İranlı yönetmen Humayun Esediyan’ın 2011 yılında yaptığı filmi “Tela ve Mes” yani “Altın ve Bakır”ı izlediniz mi? İzlemediyseniz peşin söyleyelim çok şey kaçırmışsınız.
İzleme fırsatı her zaman olabilir ve bugün ya da bir başka gün de izleyebilirsiniz. Lakin kaçırdığınız film izleme şansı değil, siz 2011 yılından beri gösterime giren filmi izleyerek hayatın anlamını daha iyi derk etme şansını kaçırmışsınız demektir. Öyleyse bu şansızlığınıza son verip hemen izleyin bence.
Film Tahran’a yerleşen bir medrese öğrencisinin sade yaşamını konu alıyor. Seyyid Rıza, Nişabur’daki medresesini, irfan ve ahlak dersleriyle meşhur bir üstattan ahlak dersi almak için bırakıyor ve zor şartlarda Tahran’a yerleşiyor.
Rıza bu güne kadar eline sadece kitap almamış ve buna rağmen hayatı kendi merkezinde sanmış, hepimiz gibi. Geçim için gerekli parayı bulup getiren biz olunca gerisini teferruat saymıyor muyuz? Öyle değilmiş ama!
Cefakâr eşi Zehra hayatı kolaylamak adına ne gerekiyorsa esirgemiyor ve hayatın her alanında varlığını gösteriyor. Bir gün yere yığılıyor ve MS hastalığına yakalandığı ortaya çıkıyor. Evinin temizliği, yemek, çocuklar, eğitim ve maddi destekler derken ortay çıkan işler Rıza’ya hayatın kaç bucak olduğunu gösteriyor. Elden ayaktan düşen sanki eşi değil kendisidir.
Trajikomik hikâyeler, Rıza’nın bitirim arkadaşı, komşularının yardımına koşması, küçük çocuğuyla kapı önünde ders dinleme çabası ve bir türlü pişirmeyi beceremediği makarna… Bütün bu işler arasında Zehra Hanım hangi ara halı dokumuş anlaşılır gibi değil. Ama Rıza öğrenecek, hayat ona öğretecek!
Rıza ahlak dersleri almaya gelmişti ve bunun fazlasıyla alıyor eşinden. Hayatın zorluklarına karşı direnebilmek için metroda fal kartları satan kıza karşı umursamaz tavırları nasıl da değişiyor? Ya da sorunlu olan müzikler dinlediği için belki de küçümseyerek baktığı komşunun özürlü kızına eşinin Kuran dersi verdiğini duyunca duyduğu hayranlık… Bu kadar mı? Hemşire hanıma hangi arada hayatı öğretti, onların dağılan yuvalarına ne ara onardı? Bütün bunlar Rıza’nın dersleri…
Hemşire hanım yani filmdeki diğer bir figür. O da kadın, Zehra gibi. Üstelik okumuş ve iş güç sahibi. Yani o da altın… Ama henüz değil. Altına benziyor sarı ve parlak, aldatıcı. Ama Zehra’nın yanında pişmesi ve altına dönüşmesi gereken bir bakır. Bakırı altına dönüştürecek simya ne olabilir? Ebetteki fıtrat… Yani Allah’ın ona vaz ettiği, mayasına işlediği kadınlığın kodlarına geri dönmek, hayata tepeden değil içinden bakmak, büyük şeylere gözünü dikmek değil ufak ve ayrıntılara dikkat etmek, hayatı oralardan yakalamak… Evet, buradan bakmayı öğrenince hemşire de altın ocağında yanmaya başlıyor ve yuvasını kurtarmak için harekete geçiyor. “Yuvayı dişi kuş yapar!”
Bizim alacağımız dersler yok mu? Mesela diyor ki; “…İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin…”
Ahlak dersi almak istiyorsan insanlara hizmet et, al ayakkabılarını düzelt ve temizle. Mesela diyor ki: “…İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. Gerisi çer çöptür…”
Mesela diyor ki; hayatın herhangi bir yerinde Yusuf’un imtihanıyla karşılaşabilirsin. O zaman sen de üstüne kapanan kapıları ve perdeleri açmaya hazır mısın?
Mesela diyor ki; bu güne kadar senin elin ayağın olan eşin elden ayaktan düşerse ona duyduğun sevgi sakıt olur mu? Yoksa aranızdaki bağ aşk mı? Öyleyse ne mutlu size…
Ve siz kadınlar, altın olması gereken kadınlar… Hani henüz elden ayaktan düşmemişsiniz, Allah korusun! Bakmanız gereken çocuklarınız, yetişmesi lazım olan ev işleriniz ve sevgiye muhtaç eşini var. Hayat zor; bazen maddi, bazen manevi sorunlarla karşı kaşıyasınız. Peki, tam da burada yani sıkıntı ve dertlerin arasında ortaya çıkan ve sorunları yok eden, kederleri dağıtan, sevgiyi bütün varlığıyla bayraklaştıran, bir sükûnet ve huzur limanı olan kaç kadın var? Az değil mi? Altın da az olduğu için bakır değildir zaten…
Ahmet Demir, Doğru Haber