Bu akşam izlediğim “Altın ve Bakır” filmi; bilmekle yaşamak arasındaki derin uçurumun hikâyesiydi. Tahran’a ilim öğrenmekle meşgul olacağı bir hayatın özlemiyle gelen Seyyid Rıza’nın, kendini zorlukların, sırtına ağır gelen yüklerin içinde, kitaplarla haşır neşir olmayı beklerken yaşamını sürdürme mücadelesinde bulmasının, aşkı bilmesinin öyküsü.
Aşkın öyküsü elbette kelimelerle anlatılamaz, ateşin içine kendini atmadan, yanmadan anlaşılamaz, kitaplardan okunamaz. Şems’in Mevlana’ya kitaplarını attırması, Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kiyl-ü kâl imiş ancak.” demesi geliyor hemen aklıma. Şüphesiz bu sözleri, örnekleri de ancak sınırlı bilgimizle anlayıp anlamlandırabiliyoruz. Okuyarak anladığımızı zannediyoruz, düşünerek çözdüğümüzü, sonuçlara ulaştığımızı. Akılla dünyayı dize getirebileceğine, akılla gelişmeye, ilerlemeye inanan insanları gördükçe, Ayşe Şasa’nın, Delilik Ülkesinden Notlar kitabında yazdıklarını/yaşadıklarını anımsıyorum hep. “En çok güvendiğim şey olan zekam beni terk edip gidip gelmeye başladı. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. İnsanın aczi neymiş? Dünyaya aşağıdan bakmak neymiş? Dara düşmek, derde düşmek, güvendiğin dağlara kar yağmak neymiş? Unutulmak, dışlanmak, kaybeden kişi olmak, düşen kişi olmak neymiş? Bunların hepsini öğrendim. Ve buradan, sıfırdan başlayan bir eğitimle başka bir türlü dünyaya adım attım.”
Tahran’a eğitim için gelen Seyyid Rıza da kendini hiç beklemediği bir yerde bulup sıfırdan başlıyor hayata. Düştüğü yerden, dışlandığı, kınandığı, çaresiz kaldığı yerden. Buradan içine bakıyor, acısıyla burkulan kalbine, çocuk haline… Karısının MS hastası olduğunu söylüyorlar hastanede, bir doktor diğerlerine: “Bakın işte size bir MS vakası, merak ediyorsunuzdur.” diyerek veriyor bu haberi. Eşini, hastalık hakkında doğru düzgün bilgilendirilme gereği bile duymuyorlar. İzlerken bağırıp çağırmak, hastayı bir vaka olarak görenlere haykırmak geliyor insanın içinden. Seyyid Rıza susuyor. Zehra onu inceleyen, hasta yokmuş, yalnızca hastalık varmış gibi davranan doktorların konuşmalarına dayanamayıp yüzünü örtüyor.
Hastalıkla birlikte, hem Seyyid Rıza hem de Zehra için sahip oldukları şeylerden bir bir vazgeçtikleri acı dolu bir süreç başlıyor. Zehra en iyi bildiği yerde, evinde bir yabancı gibi kalıyor, yürümekte, ellerini kullanmakta zorlanıyor, çocuklarına bakamıyor.
Çoğalttığımızı, arttırdığımızı sandığımız bilgimiz acıyla sınandığında kuruyup dökülüyor, geriye hiçbir şeyi olmayan insan kalıyor, sonsuz dünyada bir nokta, dünyanın merkezinde sandığı, hep sürüp gidecekmiş gibi gördüğü hayatı varla yok arası, kendisine ait sandığı her şey; sağlığı, yürümesi, konuşması, görmesi, bilmesi, elleri, ayakları kendine ait değil, her an bir uçurumun kıyısında düşmeye yakın.
Seyyid Rıza ve Zehra rahat ve düzenli bir hayattan dağınık ve meşakkatli bir hayata düşüyorlar aniden, hiç beklemedikleri bir anda. Gün be gün kötüleşen hastalık bir yandan, ekonomik sıkıntılar bir yandan bastırıyor. “Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum” (Sezai Karakoç, Yağmur Duası) olduğu yerde duruyorlar sanki, bizim kelimelerle bil/e/me/diğimiz yerin tam ortasında inançla, aşkla duruyorlar.
“İnsanlar kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden okuyorlar, çünkü kelimelerin anlamları, o kelimeleri kullanan kişilerin tecrübeleri ile farklılaşır.” (Ömer Mikail Burka; Sufiler Arasında) diyordu bir kitapta. Seyyid Rıza ve Zehra acıyla sınanırken kelimeleri azalıyor belki ama kelimelerinin anlamları derinleşiyor.
Bir caminin kapısının dışında duruyor Seyyid Rıza sessizce, belki içeride olup da dersi dinlerken erişemeyeceği her şey kalbine doluyor böylece. Kapının önünde karmakarışık duran ayakkabıları temizliyor, düzenliyor, gururu, kibri akıp giderken, şu sözlerle kulaklarında: “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı, bir hazine ya da bir kimya bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır gerisi çer-çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşkın ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”
Öykü Defteri