Şşş! Kızlar Bağırmaz!

Sosyal medyada çokça paylaşılan bir evlenme teklifi sahnesi vardı… Kız elmayı ısırıyor ve içinden yüzük çıkıyor… Ay ne romantik.. Google amcaya bile sormuşlar “elmanın içinden yüzük çıkan film”…

Bu filmi izledim.. “Şşş! Kızlar Bağırmaz!

Evet … Böyle romantik (!) bir sahnesi var. Çok hoş da.. Ama film başka.. Film gerçekler…

Tecavüzcülerin idam edilmesinin gündemde olduğu bu günlerde, çocuk istismarını bir de iran gözüyle izleyin… Tavsiye ettiğim her İran filmi gibi yüreğe oturan cinsten..

Filmi izleyince, elmalı sahne hariç o kadar çok kare kalacak ki aklınızda…

Filmden birkaç başlık çıkarmak gerekirse;

  • Bir insan düğününe saatler kala neden hiç tanımadığı birini öldürür ki?
  • Filmde bir Şirin var… Diyor ki; ben yalnız değilim.. Benim gibi yaşayan ölü çok var.
  • Filmde bir avukat var… Diyor ki; Ruhların katilleri neden suçlu değil?
  • Her şeye rağmen aşka karşı duramayanlar..
  • Hayatın meşgalesinde unutulan çocuklar..
  • Suçu birbirlerine yükleyen anne babalar..
  • İtibar ve saygınlıktan yitirilen çocuklar…
  • Ve kısas.

Saliha Karaca, Yaşama Dair

İran Sinemasından; Tala ve Mes

İran Sinemasından; Altın ve Bakır

Film de aşk, vefa o kadar naif o kadar ince işlenmiş ki her bir kelamından, karesinden anlamlar ve dersler çıkarıyorsunuz. Film “Allah için sevmek” konusuna değinmiş. Sahi kaçımız Allah için severiz, ya da sabrederiz. Bu filmde sözde değil de gerçekten Allah adına katlanmayı, ahde vefayı göreceksiniz.

Mevlana’dan Şirazi ye, ilimden aşka her bir şeyi ince ince işlemiş.

Seyyid Rıza ilim öğrenmek isterken eşi aniden hastalanır. Bir yanda eğitimi bir yanda bakması gereken bir aile vardır. Zorlu imtihanı ve azmi takdire şayan.

İyi bir eş seçmek tenin çok ötesindedir. Öyle zamanlarda öyle şartlarda ola ki daima sabretsin. İnşirah olsun ömrüne.

Dostluk, yardımseverlik, ön yargı her şey İran sineması farkıyla bu filmde.

Merve Şağbankalem, Ütopya Mimarı

Eşiniz Altın mı, Bakır mı?

İranlı yönetmen Humayun Esediyan’ın 2011 yılında yaptığı filmi “Tela ve Mes” yani “Altın ve Bakır”ı izlediniz mi? İzlemediyseniz peşin söyleyelim çok şey kaçırmışsınız.

İzleme fırsatı her zaman olabilir ve bugün ya da bir başka gün de izleyebilirsiniz. Lakin kaçırdığınız film izleme şansı değil, siz 2011 yılından beri gösterime giren filmi izleyerek hayatın anlamını daha iyi derk etme şansını kaçırmışsınız demektir. Öyleyse bu şansızlığınıza son verip hemen izleyin bence.

Film Tahran’a yerleşen bir medrese öğrencisinin sade yaşamını konu alıyor. Seyyid Rıza, Nişabur’daki medresesini, irfan ve ahlak dersleriyle meşhur bir üstattan ahlak dersi almak için bırakıyor ve zor şartlarda Tahran’a yerleşiyor.

Rıza bu güne kadar eline sadece kitap almamış ve buna rağmen hayatı kendi merkezinde sanmış, hepimiz gibi. Geçim için gerekli parayı bulup getiren biz olunca gerisini teferruat saymıyor muyuz? Öyle değilmiş ama!

Cefakâr eşi Zehra hayatı kolaylamak adına ne gerekiyorsa esirgemiyor ve hayatın her alanında varlığını gösteriyor. Bir gün yere yığılıyor ve MS hastalığına yakalandığı ortaya çıkıyor. Evinin temizliği, yemek, çocuklar, eğitim ve maddi destekler derken ortay çıkan işler Rıza’ya hayatın kaç bucak olduğunu gösteriyor. Elden ayaktan düşen sanki eşi değil kendisidir.

Trajikomik hikâyeler, Rıza’nın bitirim arkadaşı, komşularının yardımına koşması, küçük çocuğuyla kapı önünde ders dinleme çabası ve bir türlü pişirmeyi beceremediği makarna… Bütün bu işler arasında Zehra Hanım hangi ara halı dokumuş anlaşılır gibi değil. Ama Rıza öğrenecek, hayat ona öğretecek!

Rıza ahlak dersleri almaya gelmişti ve bunun fazlasıyla alıyor eşinden. Hayatın zorluklarına karşı direnebilmek için metroda fal kartları satan kıza karşı umursamaz tavırları nasıl da değişiyor? Ya da sorunlu olan müzikler dinlediği için belki de küçümseyerek baktığı komşunun özürlü kızına eşinin Kuran dersi verdiğini duyunca duyduğu hayranlık… Bu kadar mı? Hemşire hanıma hangi arada hayatı öğretti, onların dağılan yuvalarına ne ara onardı? Bütün bunlar Rıza’nın dersleri…

Hemşire hanım yani filmdeki diğer bir figür. O da kadın, Zehra gibi. Üstelik okumuş ve iş güç sahibi. Yani o da altın… Ama henüz değil. Altına benziyor sarı ve parlak, aldatıcı. Ama Zehra’nın yanında pişmesi ve altına dönüşmesi gereken bir bakır. Bakırı altına dönüştürecek simya ne olabilir? Ebetteki fıtrat… Yani Allah’ın ona vaz ettiği, mayasına işlediği kadınlığın kodlarına geri dönmek, hayata tepeden değil içinden bakmak, büyük şeylere gözünü dikmek değil ufak ve ayrıntılara dikkat etmek, hayatı oralardan yakalamak… Evet, buradan bakmayı öğrenince hemşire de altın ocağında yanmaya başlıyor ve yuvasını kurtarmak için harekete geçiyor. “Yuvayı dişi kuş yapar!”

Bizim alacağımız dersler yok mu? Mesela diyor ki; “…İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin…”

Ahlak dersi almak istiyorsan insanlara hizmet et, al ayakkabılarını düzelt ve temizle. Mesela diyor ki: “…İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. Gerisi çer çöptür…”

Mesela diyor ki; hayatın herhangi bir yerinde Yusuf’un imtihanıyla karşılaşabilirsin. O zaman sen de üstüne kapanan kapıları ve perdeleri açmaya hazır mısın?

Mesela diyor ki; bu güne kadar senin elin ayağın olan eşin elden ayaktan düşerse ona duyduğun sevgi sakıt olur mu? Yoksa aranızdaki bağ aşk mı? Öyleyse ne mutlu size…

Ve siz kadınlar, altın olması gereken kadınlar… Hani henüz elden ayaktan düşmemişsiniz, Allah korusun! Bakmanız gereken çocuklarınız, yetişmesi lazım olan ev işleriniz ve sevgiye muhtaç eşini var. Hayat zor; bazen maddi, bazen manevi sorunlarla karşı kaşıyasınız. Peki, tam da burada yani sıkıntı ve dertlerin arasında ortaya çıkan ve sorunları yok eden, kederleri dağıtan, sevgiyi bütün varlığıyla bayraklaştıran, bir sükûnet ve huzur limanı olan kaç kadın var? Az değil mi? Altın da az olduğu için bakır değildir zaten…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Satıcı

Çatlayan duvarlar, ısrarla çalınan kapı zili ve apartmanda koşuşturan insanlar. Bir yandan telaşla karısını uyandıran, diğer yandan da komşusunun yatalak oğlunu dışarı çıkarmaya çalışan bir adam…

İranlı yönetmen Asğar Ferhadi, son filmi “Satıcı“yı (Furuşende) böylesine tekinsiz ve telaşlı bir sahneyle açıyor. Seyirci ise kendini yıkılan bir apartmanın içerisinde buluyor…

İlk olarak 69’uncu Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan ve burada ‘en iyi erkek oyuncu’ ile ‘en iyi senaryo’ ödüllerinin sahibi olan “Satıcı“, Ferhadi’nin sinema özelliklerinin neredeyse tümünü taşıyan, “Geçmiş”ten (Le Passe) sonra yine kendi topraklarına döndüğü bir yapım.

Aynı zamanda Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü” (Death of a Salesman) eserinden serbest bir uyarlama olan film, Miller’ın oyununu sahneye koyan tiyatrocu çift Rana (Terane Alidosti) ve İmad İtisami’nin (Şahab Hüseyni) hikayesini anlatıyor. Ferhadi, burada da kadın-erkek ve genel olarak insanın ‘çatışmasını’ izlemeyi sürdürüyor.

Oturdukları apartman bir gece yıkılmaya başlayan Rana ve İmad, büyük hasar gören evlerinden taşınıp yeni bir yer bulurlar. Fakat tiyatrodaki arkadaşlarından birinin evini kiralayan çiftin yeni hayatları çok da umdukları gibi gitmez. Eski kiracının evde kalan eşyalarını bir türlü almaması, Rana ve İmad’a bir hayli zorluk çıkarırken beklenmedik bir olayla yeni taşındıkları evin de ‘duvarları’ sarsılmaya başlar. İmad, bir akşam eve döndüğünde Rana’nın komşular tarafından kanlar içinde bulunduğunu ve hastaneye götürüldüğünü öğrenince neye uğradığını şaşırır. Komşuları ise bu olayın ‘kötü bir kadın’ dedikleri, daha önceki kiracıdan kaynaklanmış olabileceğini söyler. Film, buradan sonra Ferhadi’nin her daim dengesini başarılı bir şekilde tutturduğu gizem ve olayın adım adım çözülmesi üzerinden ilerliyor.[…]

Suzan Demir, Arka Pencere

Furuşende/ the Salesman/ Satıcı

Esğar Ferhadi artık dünya sinemasının bir yıldızıdır. Yaptığı son filmi de dün gece Oscar ile taçlandı. Beş yıl önce “Cudayiye Nadir ez Simin” filmi de Oscar almıştı. Aldığı diğer sayısız ödüllerden bahsetmeye gerek bile yok.

Ferhadi filmlerinin bir sürü meziyeti var. Kurguları, oyunculukları, gerçekliği ve sadeliği her zaman göz doldurmuştur. Ama asıl ve en önemli özellikleri hikâyelerindeki olağanüstü başarıdır.

Ferhadi’nin hikâye gücü İran sinemasının temel özelliğidir. Genel olarak hayatın küçücük bir anına projektör tutuyor ve odaklandığı o dar alanda insan ruhunun en derin kesitlerine doğru yolculuk yapıyor. İran sineması bu yönüyle dünya sinemasından hep bir adım öndedir.

Hikâyelerin sadeliği ve toplumun sıradan bireylerini başkarakter yapması, sıradan insanların ruh dünyasının toplum normlarını temsil etmesinden dolayı hep ilgiyle karşılanmasına vesile olur. Dünyadaki hiç bir kültür bu hikâyelere karşı bigâne kalamaz. Bu gelenek eski İran edebiyatında da bariz bir şekilde kendini gösterir. Hafız’ı, Sadi’yi, belki de Mevlana’yı bu kapsamda değerlendirmek lazım. Kısacası bu hikâyelerin dili sinema veya şiir olsa da hitap şekli değişmiyor. Genele hitap ediyor ve kendimize bile itiraf edemediğimiz ruhumuzun derin katmanlarındaki sırları ifşa ediyor. Onları masaya yatırıyor ve hangi şekilde davranırsan nasıl bir sonuçla karşılaşacağını söylüyor. Ayrıca hikâyede geçen her karaktere ayrı ayrı yer veriyor, onları yargılamayı izleyici/okuyucuya bırakıyor. Dayatmıyor, sadece gösteriyor.

Gel gelelim filmimize…

Filmde iki hikâye var. Biri Arthur Miller ait bir tiyatro; “Bir Satıcının Ölümü”. Diğeri de Esğar Ferhadi’nin hikâyesi, Furuşende

Arthur Miller’in hikâyesi, ekonomik sıkıntıları irdelerken borç krizini atlatamayıp en son intihar eden bir satıcının trajedisini anlatıyor.

Asğar Ferhadi ise; binalarının bitişiğinde sorumsuzca yapılan bir kazı sonucu oluşan yıkılma tehlikesinden dolayı evlerini terk eden tiyatrocu bir karı kocanın hikâyesini ele almış.

İkisinde de çok benzer noktalar var. Tabiri caizse Asğar Ferhadi Artur Miller’in yazdığı Salesman’ın modern versiyonunu sinemaya aktarmış. Filmimizde tiyatro oynanırken karşılaşacakları sorunlara atıflarla dolu. Mesela tiyatroda bir hayat kadını, evi boyandığı için komşusu Willy’nin banyosunu kullanıyor ve ondan çorap istiyor. Hikâyemizde de bir hayat kadını var görülmeyen ve ondan kaynaklana bir banyo sahnesi var… Ardından da çorap çıkıyor karşımıza. Buna benzeyen kodlanmış birçok sahne var. Dolayısıyla tiyatro sahnelerini de dikkatlice izlemek gerekiyor. Aksi takdirde Ferhadi’nin anlatmak istediklerini ıskalayabiliriz.

Asğar Ferhadi şimdiye kadar hep yalan mefhumunu işledi. Bu filmi bayağı değişik bir konuya el atmış. Kadın erkek ilişkisi, namus mefhumu, intikam ve bağışlama duygusu ve daha da önemlisi ilk defa fuhuşu anlatan bir hikâyede o necis fiili işleyen “yollu” diye de tabir edilen kadını değil de, ona bu yolu açan, onu bu yola sevk eden müşterilerinin çirkin yüzünü ifşa ediyor.

Bir aile, namusu ilgilendiren bir sorunla karşılaşınca nasıl bir tepki verir ve ne yapması gerekir? Masum olan bir kadın cinsel bir saldırıya maruz kaldığında hangi sıkıntılarla yüzleşir? Etrafındakiler, en yakınları; mesela babası ya da kocası nasıl davranmalı? Çok zor sorular, kimse yüzleşmek istemez. Kimse yaşamayı aklından bile geçirmez. Ama bu film, yaşamadan da nasıl bir davranış sergileyeceğinizi ve sergilediğiniz davranışın adalet ve etik bağlamında sonuçlarını gösteriyor.

Gelgelelim yollu kadının müşterilerine. Onlar genelde aramızda pişkin pişkin yaşar, namus abidesi kesilirler. Bazıları cüretkârdır, yaptığı çirkin fiili elinin kiriymiş gibi lanse eder. Yıkanınca geçen, evine dönünce aklanan, erkektir yapar havalarında olan tipler.

Her hâlükârda o yollu kadının müşterisi de yolludur kanımca. O müşterinin toplumdaki statüsü alaşağı edilmedikçe ve gereken adli ve sosyal cezayı çekmedikçe müşteri olmaya devam edecekler. Onlar müşteri oldukça, satıcı da bulmakta zorlanmayacak; alıcı ve satıcısı olan bu sektör ayakta durdukça daha nice facialar yaşanmaya devam edecektir. Sadece ölüm çözüm değildir. Ölenin bu dünyada hesabı kapanır. Ama geride kalanlar ve yol kazaları sonucu yara alanlar bir ömür o yarayla yaşayacak, onlara yakın duranlar bu yaradan nasibini alacaktır. (Özgecan cinayeti ve sonrası)

Sizce de Özgecan’ın katili bu sistemin ürettiği bir model değil midir? Onlar suçüstü yakalansa bile ilk önce suçu başkasına atmaya çalışır, kaçarlar. Suçladıkları kişiyi aşağılarlar, filmimizdeki ihtiyar gibi. Damadına nasıl saydırdığını hayretle izliyoruz. Sonra kaçamayacaklarını anlayınca da nefsime uydum, şeytana uydum, beni affedin diye acındırırlar. Sonuç; yol açtığı facia, kaç para ve nasıl bir ceza ile telafi edilebilir ki?

Çözüm;

Yönetmen bir çözümden bahsetmiyor. Hikâyesini anlatıyor ve kenara çekiliyor. Sana-bana bırakıyor çözüm yolunu, hepimize bırakıyor. Bunun için bir hükme, kanuna, cezaya veya bir yargıya ihtiyaç yok aslında, hepimiz biliyoruz. Bu çirkin bir fiildir ve buna yol açacak her şey ve her davranış vicdanlarda mahkûm edilmiştir. Bütün bunlara rağmen bu yolu açan, sebep olan, düşüren, sıradanlaştıran kim olursa olsun sadece kadın değil, her kes yolludur… Her yollu da en az Özgecen’ın katili kadar aşağılıktır…

Satıcı filmini izlerken bu sonuca vardım. Bilmiyorum, siz ne düşünüyorsunuz?

Ahmet Demir, Doğru Haber

Cennetin Rengi

Son yılların başarılı yapımlarına imza atan İranlılardan severek ve beğenerek izleyebileceğiniz muhteşem bir yapı olan Cennetin Rengi, hayata çevresini sadece dokunarak ve duymaya çalışarak devam eden görme engelli bir çocuk olan Muhammed’in öyküsünü anlatmaktadır.

Gözlerimiz hiç şüphe yok ki Cenab-ı Allah’ın bizlere bahşettiği en önemli organlardan birisidir. Gözümüz bizlerin dünyayı görmesini, dünyayı daha güzel yaşamamızı ayrıca daha güzel anlamamızı sağlar. Ya gözleriniz doğuştan olmasaydı. Ya da Cenab-ı Allah insanlara göz denilen organı hiç bahşetmemiş olsaydı. Hiç düşündünüz mü? Düşünmediyseniz sizleri düşünmek için bu harika İran filmini izlemeye ve bu dünyaya doğuştan gözleri görmeyen küçük çocuk Muhammed’in dünyayı elleriyle dokunarak, çevresinde olan sesleri duymaya çalışarak yaşamaya çalışmasını anlatıyor.

Küçük Muhammed gözleri görmediğinde dolayı körler okuluna gitmekte ve yazın evine yani köyüne dönmektedir. Annesi öldüğü için babası yeniden evlenmeyi düşünmekte ve gözleri görmeyen bir çocuğun kendisine ayak bağı olacağını düşünmektedir. Bu yüzden önce onu okuldan almamaya karar verir. Ancak okulun kuralları ve yazın orada kimsenin kalmadığı için kendisine bakacak kimse olmadığından dolayı bu durumu kabul etmiyorlar. Okulun Muhammed’i kabul etmemesi sebebiyle babası sürekli çareler arar. Köylerinde ise Muhammed’in iki kız kardeşi ve ninesi onu beklemektedir.

Taha Yasin ÖNAL, Mü’mince

The Salesman

Asghar Farhadi en sevdiğim İranlı yönetmendir. Her yeni filmi çıktığında bildiğin heyecanla beklerim. Satıcı (2016) filmi ile yine harikalar yaratmış ve daha önce çalıştığı oyuncularından vazgeçmemiş. Daha önce Altın Küre ve Oscar almışlığı olduğu için malum çıta bayağı yüksek acaba ne yapacak diye beklerken bu filmi ile de Oscar’ı aldı ve üstüne Trump’ın göçmen yasasını protesto etmek için törene katılmadı.Gel de bu adamı sevme şimdi. Bu filmi izleyeli birkaç gün oluyor ama hazır Oscar’ı da almış yazma işini fazla geciktirmeyeyim dedim.

Daha önceki filmlerinde olduğu gibi yine kadın erkek ilişkileri üzerine bir film ve tabii ki yine saklanan sırlar var filmde. Ayrıca filmdeki karakterler tiyatrocu ve Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü adlı oyununu sergiliyorlar. Oyun ile bağdaşan sahnelerde var filmde dikkatli izlenirse anlaşılıyor. Kadının uğradığı saldırı sonucu ne olduğunu tam olarak anlatmaması yaşadığı travmadan onu anlayabiliyoruz. Ama kocasının da sunduğu hiçbir seçeneği kabul etmemesi adama da hak vermemizi sağlıyor. İşte Asghar Farhadi bunu çok iyi başarıyor. Her ikisinin de bakış açılarını izleyiciye gösteriyor ve sen karar ver diyor. Kadını anlayabiliyorsun tamam yaşadığı hiç kolay bir şey değil. Ama adamın yaşadığı belirsizlik ve intikam duygusunu da anlayıp hak verebiliyorsun. Üstelik adamın ne kadar anlayışlı biri olduğunu bize daha en baştan taksi sahnesinde gösteriyor yönetmen. Filmin sonunda çözülen düğüm ile rahatlasak da yine izleyiciyi ikilimde bırakıyor ve yine bazı yerleri söylemeyip kendine saklıyor. O da zaten daha önce Asghar Farhadi’nin kendine has yöntemidir, izleyenler bilir. İzlemeyeniniz varsa sakın bu filmi kaçırmasın; hatta yönetmenin hiçbir filmini es geçmeden izlesin.

Satıcı Filminin Konusu;

Rana ve İmad evlerinin yanında yapılan kazı çalışması sonucu kendi evleri ciddi zarar görünce arkadaşlarında kalmaya giderler. Tiyatrodan arkadaşları Babek kendi evlerini onlara kiralar. Ama evin bir odasında daha önceki kiracının eşyaları vardır. Ne kadar söyleseler de kiracı gelip eşyaları almayınca odayı boşaltıp eşyaları terasa koyarlar. Babek sürekli onları eşyalar konusunda oyalar ve kiracı hakkında bir şey söylemez. Bir gün Rana kocası geldi sanarak çalan diyafonu açar ve evin kapısını aralayıp banyoya girer. Ama gelen başka bir adamdır ve Rana’ya saldırır. Uğradığı saldırı sonucu komşular tarafından bulunur ve hastaneye götürülür. Kocası ne kadar ısrar etse de polise gidip yaşadığı olayı anlatmak istemez. Saldıran adam kaçarken arabasının anahtarlarını ve cep telefonu almadan gitmiştir. İmad arabayı kendi garajlarını çeker ve nasılsa almaya gelecek deyip beklemeye başlar. Bu arada daha önce yaşadıkları evde oturan kiracının bir fahişe olduğunu öğrenir ve arkadaşı Babek’in ondan sakladığı şeyler olduğunu anlar.

evdeyohuz

Lantouri

Rıza Durmuşiyan günümüz İran’ına farklı bakış açılarını bir araya getiren harika bir alegorik portre çiziyor.

Filmin Konusu

Lantouri, kentin zengin kuzey kesimindeki kasabalara giren ve gündüz Tahran sokaklarındaki insanları görevden alan bir çetenin adıdır.

Bu çete ayrıca, yolsuzlukla zenginleştirilmiş ve devleti aldatmış olan ailelerin çocuklarını da kaçırmaktadır.

Film bu çetenin üyeleriyle yapılan röportajlar ile başlıyor. Ardından sosyologlar, insan hakları savunucuları ve konuyu farklı perspektiflerle inceleyen birçok kişinin görüşleri de yer alıyor.

Bu farklı ifadelerle birlikte, bir hakimin son derece huzursuz ortamını anlamaya başlıyoruz ve bu toplumdaki gençlerin hayal kırıklıklarının mutlak şiddete nasıl dönüştüğünü görüyoruz.

Rıza Durmuşiyan, çağdaş İran’ın müthiş bir allegorik portresini çiziyor ve bu muhteşem filmin ikinci bölümünde farklı perspektifler ortaya koyuyor.

ofpof