde oluşturduğu sosyal çöküşüne şahitlik edeceğiz.

Hiç şüphesiz filmin daha ortasına bile gelmeden Afganistan da yaşananlara ve bölge halkına olan ilginiz kat be kat artacak. Aslında sadece bu bile başlı başına filmin başarısını anlamamız açısından yeterli olacaktır. Yönetmen bizleri o topraklara ve o topraklarda yeşeren ümit tomurcuklarına yakından bakmaya çağırmış ve şüphe yok ki çokta başarılı olmuş.

Bu filmde sinema gösterimi sırasında çıkan “namahrem” görüntüleri elleri ile kapatan insanların istediklerinin sadece biran olsun mutlu olabilmek olduğuna şahitlik edeceğiz. Üstelik Eşref Han’ın esas ümidi, gencecik insanların ölmeden önce bir an olsun mutlu olabilmeleridir. Elbette ki gönlündeki mutluluk kaynağı olan Ruhsare (Laden Mustofi)‘yi  umudunun en baş köşesinden hiçbir zaman ayırmadan.

Filmin sonlarına doğru geldiğinizde hayal ettiğiniz den çok daha fazla düğüm çözülecek. Ekran da çözülen bu düğümlerin boğazınıza bir bir yerleşecek olması uzunca bir süre sizi bu filmi anmaya yönlendirecektir.

Sevdiği kadınların isimlerini duvarlara değil tuğla tuğla ördüğü umut salonlarına koyan adamların dünyasına misafir olmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

“- Bu çocuğun adı ne ?

– Bu benim kızım, Gülçehre… “

İyi seyirler dilerim.

Yeşil Kalem

Ellerin dert görmesin

“Ellerin dert görmesin”

Bu cümle filmde etkileyici birçok sahne arasından sıyrılıp adeta devleşiyor. Bir ekleme de biz yapmalı ve bu filmi çekenlerin elleri dert görmesin demeliyiz. Film diğer insanlardan daha özel bir çiftin hayatından kesitler sunuyor bizlere. Filmi izledikten sonra bu çifte daha “farklı” demenin mümkün olmadığını anladığım için daha “özel” deme gereği duyuyorum. Çünkü bu film aslında ne kadar aynı olduğumuzu gösteriyor bizlere. Fiziksel ve zihinsel farklılıklarımıza meydan okuyan bir gerçek var, oda “insan” olmamız diyor.

Bazı engelleri yüzünden çocuklarını neredeyse kaybetme aşamasına gelen çiftimiz, takdire şayan bir emek gösterecekler ve bizlere sevginin gücünü yeniden hatırlatacaklar. Neşeyle dolmaları için bazen bir elektrik kesintisi bile yetecek. Tebessümün ne denli kıymetli olduğuna hep birlikte şahitlik edeceğiz. Adeta yokluk ve imkânsızlık mutsuz olmak için birer sebep değil,  gerçek mutluluğun sevgi ile yeşerdiğini anlayın artık diyor film.

Resim Havuzu, başarılı yönetmen Maziyar Miri’nin adeta daha önceki başarılarını taçlandıran bir başyapıt. İran sinemasına aşina olanların “Altın ve Bakır” filminden hatırlayacağı Nigar Cevahiriyan filmin başrol oyuncuları arasında. Başarıları ile ödüle doymayan aktör Şahap Hüseyni ise bu filmde başrolü üstlenen bir başka kıymetli isim. Filmde öğretmen rolünü üstlenen ve filme kuşkusuz renk katan Fereşte Sadr Urefai’yi de unutmamamız gerekiyor elbette.

Filmde insanlarla iletişimde sorun yaşayan çiftimizin çözüm için sahip oldukları tek şey içlerindeki katıksız sevgileri. Sık sık gözleriniz dolacak ve o anlarda filmde ki şu sahne kulaklarınızda çınlayacak;

“Hayır aslında erkekler ağlar

Yalnız ağlarken başını dik tutup ağla!“

Bir babanın çocuğu için yapabileceği fedakârlıkları görecek ve eminim ki ekranlarınızın başından filmi izlemeden önceki halinizden çok farklı olarak kalkacaksınız. Özürlerin en masumuna şahitlik edeceğiniz bu filmi muhakkak izlemenizi tavsiye ediyorum.

“Baban olduğum için özür dilerim Süheyl”

İyi seyirler dilerim.

Yeşil Kalem

Altın ve Bakır

“Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz”

Başarılı bir medrese öğrencisi olan Seyyid Rıza, Tahran’a eğitiminin kalan son kısmını tamamlamaya gelir. Ancak bu gelişinin aşkın gerçek manasını kavramasında büyük bir adım olduğunu henüz kendiside bilmemektedir. Seyyid Rıza’nın eşinin MS hastalığına tutunması ile başlayan aşk imtihanı, görülmeye değer sahneleri peşi sıra getirecek.

Başarılı yönetmen Humayun Esediyan’ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu filmde kendinize sıkça “sevgi neydi?” sorusunu soracaksınız. Film size bu sorunun cevabını büyük bir içtenlikle verecek ardından;  sevgi “gerçek emekti”. Bu sözün bir film repliği olmaktan çıkıp adeta sizi içine çeken bir baş yapıta dönüştüğünü göreceksiniz filmde.

Dram ve romantizmin başarılı ile işlendiği filmde, Halime Saidi, Seher Devletşahi, Nigar Cevahiriyan, Cevat İzzeti ve elbette ki Behruz Şuibi gibi ünlü oyuncular yer alıyor. Zaman zaman birinin Mevlana’nın sözlerini kulağınıza fısıldadığını hissedeceksiniz  bu film de. O sözleri yüreğiniz ile hissedeceksiniz.

Sevginin gücünün anlatıldığı film de ince ayrıntılar ihmal edilmemiş ve en küçük konu dahi önemsenerek anlatılmış. Seyyid Rıza’nın öğrenci yetiştirmesine yönelik gelen her teklife tevazu ile karşılık verişi bizlere ilmin kıymetini bir kez daha hatırlatıyor. İnsanın katı kurallarını sevdikleri için ufak göz yummalar ile yıkabilmesi ve ham bilginin ötesinde manayı anlayabilmesi, nakşedilen bir başka tema.

Dürüst olmak gerekirse hiçbir filmi izlemediniz diye büyük kayıplar yaşamazsınız. Hiçbir kitap okunmadı diye eksik bırakmaz insanı. Sebepler bir şekilde sizi gelir ve bulur bazen. Ancak bence bu film sevginin ne demek olduğunu hatırlamaya ihtiyacımız olan şu zamanda en çarpıcı sebeplerden biri. Tezimi hala savunarak şunu söyleyebilirim, bu filmi izlemezseniz büyük kayıplar yaşamazsınız. Ancak eğer izlerseniz size çok büyük bir kazanç olarak döneceğine eminim.

”Onun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi.

Evet senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur.”

İyi Seyirler Dilerim.

Resim Havuzu

Sosyal sorumluluk kampanyaları kapsamında duyarız hep, asıl engel insanların kalbinde diye. Çok da doğrudur bu söylem ama bazen dil söylese de yürek anlamıyor ve insanın birebir görmesi gerekiyor ki gerçekleri idrak edebilsin. İnsanlar basit bir tabirle ikiye ayrılıyor aslında, normal insanlar ve kalbi engelli olanlar şeklinde. Biz Resim Havuzu’nda normal insanların öyküsünü izliyoruz bu durumda. Yapımın kahramanları olan Meryem ve Rıza, bir takım engelleri olan bir çift ama öylesine güzel bir dünyaları var ki, insanın imrenerek bakmaması mümkün değil onlara. Tabiri caizse tozpembe bir dünyaları var. Tozpembe denilince hep olağanüstü hayaller canlanır gözümüzde ama bu iki güzel kalp gerçeğe dönüştürmüşler bunu tozpembe hayalleri. Tertemiz ve imrenilesi aşkları ile ellerinde olan kısıtlı imkânları birer zenginlik haline getirmişler.

Filmin kahramanları olan Meryem ve Rıza’nın son derece akıllı bir de çocukları var ancak, adı üzerinde henüz çocuk o. Yani bazı durumları kavraması çok da kolay olmuyor. Bu sebeple gelişen olaylar, Meryem ve Rıza’nın normal anne babalardan hiçbir farkının olmadığını gözler önüne seriyor. Her anne baba gibi, çocuklarının mutluluğu için olmayan imkânları oldurmaya çalışıyorlar. Hatta çocuklarının mutluluğu için ondan vazgeçmeye bile cesaret edebiliyorlar.

Resim Havuzu, sizi çokça düşündürecek bir yapım. Hem kendiniz, hem aileniz, hem de çevrenizdeki engelliler adına çokça düşüneceğiniz bir film. Ayrıca izlerken çok fazla da engelli kısmına takılmayacaksınız. Çünkü filmin kahramanlarının yaşadıkları da yaşadıklarına verdikleri tepkiler de bizden farklı değil. Siz sadece kendinizi onların yerine koyacaksınız. Ayrıca birbirlerine karşı hissettikleri aşkı görüp, gönlü engellilerden olduğunuzu bile düşünebilirsiniz. Maalesef ki böylesine kötülükten arınmış ve saf bir sevgi bugünlerde çok rastlanan bir şey değil. Ne yazık ki günümüzde insanların birbirine tahammülü yok.

Her şeyden önemlisi ise bu güzel insanların gülümsemeleri çok gerçek. Bir araya geldiklerinde hissettikleri mutluluk, herkesinkinden daha gerçek. Her gün aynı yemeği yiyebilirsiniz. Hatta bazen onu dahi bulamayabilirsiniz. Ancak sevdikleriniz, aileniz ile aynı sofraya oturmaya devam ediyorsanız, şükretmeniz gereken kocaman bir zenginliğiniz var demektir. Meryem ve Rıza’nın küçük oğlu Süheyl de bunu anlıyor. Hiçbir yemeğin annesininki kadar lezzetli olamayacağının farkına varıyor. Ancak anlayana kadar bir dizi olayın yaşanması gerekiyor. Meryem ve Rıza, çevrelerindeki insanlara da birlikte olmanın ve sevgilerinin kıymetini bilmenin dersini veriyor. Birlikte sofraya oturmanın değerini öğretiyor. Eksikliklerinden ziyade fazlalıklarının olduğunu anladığımız bu insanlar, kalbi engelli olanlardan değil. Zaten gerisi de hiç önem taşımıyor.

Resim Havuzu ile hem düşünecek hem de duygulanacaksınız. Dram kategorisinde yer alan yapım, sizi duygulandırırken çokça ders verecek. Çünkü bu insanlar, yarattıkları güzel dünyaları ve sevdikleri için verdikleri çaba ile size örnek olacak. Zamanınızı kıymetli bir film ile değerlendirmek isterseniz, Resim Havuzu aileniz ile birlikte de izleyebileceğiniz mükemmel bir seçim olacak.

Hurie

Davul Bile Dengi Dengine Çalar

Keyifli bir aile filmi izlemek isteyenleri böyle alalım… “Davul Dengi Dengine” filminde, bazen kendi hayatımızda, bazen ise çevremizde şahit olduğumuz bir soruna ışık tutulmuş. Denklik, maddi zenginlikle mi ölçülür, manevi zenginlikle mi?

Kasım, babasıyla birlikte yaşayan ve esnaflık yapan bir adamdır. 35 yaşına gelmesi sebebiyle sık sık evlilikle ilgili sorulara ve baskıya maruz kalmaktadır. Abisinin eşi yani yengesi, Kasım’a uygun bir talip bulmak için çabalamaktadır. Fakat yengesinin bulduğu talipler Kasım’ın gönlüne hitap etmez, bazısı da onu beğenmez. Kasım daha fazla görücüye gitmemeye karar verir. Kader, Kasım’ın dengini onun ayaklarına getirecektir…

Kasım’ın bir dükkanı vardır. Burada fotokopi de çekmektedir. Bir gün dükkanına öğretmen Reyhane hanım gelir ve dava dilekçesi yazmak için kağıt almak istediğini söyler. Abisinin onun çeyizini kendi karısına götürdüğünü ve ona dava açacağını anlatır. Kasım, ona abisini affetmesini ve dava açmamasını söyler. Reyhane de bu sözleri dikkate alır ve abisini affeder.

Bu sırada Reyhane’nin abisi Said’in hayatı da tüm detaylarıyla filmde yer alıyor. Mahbube ile evli olan Said, doğduğundan beri fakirdir ve fakirdik canına tak etmiştir. Mahbube’nin çeyizi yoktur, bu sebeple ona kardeşinin çeyizini götürür. Mahbube oldukça alçakgönüllü ve azla yetinmeyi bilen bir kızdır, bu çeyizi kabul etmek istemez. Said ise karısına pahalı hediyeler almak ve zengin bir hayat sürmek istiyordur. Bütün bunları isterken göz ardı ettiği bir şey vardır; maneviyatın en büyük zenginlik olduğu…

Said ve Reyhane’nin annesi, varlıklı sayılabilecek bir kadının yanında yardımcı olarak çalışmaktadır. Bir gün annesi Said’e kitapların tozunu almasında kendisine yardım etmesini ister. Fakat Said o evde içindeki kötülüğe yenik düşer ve kadının kolyesini alarak karısına hediye olarak götürür. Bunu öğrenen ev sahibi Said’e hayatının dersini verir. Ona fakir olmadığını, çevresindeki insanların onu sevmesinden daha büyük zenginlik olamayacağını söyler ve Said’in gönül gözünü açar.

Bu sırada Kasım, Reyhane’yi istemeye karar verir. Fakat gözü maddiyattan başka bir şeyi görmeyen yengesi, Reyhane’yi ve annesini küçümseyerek bu işi bozar. Bir süre Reyhane ile görüşmeyen Kasım, sonunda yanlış yaptığını fark ederek Reyhane’nin okul çıkışına gider. Reyhane ile Kasım birbirlerine denktirler, hem de birçok çiftin olamayacağı kadar gönülden denktirler…

Mutlu sonla biten Davul Dengi Dengine filminde, her karakterden mutlaka alacağınız bir hayat dersi çıkacaktır. Kasım’ın babasıyla olan ikili diyalogları da oldukça keyifli ve öğretici.

Denklik gözde değil kalptedir, görebilene…

Zeynep Ece