admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Gerçeğin Gölgesinde: Nahid

İranlı yönetmen Ida Penahande’nin ilk uzun metrajlı sinema filmi Nahid, 2015 Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış Gelecek Vaat Eden Film Özel Ödülü kategorisinde yarıştı ve festivalden Avenir ödülüyle döndü. Filmin oyuncu kadrosunda; Asgar Farhadi’nin Bir Ayrılık (2011) filminde tanıdığımız Sareh Bayat yer alırken Pejman Bazeghi, Navid Mohammad Zadeh, Milad Hossein Pour, Pouria Rahimi de Sareh Bayat’a eşlik eden diğer önemli isimler.

2015 yapımı olan Nahid, tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini ve bu eksende toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin söz konusu olduğu filmde Nahid’in bir anne ve bir kadın olarak derin bir mücadelesini, vicdanını, seçim yapmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Eşinden genç yaşta boşanmış olan Nahid, 10 yaşındaki oğluyla birlikte Kuzey İran’da Hazar Denizi kıyısında küçük bir kasabada yaşamaktadır. Çocuğun velayeti İslami İran’daki yasalara göre babaya verilir. Fakat baba, Nahid’in tekrar evlenmemesi koşuluyla çocuğun velayetini anneye vermeyi kabul eder. Nahid’in hayatı kendisi ile evlenmek isteyen başka bir adamla tanışınca değişir. Bu yeni ilişki Nahid’i anne ve kadınlık arasında sıkıştırır. Oğluyla sevdiği adam arasında bir tercih yapmak zorunda kalan Nahid, kendisini bir çıkmaza sürükler.

Nahid; eski kocası, abisi, oğlu ve sevdiği adam arasında kalmış, kıskacın içinde hep bir yetme ve yetişebilme derdinde. Sevdiği adamın yanında iken oğlunu, oğlunun yanında iken sevdiği adamı özlüyor. Orta Doğu’daki kadın sorunu işleyen bu film kadın – erkek ilişkisini gayet başarılı bir şekilde ele alırken, Nahid’in annelik mi? kadınlık mı? duygusu altında, seçime zorlandıran baskıyı ve ahlaki değerleri çok iyi anlatmıştır. Boşanmış bir kadının sorunlarına odaklanan, geçici evlilikleri (muta) sorgulayan, kadınların hayatlarını ve sorunlarını bize yansıtan, bizi gerçeklerle yüzleştiren bir film, Nahid. Bunların yanı sıra Nahid’in çocuğun da etkisi altında kaldığı görülüyor. Yıkılmış bir aile ve tekrar evlenmek isteyen Nahid’in bunu oğluna nasıl açıklayacağı konusunda bir çekingenliği vardır. Oğlunun vereceği tepkiden korkuyordur. Demek – dememek arasında bir tereddütte kalmıştır. Ailevi sorunlar ve baskı çocuğa yansımış ve okula gitmek istememiştir. Fakat Nahid’in ailesi destek çıksaydı bu durum hiç yaşanmamış da olabilirdi.

Filmde anlatıldığı gibi birçok ülkede bu sorun vardır. Halbuki bir kadın boşanmış olsa da; anne de olabilir, aşıkta olabilir, tekrar evlenebilir de… Neden hep kadınlar bir şiddetin, baskının eşiğinde ya da içinde! Küçük bir kasabada yaşamış olması insanların dedikodu yapması, toplumsal baskı, kadının üstünde statü kurulması. Sen sadece bir annesin ve annelik vazifesini yap demek gibi sığ düşünceler vardır. Bir nevi kadın, annelik ve annelik yapmak gibi kavramların altında yok ediliyor. Bir baskı görmediğini hisseden tüm kadın aslında her şeyi yapabilir.

Her birey özgürdür! Kültürel anlamda bir değişim söz konusu olması gerek. Geleneksel toplumlarda kadının pek bir önemi yoktur. Onların en önemli görevi anne olmak, çocuğuna bakmak, ev işi yapmaktır. Bu düşünceden ne zaman koparsak o zaman gelişme kat etmiş oluruz. Gün geçtikçe bazı filmler, gözümüze bu gerçekleri bu yaşantıları çarpar ve bizler etkisinde kalırız. Farkındalık her zaman için öncüdür. Toplumun kıskacından kurtulmak için bir şeyler yapmak zorundayız. Bize yapılan baskıya baş eğmemeliyiz. Aksini dik bir şekilde karşılık vermeliyiz.

Gül Çelik, 5Haber

İnsan İle İnsani Arası: Bir Ayrılık

İran sineması zor şartlarda kendini var edebilmiş sinemadır. İranlı yönetmenler gerek kendi ülke sınırları içinde ve gerek ülke dışında çektikleri filmlerde kendi kültürlerini yansıtmayı asla bırakmamışlardır. Köklere bu denli bağlılık sinemalarına muazzam bir lezzet vermiş ve İran sinemasını dünya çapındaki film festivallerinde ön sıralara taşımıştır.

İran sinemasının son yıllarda dünyaya bakan yüzü Asgar Ferhadi 2011 yılında gösterime girmesiyle tüm sinema dünyasında büyük bir etki yaratan filmi Bir Ayrılık ile Oscar ödülünü kazanan ilk İranlı yönetmen olmuştur. Böylece İran sineması aleyhindeki önyargılı turum bir kez daha yıkılmıştır.

Ferhadi “Bir Ayrılık” filminde boşanmanın eşiğinde olan orta sınıf bir çiftin birbirlerine ve en sonunda da kendilerine yabancılaşmasını kompoze eder. Yönetmen İranlı orta sınıf bir ailenin minimal hikayesi ve problemleri üzerinden evrensel problemlere temas eder. Bir yanda Alzheimer hastası bir baba ve bir yanda da eğitimine devam eden kızları ve de birbirlerinden kopmak istemeyen ama kopmak zorunda olan karı koca… Asgar Ferhadi klasik aile hikayelerini alışık olunmayan bir dille ele alır. Bu ele alış biçimi onun sinema dilinin yansımasıdır. Filmlerinde bireylerin yaşamlarına dair aldıkları kararları ve bu kararlar sorası gelişen olayları realist bir dille işler. Toplumda erkek olmak, kadın olmak, çocuk olmak, etkin ve pasif birey olmak konusunda oluşturduğu dünyalar, izleyici üzerinde soğuk duş etkisi yaratır.

Bir Ayrılık filminde aile üyeleri tartışmalarını birbirleri ile konuşarak gerçekleştirir. Kadının da söz hakkı erkek ile eşittir. Çocuk figürünün aile içindeki önemi ve söz hakkı ise şaşırtıcı derecede kuvvetlidir. Tüm bunların yanında anne figürü çekirdek aileyi bir arada tutmaya çalışırken baba figürü ise kültürel bir miras olan geniş aileyi önemsemektedir ve bu yüzden de hasta babasını bırakıp başka bir yere gitmek istemezken anne ise çocuğu ve kocası ile daha iyi bir gelecek için bulundukları yerden ayrılmak istemektedir. Genel geçer bir durum olarak İran’da göç; savaş, yaptırımlar ve toplumsal buhranlar neticesinde gerçekleşirken Bir Ayrılık filminde tamamen daha iyi bir hayat ve eğitim imkanları doğrultusunda yapılmak isteniyor.

Asgar Ferhadi’nin “Bir Ayrılık” filmi konusu ve işleyişi ile izleyiciyi çaresiz bırakan bir film. Ferhadi filmde yaşanan olayları ve karakterleri tamamen izleyicinin inisiyatifine bırakır. Filmde kimin haklı ya da haksız olduğunu, hangi olayın iyi ya da kötü olduğu ve sonuçlarının beraberinde getirdiği şeylerin kıstasını izleyicinin vicdanına bırakır. Bu durum izleyiciyi hem filme daha çok bağlar hem de düşünmeye iter. Böylece sinema esas görevlerinden birini yerine getirmiş olur.

Yönetmenin oyuncu yönetimi, müzik kullanımı, diyaloglar… filmin anlatım dilini kuvvetlendirirken alt metnindeki öğretici mesajları ile farklı ama tanıdık bir film bir ayrılık

Süleyman Yakupoğlu, 5Haber

Cennetin Rengi

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuğun, Muhammed’in sadece dokunma ve duyma hislerini kullanarak dünyayı ve çevresini anlama çabasını konu edinmektedir. Muhammed’in annesi hayatta değildir. Babası ve iki kız kardeşi ve birde çok sevdiği babaannesi şehre uzak bir köyde yaşamaktadırlar. Muhammed şehirde okula devam etmektedir. Fakat yaz dönemi geldiği için okul kapanır ve Muhammed köye babasının yanına dönmek durumunda kalır.

Babası yeni bir eş adayı ile evlenmeyi düşünmektedir fakat görme engelli Muhammed’in bu evlilikte sorun olacağını düşünür ve onu köye getirmek istemez. Dram türündeki İran yapımı bu film baba -evlat ilişkilerini, görme engelli bir çocuğun hayatın anlamını, Allah’ı anlama çabasının yoğun duygular içinde işlemektedir.

Hayatı kapalı gözler ile yakalamaya ve ona dokunmaya çalışan bir çocuğun hikayesinde, insana dair çok şey var. Sosyal Hizmet gönüllülerinin bu filmden keyif almanın dışında da çok şey elde edeceği kanaatindeyim.

Sosyal Çalışma

CENNETİN RENGİ’Nİ GÖRMEK

Biliyorum hiç belli olmayacak. Ancak yazarken en çok duygulandığım yazı bu olacak… 1999 yapımı “Cennetin Rengi” filminden bahsetmek istiyorum. Bu filmdeki duygular öyle gerçekçi ki… Bir film insanı bu kadar etkileyebilir. Yazarken bile filmin bazı sahnelerini düşündükçe içim parçalanıyor. Yönetmen, muhtemelen bu çarpıcı etkiyi yaratmak istemiş ve çok güzel başarmış…

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuk olan Muhammed’in hikayesini anlatıyor. Tahran’daki körler okulunda yatılı eğitim gören Muhammed, yaz tatili için ailesinin yanına gelir. Babaannesi ve iki kız kardeşi onu sabırsızlıkla beklerken; babası onu almaya bile geç gelmiştir. Annesi öldüğü için, babası yeniden evlenecektir. Ancak Muhammed kör olduğu için, onu bu evliliğe engel olarak görür ve ondan kurtulmayı ister….

Görme engelli bir çocuğun dünyası bu kadar güzel anlatılır. Muhammed’i canlandıran çocuk oyuncu Muhsin Ramazani de görme engelli… Yani rol yapmıyor, kendini oynuyor. Öyle güzel oynuyor ki… Bazı sahneleri gerçek hayatında da yaşadığını anlıyorsunuz. Bunu bilmek sanki insanı çok daha derinden etkiliyor. Hani bir an, “Film icabı, rol icabı işte…” dersiniz ya… İşte burada diyemiyorsunuz!

Muhammed ve babaannesi Aziz’in sevgileri görülmeye değer… Her sahnesi akıllarda kalacak kadar etkili… Babaannesi ona okumasını öğütlerken “…Senin durumunda meslek sahibi olmuş pek çok insan var. Tek engel cehalettir…” diyor. Yaşlı, eğitim almamış, köylü bir kadının ferasetine hayran kalıp “İnsan olmak başka bir şey…” diyorsunuz.

Bir sahnede Muhammed, elinden tutan babaannesine “Senin ellerin bembeyaz, aziz…” diyor. Babaannesi “Ne beyazı, iş yapmaktan nasırlaşmış, kırışık kuru bir el işte…” diye cevaplıyor. Muhammed bunun üzerine “Sen çok iyi birisin. Senin ellerin bembeyaz…” diye karşılık veriyor. Anlıyoruz ki Muhammed’e göre iyiliğin ve iyilerin rengi beyaz!

Filmde öyle dokunaklı sahneleri var ki… Hele Muhammed’in ağladığı sahne insanın içini koparıyor. Yanında kaldığı marangoz ustasına “Kimse beni sevmiyormuş. Ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum. Beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde “Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi? diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti. Ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum. Ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.” dediği sahne için bile seyredilir.

Cennetin Rengi‘nin sade, duygu yüklü, sürükleyici ve etkileyici bir anlatımı var. Yönetmen Mecid Mecidi çok başarılı… Senaryo da kendisine ait… Filmde oyunculuk, müzik, görsellik hepsi mükemmel… Yer yer belgesel tadında görüntüler var. Aldığı ödülleri fazlasıyla hak ediyor. İran sinemasını takdir etmemek mümkün değil… Onlar bu işi biliyorlar.

Cennetin Rengi‘ni görmediyseniz mutlaka seyredin. Film, gören görmeyen herkese bir şeyler söylüyor. Bu filmi seyrederken bir kez daha anladım ki, engelliyi engeli değil; engeli nedeniyle istenmemek, işe yaramaz görülmek ve sevilmemek üzüyor… Muhammed engeli ile barışık, sevgi dolu bir çocuk. Onu üzen ve zorlayan engeli değil. İstenmemesi ve sevgiden mahrum kalışı…

Aliye YÜCEL

Cennetin Rengi

Yeni yılda  izlediğim bir film hakkında yazarak devam etmek istiyorum. Filmin adı “Cennetin Rengi” orijinal adı ile “Rang a Khoda (Reng-i Hüdâ)” yani “Tanrının Rengi”. Film endüstrisi ve reklam sisteminin gücü bir arada düşünülürse batı kültürünün üretmiş olduğu filmlerin kalitesi yadsınamaz bir gerçektir. Gene de profesyonellik ve kapitalizm kendi antitezini doğurarak bağımsız sinemanın kapılarının aralanmasını sağlamıştır. Güney Kore, Hindistan ve İran gibi ülkelerden yönetmenlerin ortaya koyduğu olağanüstü filmler bağımsız sinemanın oldukça güçlü örneklerini sergiliyor.

1999 yılında İranlı ünlü Yönetmen Mecid Mecidi’nin senaryosunu yazıp yönettiği Cennetin Rengi izlemeye başladığınız andan itibaren izleyiciyi sessiz bir bilgelikle kendisine çekiyor. Film Muhammed Ramazani isminde görme engelli bir çocuğun eğitim gördüğü Tahran Görme Engelliler Okulunun yaz tatiline girmesi ile başlıyor. Yönetmen filmin ilk  beşinci dakikasında görme engelli Muhammed’e yuvasından düşen yavru kuşu el yordamı ile buldurur ve ağaca tırmandırarak çığlıklar atan anne kuşun yanına bıraktırır. İzleyenler dünyanın en masum ve savunmasız kahramanını işte bu ilk beş dakikada baş tacı eder. Filmin geri kalanı artık kıyamet kopmadıkça izlenecek ve akılda kalan bütün soru işaretleri tek bir el hareketi ile ötelenecektir. Bu küçük kahramanlığın öncesinde Muhammed; okul bahçesinde saatlerce babasının gelmesini beklemiştir. Diğer öğrencilerin aileleri gelmiş ve yaz tatilini geçirmek üzere İran’ın çeşitli şehirlerine gitmişlerdir. Baba geçte olsa gelir ve evlerine gitmek üzere okuldan ayrılırlar.

Küçük Muhammedin ailesi İran’ın yemyeşil bir dağ köyünde yaşamaktadır. Annesi bir kaç yıl önce ölen Muhammedin Babası, iki kızı ve yaşlı annesiyle birlikte sade bir hayat sürmektedir. Baba komşu köyden genç bir kadınla evlenmek ister ve görme engelli oğlunun yeni evliliğinde uğursuzluk getireceğine inanmaktadır. Bir yandan evini yenilerken bir yandan da oğlundan kurtulmanın yollarını aramaktadır. İran dağlarının eşsiz tabii güzelliği içerisinde zaman geçip giderken olaylar hiç kimsenin istediği gibi gelişmeyecek ve dramatik bir hal alacaktır.

Gerçek hayatta da görme engelli olan Muhsin Ramazani oynamış yada yaşamış olduğu rol ile izleyenin düşünce dünyasını doyuracak kadar başarılıdır. Gözleriyle görememesi tabiata ve Tanrı ya olan merakını artırır ve herşeye dokunarak hissetmeye, anlamaya çalışır. Küçük Muhammed, kendi gibi küçük ellerini hissetmek için her uzattığında, dokunduğu sadece bir nesne değil sizin de kalbinizdir. Gönlünüzün derinliğinde kullanılmamaktan toz tutmuş olan karşıdakini anlama ve hissetme duyularınız harekete geçer ve kendinizi mutlu hissettirir. Acıma duygusu değildir hissettikleriniz, endişe etmeyin. Sadece uzun zamandır kimseye karşı kullanmadığınız karşıdakini anlama ve hissetme duyularınızın contaları gevşemiş su sızdırmaya başlamıştır.

Sinema izleyicinin nabzını tutan uluslararası Imdb sitesindeki oy oranı 10 üzerinden 8,2 yıldız alan film, kült filmler arasında olduğunu göstermiştir. Film Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da gişe rekorları kırarak Oscar Ödülüne aday gösterilen ilk İran filmi olmuştur. Kanada Montreal Film Festivalinde Filmin Yönetmeni Mecid Mecidi Büyük Ödüle layık görülmüştür. Mecid Mecidi İran Sinemasını küresel film endüstrisinin gündeminde tutmaya devam edeceğe benziyor. İzlemiş olduğum bu ikinci film ile İran Sinemasını daha yakından takip etmem gerektiğini inanıyorum. Cennetin Rengini izledikten sonra yaptığım küçük bir araştırma sonucu Çok sevdiğim İranlı Müzisyen Muhsin Namcu’nun bu filme bir şarkı bestelediğini de öğrendim. Ben şarkıyı keyifle dinlerken filmi izleyecek olanlara da iyi seyirler diliyorum.

Serdar ÖZCAN, Okur ve Gezer

Allah Yakındır

Dün gece izleyebildim nihayet. Tasavvufla ilişkisi olmayan birisinin bu filmi nasıl bulacağını bilemiyorum. Aşkın zerresini tatmamış bir damak ne der? Böyle bir damağın lezzetine ilkin ne sunulmalıdır? Bir rüyanın bir rüya olmadığını, bir pin kodu görevi gören rüyaların hasıl olduğu yaşamların nasıl bir dönüşüme uğrayabildiğini nasıl anlatmalıdır bunu deneyimlememiş birisine? Deli denilmez aslında onlara diyebilmek ne mümkündür? Zaptedilemez ruhları arada bir şahlanıveren, uçarı-aşırı bulunabilen insanlara olan muhabbetimden bahsetmek için iyi bir yer midir film kategorisi?.. Farsça neden kulağıma hoş geliyor? Şair olmak için daha uygun bir dil var mı acaba?

Çekimlerinden, oyunculuklardan, filmden bahsetmek biraz yavan kalacak bu manada. Çok sevimli bir filmdi benim için. Yaşama olan coşkusu, neşesi ile deli zannedilen Rıza’nın yol izini izlemek isterseniz buyrun. Tasavvuf öğeleriyle bezenmiş, eski görünümlü bir film… Dini film kategorisinde geçiyor:

Hüda Nezdik Est (Allah Yakındır)

Şöyle bir anektod var filmde:

– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.
+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.
– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.
+ Başka bir Leyla’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği. İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın.. Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..
– Allah her yerde hazırdır. Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın. Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..
+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?
– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Yol İzi

Tala ve Mes

Özellikle dram alanında dünyanın yükselen yıldızı İran sineması. Hayatının içerisinde yer alan ancak yaşandığı anda çok da umursamadığınız bir çok detayı beyazperdede önünüze seriyor ve ‘Gerçekten de böyle oluyor’ cümlesini size defalarca kurdurtuyor. Yaşantınızda yer etmiş objeleri bir kadrajın içerisine ustalıkla yerleştiriyor ve ‘değer’ kelimesinin belleklerinizdeki karşılığını genişletiyor…Ciltler dolusu kitaplardan alacağınız bir mesaj, etkileyici bir sahnede vücut bulabiliyor.

Sadelik ve yalınlığın hakim olduğu ülke sinemasında, İtalya’da başlayan gerçeklik akımından etkilenildiğini söylesek yanılmış sayılmayız. Mesajın duru bir şekilde aktarılıp, böylesine derin bir etki bırakmasını sağlamak gerçekten kolay bir şey değil. İşte İran sinemasının bu duruluğunun en güzel örneklerinden olan, tam manasıyla da keşfedilmediğini düşündüğüm bir filmden söz etmek istiyorum. Farsça adı ‘Tala ve Mes’…Türkçesi ise ‘Altın ve Bakır’…

Homyoun Assadian’ın ilk filmi Altın ve Bakır. Oyuncu kadrosunda, Negar Javaherian, Sahar Dolatshahi, Mehran Rajabi, Behrouz Shaibi ve Javad Ezati gibi isimler var. Film, Seyid Rıza’nın ilim ve irfan öğrenmek için ailesiyle gittiği şehirdeki yaşam mücadelesini konu alıyor. Eşi Zehra Sadat hastalanınca bütün yükü omuzlamak zorunda kalan Rıza, bir yandan derslerini aksatmamaya çalışır, bir yandan da halı dokumacılığı yaparak evin giderlerini karşılamak için uğraşır. Bu iş göz sağlığını da olumsuz bir şekilde etkiler. Çocukların bakımı için de gecesini gündüzüne katan Rıza, zorlu bir hayatın üstesinden gelmek için tek kişilik bir seferberlik ilan etmiştir. Gözleriyle ilgili problemi de yakınındaki kimseyle paylaşmaz ve ders alamaz, veremez bir hale gelir.

İşte, hayatta üzerine düşülmeyen detaylar, filmde öyle güzel bir şekilde sergileniyor ki, küçük şeylerden mutlu olmanın bütün sırlarını sizlerin önüne seriveriyor. Adeta bir hayat dersi niteliğinde olan finalde ise herkes kendi üzerine düşen payı alıyor.

Anekdotlarıyla izleyiciye duygu seli yaşatan film, sorumluluklarımızı da hatırlatıyor bize. Hayatın inişlerini anlatıyor…İşte o inişlerde takınılması gereken tavrı hafızalara mıh gibi kazıyor. Bir gönle dokunmanın verdiği mutluluğu ustalıkla anlatıyor. Altını çizeceğiniz kitap dolusu satırlar vaat ediyor…

O satırlardan birinin altını ben çizeyim… “İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz…”

Filmde bu satırlardan çok var. Buyurun onları da siz çizin.

İlkay Göçmen, Haber Point

Altın ve Bakır

İran yapımı olan “Altın ve Bakır” 2011 yılında vizyona girmiştir. Farsça “Tala Ve Mes” Humayun Esediyan yapımıdır.

97 dakika olmakla birlikte dram ve romantizm konularına değindiği kaynaklarça belirtilse de bizler farklı bir yorum katmak isteriz.

Seyyid Rıza ana karakterimizdir. Eşi ve iki çocuğu ile birlikte İran’da yaşamakta ve bir yandan okumakla meşguldür. Hayat gâyesini üniversite okumak, kitap yutmak olarak edinen kimselerden olan Seyyid Rıza’nın eşinin başına sarsıcı bir olay gelir. Eşi MS (Multipl Skleroz) hastalığına yakalanır ve ev hanımlığı yapacak durumda olmamakla birlikte özel bakıma ihtiyaç duymaktadır. Hayatın (Allah’ın) öğretisi burada başlamaktadır. Kendisi mektebe düzenli bir şekilde gidememekte, onun yerine ev işleri, hanımı, çocukları ve evin geçimi ile uğraşmakta ve okumanın gerçekte ne anlama geldiğini bu süreçte kendisi daha iyi kavramaktadır. Film, eşinin kur’an okuması isteği üzere İnşirah sûresi ile kapanmaktadır. Âyetlerin mânâsı ile film içeriğini bağladığımız da (ki en yararlısı budur) bir müslüman kimliğin nasıl davranışlar sergilemesi gerektiği ön plana çıkmaktadır.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

“Senin için bağrını açmadık mı?
İndirmedik mi senden o yükünü?
O sırtında gıcırdamakta olan (ve bu şekilde sana eziyet veren) yükünü?
Senin şanını yüceltmedik mi?
Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var.
Evet o zorlukla beraber bir kolaylık var!
O halde boş kaldığında yine kalk yorul!
Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O’na doğrul!”

Europes Daily

CENNETİN RENGİ

Cennetin Rengi… Özgün adı Rang-e Khoda (Reng-i Hüda / Allah’ın Boyası); ama daha çok İngilizce adı The Color of Paradise ile biliniyor. İranlı yönetmen Mecid MECİDİ’nin katıldığı on üç festivalden de ödüller ve adaylıklarla çıkmış başarılı bir çalışması. İran sineması için mükemmel bir örnek.

Küçük Muhammed (Muhsin RAMAZANİ) kördür ve körlere eğitim veren devlet okulunda yatılı okumaktadır. Dönem sonu geldiğinde tüm aileler gelip çocuklarını alırken Muhammed de babasının (Hüseyin MAHCUB) kendisini almasını beklemektedir; ancak ilk gün gelen giden olmaz.

Önemli bir sahne: Babasını beklerken Muhammed bir yavru kuşun yuvasından düştüğünü işitir, daha doğrusu işittiği sesten ötürü ortada tehlikeli, sıra dışı bir durum olduğunu anlar. Yavruyu yemeye gelen kediyi kovar, sesi takip ederek yavru kuşu bulur, zor da olsa ağaca tırmanır, dal dal dolaşıp yuvayı bulur ve yavruyu anneye emanet eder. Bu sahne bize Muhammed’in zekasını, duyarlılığını, doğa sevgisini, azmini, hırsını anlatan uzun ve güzel bir sahnedir.

Muhammed zeki bir çocuktur; öğrendiği braille alfabesiyle dokunduğu her nesneden üzerindeki pürüzlerle bir isim yaratmaya çalışmakta, bilgilerini doğayla bütünleştirerek kendi dünyasında bir oyunda, bir arayıştadır. O kadar ki Muhammed kuşların seslerine bile kör alfabesindeki gibi nokta değerler vererek onların dilini çözmeye çalışmaktadır; zira kuşların konuştuklarından emindir. İleri sahnelerde görürüz ki aslında bu hareketleri Muhammed’in Allah’a ulaşma çabasıdır, O’nu bulma gayretidir. Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşması üzerinden giderek Muhammed’in nasıl bir değer dünyasında yer almaya çalıştığı sonucuna ulaşabileceğimiz kanısındayım.

Dönem sonu okuma yazma sınavında Güneş’i yazarlar. Güneş dünyayı aydınlatır, ısıtır, enerji kaynağıdır ve güneşli günlerde hava aydınlık olur. Bu satırları öğretmenin ağzından duyduğumuz gibi bir kez de yazdıklarını parmaklarıyla okuyan Muhammed’in ağzından duyarız ve bu durum bizi güneş metaforuna zorlar. Köyüne dönerken nenesine ve kız kardeşlerine hediye alacak kadar duyarlı olan Muhammed’in Güneş’i köyü ve ailesidir. Film süresince benzer göndermelerle Muhammed’i çok başka bir değere yerleştiririz ister istemez ki Muhammed bu değeri fazlasıyla hak eden bir çocuktur. Belki de onun insanüstü -görmeye alışık olduğumuz insanın üstü- yapısıyla şiirsel bir ifadede yeniden hayat bulmasına şaşırmamaya alıştırırız kendimizi.

Muhammed okulda babasını bekleyedursun, babası bir gün sonra gelir Muhammed’i almaya; ancak Muhammed’i eve götürmeye çok da niyetli değildir bu aksi, suratsız adam. Geçimini dokuduğu halı ve kilimlerle sağlayan baba Ramezani neredeyse sadece halılarını satmak için gelmiştir şehre. Okul kapanmaktadır; babası mecburiyetten Muhammed’i alır, halılarını satar ve uzunca bir yoldan eve, köye, güneşe dönerler. Muhammed nenesine (Selime FEYZİ), kardeşlerine, rüzgâra, kuşlara, ağaçlara, eşsiz güzellikteki doğasıyla insanı büyüleyen köyüne kavuştuğu için çok mutludur. Ancak onu bekleyen bir tehlike vardır: Babası ölen karısının ardından yeniden evlenmek istemektedir ve evlenmeyi düşündüğü kızın ailesine Muhammed’den bahsetmemiştir bile; çünkü Muhammed onun için bir yüktür, bir utanç kaynağıdır.

Muhammed evinde, kardeşleriyle ve çok sevdiği nenesiyle kalmak isterken babası evliliğine bir engel olarak gördüğü Muhammed’i kendisi gibi kör bir marangozun yanına yamak olarak verir. Babasının oğlundan utanmasıyla, onu bir yük olarak görmesiyle gelişen bencilliği çok yanlış bir noktaya götürecektir aileyi. Muhammed’in marangoza (Murtaza FATİMİ) anlattıkları yürek yakıcıdır. O küçücük çocuk yürek yakan gözyaşlarıyla şunları söylemektedir:

“…Beni kör olduğum için istemiyorlar. Kör olmasaydım kasabadaki okula devam edebilirdim. Benden başka bütün çocuklar oradaki okulda okuyor; bense uzakta, körler okulunda okuyorum. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti, neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum; öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti, ama onu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak ona ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri de her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp ona ulaşmayı bekliyorum.”

Önceki sahneleri tamamlar niteliktedir bu açıklama.

Muhammed isminden de küçük bir çıkarım yapmak isterim: Muhammed’i canlandıran oyuncunun asıl ismi Muhsen RAMAZANİ; muhtemelen gerçek bir oyuncu değil, ancak gerçekten kör bir çocuk. Filmde Muhammed’in babasına ‘Ramazani Bey’ diye seslenirler; yani Muhsen’in gerçek soy ismi filmde kullanılıyor, ama ismi Muhsen yerine Muhammed olarak değişiyor. Bu değişimi hem kişiliğiyle hem de son sahnedeki -benim yorumumla- cenneti bulma mecazıyla birleştirdiğimizde Muhammed isminin de boşa seçilmediği sonucuna varabiliriz.

Bir önceki filmi Cennetin Çocuklarıyla Oscar’a aday olan ilk İran filmi başarısını kazanmış Mecid MECİDİ. Bu filmde İran sinemasının neden dünya sinemasında ayrı bir yerinin olduğunu isbatlar nitelikte muhteşem bir senaryo, kurgu ve üslûp bulacaksınız. İnsan doğasını doğayla harmanlayıp gerçek bir dünya yaratmayı başarabilen bir çalışma.

Cennetin Rengi… gözle görülebilen bir renk midir? Kim görebilir ki cennetin rengini? Bizler cennet gibi bir doğasıyla Muhammed’in köyünü, rengarenk kilimler için üretilen boyaları görürken, zevkle seyrederken; her nesneye, her sese dokunmaya ve ondan bir anlam çıkarmaya çalışan, küçücük kalbiyle kendini Allah’ı bulmaya adamış Muhammed’in cennete dokunduğunu görebilecek miyiz acaba?

Bir başyapıt… kaçırmayın…

M. A. BÜTÜNER

CENNETİN RENGİ (RANG-E KHODA)

Cennetin Rengi (1999)

Görme özürlü genç Muhammed Ramazani, Tahran’da görme özürlü öğrenciler için olan yatılı bir okula başlar. Muhammed yaşamdan zevk alan parlak bir çocuktur.

Okulun yaz tatiline girmesiyle Muhammed; dul babası Hashem, iki kız kardeşi (Bahare, Haniye) ve büyükannesinin yaşadığı köye döner. Hem büyük annesi ve kız kardeşleri hem de Muhammed üç aylık yaz tatili için eve döndüğüne çok mutludur.

Diğer taraftan Haşim, çocuğuyla iyi iletişim kuramamaktadır. Görme özürlü çocuğuna ailenin utanç kaynağıymış ve bir yükmüş gibi davranır. Yeni nişanlısına Muhammed’in varlığından bile bahsetmez. Haşim, Muhammed’in sorumluluğunu başından savmak için elinden geleni yapar. Örneğin, Muhammed’i çırak olarak yanına almak isteyen görme özürlü marangoza vermeye çalışır. Bu ise Muhammed için kaygılandığından daha çok oğlu için kaygılanan büyük anne için tam bir yıkım olur.

Büyük anne, oğlunun yüreğindeki Muhammed’in hak ettiği ve can attığı karşılıksız sevginin kaybolmuş olmasından kaygılanmaktadır.

Eğitimle Diriliş