admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Gülçehre

GÜLÇEHRE (2011) گلچهره

Bir ‘burkanın’ içinden hayat nasıl görünür?

Film; bakmak ile görmek arasındaki farkı yansıtarak başlar. Bu farkı, filmin ortalarına hatta sonuna doğru anladığınızda başlangıçla bağlantıyı kurmuş olacaksınız. Yönetmen bir soru/n bırakarak zihninize, filmin akışına bırakıyor sizi.

Tarihi olmayan hiçbir şeyin varlık dünyasında yer almadığını biliriz ya, bu film de işte tarihî bir geçmişin, toplumsal bir düzenin getirdiği yaşanmışlığı, patolojik sorunları, savaşı, dramı tüm aleniliği ile sunuyor size.

01

Taliban’ın savaş estirdiği Afganistan’da Eşref Han (karakteri), çocukluğunun geçtiği “Gülçehre Sineması”nı yeniden inşa etmek isteyince; sanat için mücadele azmi karşısında, sanatla dini kullanarak savaşanların zihniyetiyle karşılaşırsınız. “Aç olan insanların sükûnete bir nebze daha ihtiyaç duyduklarını” düşünen, savaş ve avarelikten usanıp birer birer ölen gençlerin haline dayanamayıp kalbi ağlayan, sinemaya aşkla bağlanmış ve bu uğurda ölmeyi bile göze alacak olan bir adamdır Eşref Han.

02

Düşünün! Kendi ülkenizde/şehrinizde devamlı olarak bombardıman altındasınız. Ölümün sesi kulaklarınızda çınlıyor ama yaşamak zorundasınız. Yaşamak zorundasınız ölenler için! Aşkla bağlandığınız davanız/derdiniz için adım atmaktan geri durabilir misiniz? Ya da bu zulüm ve dayatma sizi durdurabilir mi?

Kültürü devletten ziyade asıl kendilerinin koruduğunu iddia edenler: kendi kültürel üretim ve gelişimlerini yok ederek nasıl sağlayabilirler?

Sinema kültürüyle yeni bir çağ başlatmak için hayat mücadelesi ortaya koyan Eşref Han, sınır bölgesinden geçerken askerin “savaşın içindeki bu Afganlılara dikkat edin” dediğinde, “Allah’a tevekkül ettim” diyerek yardımlarını esirgemeyen İranlı Guderz Bey, hep acı imtihanlar karşısında sağlam durmaya çalışan yüreği naif Doktor Ruhsare Hanım, bir milletin tarihini yok etmenin o milletin öz benliğini yok etmek demek olduğunu idrak eden ve milletinin tarihi köklerine sahip çıkmak isteyen Salar Bey, ne için uğraştılar peki?

03

Ne için derseniz deyin. Filmi izlediğinizde vicdanınızın şahlandığını, kalbinizin ağladığını hissedeceksiniz ve kalakalacaksınız yaşanan gerçekler karşısında.

Efruze

Murmulek

01

Ülkemizde de dizisi yapılan malum Kertenkele filmi kendisi. Tabii bizde dizi tutunca almış yürümüş, çok başka yerlere kaymış konu. Şöyle bir baktım filmi izleyince alakası yok. Çıkış noktası ve şuan ki hali ancak bu kadar sapıtabilir bir hikayenin. Neyse gelelim filmimize..

Film gayet güzel bir yapım ve oldukça anlamlı. Bir hırsızın içindeki ufacık bir vicdan kıpırtısının bile ona nasıl güzel döndüğünü harika anlatmışlar. Üstelik bir İran filmi izleyip ciğerimin dağlanmaması da ayrıca hoştu. Malum genelde ağlatırlar insanı. Yalnız filmin sonundaki kadının tövbe etmesi olayı biraz abartılmıştı. Bir anda kendinden geçmesi falan absürt bir haldeydi. Onun haricinde hem güldüren, hem de etkili bir yapım olmuş. Bence izlemelisiniz.

02

Filmin Konusu;

Rıza hırsızlıktan hapse girer ve hapishane müdürünün uyguladığı sistemden bunalmıştır. İntihar etmeye karar verir ama koğuş arkadaşı ona engel olmaya çalışır. Bu sırada yaralanıp hasteneye yatırılır. Oda arkadaşı bir molladır ve arada ona takılır. Doktor taburcu olup hapishaneye geri gönderileceğini söyleyince mollanın kıyafetleri ile kaçar. Bir arkadaşı ona pasaport ayarlar ve pasaportu alıp kaçmak için yola çıkar. Trende tanıştığı insanlara yeni atanan imam olduğunu söyleyince herkes tarafından sahiplenir. Uzun süredir beklenen biri olduğu için herkes merakla onu izler. Rıza ne zaman pasaportunu alabilmek için bir işe kalkışsa herkes tarafından sürekli yanlış anlaşılır. Bir türlü kaçamaz ve gitgide sevilen bir imam halini alır.

03

Evde Yohuz

Hollywood ve İran Sineması

Popüler kültürün en önemli parçalarından biri olan Sinema, sonraki nesillere aktarılacak en önemli iletişim araçlarından biri olması bir yana, son dönemlerde bir ideoloji silahı haline geldi. Sinema’nın dünya tarihindeki yeri genellikle sanatsal anlamda ön plana çıkarken, yenidünya düzeninde artık ülkelerin bir psikolojik harp mekanizması haline geldi. Makalemizin bu bölümünde İran Sinemasını ele alırken, diğer sayımızda Hollywood Sinemasını ele alma imkânı bulacağız…

İran Sineması

İran Sinema tarihine yakından bakarsak özellikle İslam Devrimi’nden sonra kendine ait bir üslup geliştirerek bu alanda önemli başarılara imza atmış olduklarını söyleyebiliriz. En ciddi ilerlemesini 1990’lı yıllarda gerçekleştirmiş olduklarını da buraya eklemekte fayda var. Şahsen Abbas Kiyarüstemi, Muhsin Mahmelbaf, Ferecullah Silahşör gibi sinemacılar sayesinde bu alanda müstahkem bir yer edindi diyebilirim. Bilakis bu yükselişin İran Sineması’na uluslar arası düzeyde de birçok ödül getirdiğini de unutmamak lazım. Genel anlamda söyleyecek olursak hayatın realist bir üslupla başarılı bir şekilde beyaz perdeye yansıtılması, karakterlerin hikâyeler içine gerçekçi bir şekilde oturtulması ve yine realist senaryolar kullanılması İran Sineması’nın en belirgin özellikleri olarak öne çıkıyor…

Gerçek şu ki İran sinemasının, Hollywood sinemasına karşı eleştirel duruşuna, ekonomik ve toplumsal açıdan sahip olduğu kısıtlı imkânlara, siyasal düzeyde Batı ülkeleriyle yaşanan krizlere rağmen kazandığı başarılar, alternatif sinema açısından çok önemli bir duruş sergilemektedir. Geleneksel filmlerin yanında politik ve felsefi filmlerin beyaz perdeye taşınması gözleri İran Sineması’na çevirdi. Aslında İran Sineması’nın geçmişi 100 yıl öncesine dayanıyor. İlk dönemde öne çıkan filmler olsa da İran Sineması kendine has filmleriyle ülke içinde geniş kitlelere ulaştı. İslam Devrimi’nin ardından sinema alanında belirli konularda yapıt vermek zorlaştı. Ülkenin siyasal ve kültürel yapısında meydana gelen köklü değişimlerle, sinemanın gidişatı da değişti. Bu dönemde İran sineması kısa bir duraklamanın ardından çalışmalarına yeni baştan başladı. Yapılan denetimler de sinemayı mental alanlara yöneltti. Bununla birlikte İranlı film yapımcıları mevcut İslami yönetimin kırmızı çizgilerini aşmadan sinema adına çok sayıda önemli işler yapmaya başladı. Aile filmleri ve Tarihi filmler başta olmak üzere konu üzerinden anlatılan filmler ön plana çıktı… Genel olarak baktığımızda sanatsal filmlerin ağırlık olmasının sebebini de bu durumla açıklayabiliriz.

Ekonomi/Bütçe

İran İrşat Bakanlığı sinema için yıllık 300 milyon dolarlık bir bütçe ayırıyor. Tabi özel sektör ve diğer kuruluşların da kendilerine ait bir bütçesi var. Yapılan araştırmalara göre İslam Devrimi’nden önce İran’da 450 sinema salonu vardı. Ancak bu sayı devrimden sonra bir hayli düştü. Tahran’da 90 tane sinema salonu var. Şimdi ise bu sayı artırılmaya çalışıyor. 100 kişiye bir sinema salonu düşmesi için hükümet çalışma yapıyor. Ülke genelinde 20 şirket film dağıtımı yapıyor. Aynı zamanda Ortadoğu’nun en büyük kaset kopyalama merkezi ise İran’da. İran’da öne çıkan bir diğer alan ise “Aile Sineması”. Sinemaya gidemeyenler için aile sineması hayata geçiriliyor. Devlet destekli çekilen filmler CD’lere kopyalanarak taşraya ulaşması sağlanıyor. Böylece sinema en ücra yerlere bile ulaşıyor…

Sonuç olarak;

Sinemayı, bir ülkenin siyasal, kültürel değişiminden bağımsız düşünmek doğru olmaz. Zira sinema, tarihe tanıklığını insanların hafızasına işler. Senelerdir dünyanın yakından takip ettiği Hollywood sineması bizlere ne sunarsa onunla yetinmek zorunda kaldığımızı itiraf edelim. Genel anlamda tarihe tanıklığı minimum seviyede tutup daha çok kurgular üzerine gitmeyi kendilerine bir yol olarak tutmuşlardır. Aşk’ı, sevişmeyi, dramayı, uzaya çıkmayı doğrusu en çok Hollywood yapımlarında izledik ve hâlâ da izlemekteyiz. Amerikan tarihi çok eskilere dayanmadığından ve birikiminde bizlere sunabilecekleri çok fazla materyal bulunmadığından, dünya tarihini ön planda tutmak istememeleri bizleri kısıtlı bir eksen içerisindeki yukarıda saymış olduğum yapımları izlemek zorunda bırakıyor, western yapımlarını saymazsak. Western yapımları yıllarca soluk benizli ve beyaz adam hikâyelerini birbirlerine benzer olarak ısıtıp ısıtıp önümüze koydular, biz de yemek zorunda kaldık. Zaman geçtikçe, Kâh uzaya çıkma girişimleri oldu kâh insanlığı ve dünyayı kurtarma girişimlerinde başarılı oldular, bizlerde büyük bir hayranlık ile izleyip bu yapımları takdir etmekten geri kalmadık.

Bu Filmi mutlaka izleyin: Cennetin Çocukları (Bacheha-Ye Aseman)
Bu Kitabı Mutlaka Okuyun: İnsanın Dört Zindanı (Ali Şeriati)
Bu Şarkıyı mutlaka dinleyin: Ye Tike Zamin (Mohammad Esfahani)

Bir de;
Mutlu ve Esenle Kalın…

Ergin Borobey

Allah Yakındır

خدا نزدیک است (Hüda Nezdik Est) orijinal isimli İran filmi. Başrolde muhitin delisi Rıza (Babek Hamidiyan).

Deli diyorlar ona ama öyle değil. Rıza diğerlerine göre coşkulu yaşıyor.

Rızanın ruhu, konfora düşkünlük göstermemiş.

Çabalayarak, didinerek günlerinin içini doldurmaya çalışan bir motorsiklet taksi rıza.

Bir gün gözlerinden kalbine giden o savunmasız yolda aşk’a düşer Rıza.

Yeni köy öğretmenine daha ilk bakışta aşık olur.

Her gün, bir sonraki gün onu görecek olmanın heyecanıyla yatağına girer, onu düşünür düşünür ve düşünür.

Unutur her şeyi, onu düşünür.

Altını bir miktar çizeceğim diyaloglar dışında, tasavvufa biraz ilgi duyan herkesin izlemesi gereken bir film.

Filmin yönetmeni Ali Vezirian. Gerek senaryo, gerek oyunculuk ile göz, gönül dolduruyor.

Tabi ilgisi olanlara hitap eden bir senaryo olduğunu söylemek lazım.

Ama eğer ilginizi çekerse izlediğiniz en iyi on filmden biri olması kaçınılmaz.

Filmde Leyla ile Rıza gri bir günün ortasında ağaçların arasında otururken dingin bir diyaloğa girerler;

– ‘Yüreğim kanıyor.., ama, heyhat! Bu yaraya bir merhem yok!’

+ Hafız’ın şiiri.

– Hayır. Bu şiir Seyyid Yahya’nın. Her üzüldüğünde bunu okuyor.

+ Ben de her üzüntülü anımda bir şiir okuyorum:

“Ey, Aşk..! Ateşdir senin nesebin..;

Niteliğin dumandır, kaynağın ise rüzgar..

Su, tufâna dönüştü.. Toprak da küle..;

Senin kokunla ateş rüzgara karıştı…

Şirinsiz her saray, bi sütûn gibi viranedir..;

Ferhatsız her dağ bir saman çöpüdür rüzgarda…

Yedi nesil öteye, tüm atalarımız gâmdı..;

Bize miras kalan hep sonsuz keder oldu..

Rüzgar esince toprağımızdan senin kokun geliyor..;

Sadece sen kalacaksın, biz hepimiz gidince…”

Meyilli olanları, Bab’aziz de anlattığımız o ateşe uçan pervane/yusufçuk gibi yakacak bir sahnedir.

Leyla, bu sahneden sonra Rıza’ya ilgi duyar.

Ama ilgisi sadece merhamet içeriklidir.

Rıza’nın aşkı hala tekil, hala yanlızca kendisini bağlayan bir haldir.

Çok da önemli olmayan bir spoiler olacak ama izlemeden önemsiz olacak, gün gelip Leyla gittiğinde, bir zalime yar olduğunda Rıza kozadaki tırtıl olur. Ve o gün gelir, çıkar kozasından özgür bir kelebek gibi aşkın özüne konar.

– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.

+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.

– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.

+ Başka bir Leyla’yı arıyorum.

Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği.

İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın..

Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..

– Allah her yerde hazırdır.

Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın.

Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..

+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?

– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Ersin Harman, Elazığ Yeni Ufuk Gazetesi

Ötekinin Babası

Çocuklar nasıl hem bu kadar vicdanlı olup hem dünyanın en acımasız varlıklarına dönüşebiliyor. Bunun sebebi hepimizin içinde var olduğu söylenen şeytan mı yoksa etrafımızdan ne görsek onu taklit etme eğilimimiz çocukluktan mı başlıyor? İkincisinin daha ağır bastığına inanmışımdır.

2015 yapımı “Ötekinin Babası” filminde bu ikilemin nelere sebep olabileceğini görüyoruz. Şahap 6 yaşında bir çocuktur fakat konuşamamaktadır. Konuşmak istemiyor desem belki daha doğru olacak. O konuşamadıkça etrafındaki insanlar onu aptal olmakla, engelli olmakla, salak olmakla, inatçı olmakla suçlayıp duruyor. İnsanlara zarar verme eğiliminde olan vahşi bir varlıkmışcasına da kendilerinden uzaklaştırıyor.

Buna kendi babası da dahil. Aslında konuşmayarak kendini anlatma çabası içinde Şahap. O nedir öyle demeyin bazen sessizlikle kendini anlatmak daha iyidir. Şahap anlaşılamadıkça hırçınlaşıyor, insanlar ona konuş dedikçe aksine konuşmuyor yanında olup onu anlayan tek insan annesi ama o da nasıl davranacağını bilmediği için çaresiz. Babasıyla onun yüzünden tartıştığını gördükçe Şahap kendi içine kapanmaya karar veriyor. Şahap’ın sessizliği aile bireylerinin yaptıkları kötülükleri onun üstüne atma fırsatı oluyor. Ailesi en son tıbbi yardım almaya karar veriyor fakat bu Şahap’ın evden kaçmasıyla sonuçlanıyor. Ona çok iyi davranan iki yaşlıyla Şahap belki babasında bulamadığı şefkati buluyor, bahçe sulamayı öğreniyor, kendine aptal demeyen her yaptığını destekleyen insanlarla olmanın güvenini yaşıyor. Bu hayatta ne olursanız olun anlaşılmak çok mühim diye düşünüyor insan. Anlaşılmanın getirdiği huzuru da cebinizde taşıyarak yaşamak Şahap için bulunmaz nimet oluyor.

Şahap’ı anlayan insanlar bir tanesi de anneannesi. Şahap’ın ne hissettiğini, ne düşündüğünü gerçek anlamda anlayan belki de yegane kişi. Onun sayesinde Şahap her şeyin başka türlü olabileceğini karar verip yeni hayatına adım atmaya başlıyor. Anneanneyi oynayan Süreyya Kasimi ve Şahap’ı oynayan ufaklık arasındaki ilişki insanı duygulandıracak cinsten.

Çocukların anlaşılması, huzur bulması, mutlu olması ve kalplerinde en ufak bir çizik bile olmaması dileğiyle.

Kızlar Bağırmaz!

Herkese merhabalar,

Birçok insanın belki de çok önceden keşfettiği, benimde keşfetmek için müsait bir zaman dilimini kovaladığım İran sinemasından bir filmi paylaşacağım.

Türkçe çevirisi Şşş! Kızlar Bağırmaz! olan bu film, İran sinemasının en gözde dram yapımlarından bir tanesi olarak dikkat çekiyor. 2013 yılında beğeniye sunulmuş olan filmin konusu ise pedofili…

Bir insanın hayatının daha sekiz yaşındayken nasıl karartıldığını ve bunun psikolojik olarak bıraktığı etkilerin yanı sıra yetişkinlerin çocuklarına karşı ne kadar duyarlı olduğunu düşünmeye davet ediyor. Aslında film üzerine tartışmaya kalksak sanırım bunun sonu gelmez.

Kuracağınız empatinin de etkisiyle sizi gözyaşlarına boğacak bu film, Hollywood’un fantastik filmlerinden sıkılanlar için gerçek dünyanın kapılarını aralayan en iyi yapımlardan bir tanesi.

İyi seyirler…

Bahar Kılıç

Kirazın Tadı

Kirazın Tadı; Abbas Kiarostami’nin yazıp-yönettiği dram türündeki 1997 İran yapımı filmdir.

Minimalist (sadeliğe ve nesnelliğe önem veren) bir yapımdır. Film, gösterildiği yıl, Cannes Festivalinde, Shohei Imamura’nın Yılanbalığı filmiyle Altın Palmiye ödülünü paylaşmıştır.

Filmin Konusu: Bedii bey; zengin, yaşamdan mutlu olmayan ve intihar etmeye karar vermiş biridir. Planını yapmıştır. Bir ağacın altına kazdığı mezarın içine yatacak, aşırı dozda uyku hapı alacak ve uyuyacaktır. Tek istediği ise bir kişinin sabah gelip kendisini kontrol etmesi, yaşıyor ise hastaneye götürmesi, ölmüş ise üzerine toprak atıp, mezarı belli olmayacak şekilde kendisini gömmesidir.

Film boyunca, üç farklı kişiden intiharından sonra ki bu süreç için yardım ister. Onlara para teklif eder. Bu kişiler: Kürt bir asker, Afgan bir ilahiyat öğretmeni ve Doğal Tarih Müzesi’nde çalışan yaşlı bir Türk’tür. Aralarından sadece biri bu teklifi kabul eder.

Hakan ÜZKAT

Melbourne [2014]

Hani bir söz vardır; kul kurar kader gülermiş, diye. İran sinemasının değerli örneklerinden biri olan Melbourne filmi işte tam olarak bu sözün beyaz perdeye aktarılmış hali olarak karşımıza çıkıyor. İran sinemasında dram türündeki sayısız, etkileyici ve başarılı film örnekleri ile karşılaşmamız mümkün ancak Melbourne filmi İran sinemasına adete yeni bir soluk kazandırarak dram ve gerilim türlerini bir arada izleyiciye çok başarılı bir şekilde sunuyor. Üstelik Melbourne filmi yalnızca İran sınırlarında kalmayıp 2014 Venedik Film Festivali Eleştirmenler Haftası’nın açılış filmi olarak gösterilmiş ve bir çok festivalden ödülle dönerek, büyük övgü toplamış bir film.

Melbourne akış ve kurgu olarak çok basit gibi görünsede, izleyicinin bir dakika olsun filmden kopamadığı çok başarılı ve gerilim yüklü bir durum filmi. İzleyici filmin tüm yalınlığına rağmen, izlerken derin hayal kırıklıkları, yıkılan hayaller, zorlu ilişkiler ve sorular ile karşılaşıyor. Hatta çoğu zaman neyin doğru neyin yanlış olduğu bile birbirine karışıyor.

Yönetmen Nima Cavidi’nin ilk uzun metrajlı filmi olan Melbourne, hayalleri ve kaderleri arasında kalmış Sara ve Emir çiftinin hayatlarının kısacık ama belki de en önemli anlarına şahit ediyor bizi. Sara ve Emir sevdiklerini geride bırakma pahasına, hayallerinin peşinden koşarak, üniversite öğrenimi görmek için İran’dan ayrılarak Avusturalya’nın Melbourne şehrine doğru yola çıkmaya hazırlanıyorlar. Onlar heyecanla ve telaşla taşınma hazırlıkları yaparken ve uçaklarının kalkmasına bir kaç saat kalmışken, bizde onların bu tatlı telaşesine ortak oluyor, hayallerini paylaşıyoruz.

Hayatta bütün başımıza gelen felaketler hiç beklemediğimiz anda, birden bire oluverir ve bizi savunmasız yakalar ya, işte Sara ve Emir için de o anda o evin içinde başlarına gelen talihsiz bir olaydan dolayı herşey tam tersine dönüyor ve adeta kabus dolu saatler başlıyor. Çok zor bir sınav bu ikisi için de. Bir tarafta vicdanları bir tarafta hayalleri…İzleyici olarak bizim de sorgulamalarımız o olaydan sonra başlıyor, sürekli alacakları kararları merak ediyor, çalan her telefon ve kapı zili ile irkilmeye başlıyoruz. Melbourne filmi öyle doğal ve gerçek ki, zaman zaman film olduğunu bile unutturuyor bize. Hayatta herkesin başına hiç beklemediği bir kötü olay gelmiştir çünkü. Herkesin hayalleri illaki bir zaman yıkılmıştır başına. O anlarda aldığımız kararlar ise kaderimize yön verir artık. Doğru olandan yana olmak, vicdanlı davranıp gerekirse hayallerimizden vazgeçebilmek mi? Yoksa hayatımız boyunca içimizde yük olarak taşıyacağımızı, vicdan azabı çekeceğimizi bile bile, bencilce yanlış olduğunu bile bile hayallerimizin peşinden koşmak mı? İşte bu sorular arasında gidip geliyor durmadan Sara ve Emir’de…Film yalnızca onların hissettiklerini aktarıyor bize, bu doğru, bu yanlış demiyor.

Bir çiftin başlarına gelen bir felaket karşısında zaman zaman nasıl çatıştığını ama yine de nasıl birbirlerine saygı ile kenetlenebildiklerini gösteriyor.

Filmi izledikten sonra sizde kendinize dürüst olun ve cevaplayın bakalım;

Siz olsaydınız ne yapardınız?

Melbourne – İran Filmi

melbourne

Melbourne, 2014 yılı İran yapımı bir filmdir. Filmin oyuncu kadrosunda, Peyman Muadi, Nigar Cevahiriyan, Şirin Yezdanbahş, Mani Hakiki ve İlham Kurda yer alıyor. IMDB puanı 6,8 olan filmin senaryosunu yazan ve aynı zamanda yönetmen koltuğunda oturan isim ise Nima Cavidi, Melbourne’un kendisinin ilk uzun metrajlı filmi olması da filmin dikkat çeken özelliklerinden bir tanesi.

Nima Cavidi’nin yazıp yönettiği İran sinemasına ait bu filmde, öğrenimlerini devam ettirmek üzere Avustralya’nın Melbourne şehrine gidecek olan genç bir çiftin hayatı anlatılıyor. Öyle ki, eşyalar toplanmış, valizler hazırlanmış, eş, dost, akraba ile görüşülmüş. Gitmek için sadece uçak saatinin gelmesine ihtiyaç var. Fakat hayatın her alanında olduğu gibi, burada da bazen planlar dâhilinde olmayan, ani ve çarpıcı gelişmeler yaşanıyor ve bu genç çiftin, yeni bir ülkede yeni bir hayata başlama heyecanı yerini birden korku, endişe ve paniğe bırakıyor.

Dilerseniz şimdi, filmin künyesine bir göz atalım.
• Yönetmen: Nima Cavidi
• Oyuncular: Peyman Muadi, Nigar Cevahiriyan, Şirin Yezdanbahş, Mani Hakiki, İlham Kurda
• Tür: Dram
• Yapım Yılı: 2014
• Senaryo: Nima Cavidi
• Ülkesi: İran İslam Cumhuriyeti
• Süre: 87 Dakika
• Orijinal İsim: Melbourne

“Kader, insanın elinde mi şekil alır yoksa önceden yazılmış ve yaşanmayı mı beklemektedir?” Melbourne, bize bunun cevabını çok güzel ve etkileyici bir şekilde veren bir film. Genç bir çift, eğitim için dünyanın öbür ucuna gitmek için tüm hazırlıklarını yapmış, ev sahipleriyle konuşup anlaşmışlar. Eşyalar toplanıp, satılıyor. Çünkü planları Melbourne’de 3-4 sene kalma niyetindeler, gelince belki de yeni bir evde yeni eşyalarla yaşamlarını devam ettirecekler. Emir Ali ve Sara. Genç çift, valizlerini hazırlamış, tanıdıklarıyla son görüşmelerini yapıyor, helalleşiyorlar. Ancak, öyle gelişmeler oluyor ki, değil Melbourne hayallerinin suya düşmesi, yüreklerinde onulmaz bir yaranın açılması ve ömürleri boyunca duyacakları bir vicdan azabı edinmeleri kaçınılmaz oluyor.

Filmde İran’daki sosyal yaşantının nasıl işlediği, karı – koca arasındaki ilişkinin düzeyi, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin yanı sıra, arkadaşlık ilişkileri de iyi bir şekilde yansıtılıyor. Hayat, olduğu gibi devam ederken, ortaya çıkan bazı olumsuzlukları çözmeye çalışan Emir Ali ve Sara çiftinin kendileriyle sürekli çatışmaları da filmin can alıcı sahnelerini oluşturuyor.

Filmin başında kulaklarınıza misafir olan bir küçük sözün, sonlarına doğru karşılık bulması filmdeki bütünlüğün korunması açısından çok büyük önem arz ediyor. Özellikle yönetmen Nima Cavidi’nin ilk filmi olması bu tür konularda dikkatli olan sinemaseverleri de filmi daha dikkatli izlemeye sevk edecektir.

Melbourne filminin, bütünüyle bir ev içerisinde geçmesi daha önceden örnekleriyle karşılaştığımız bir tekniktir. Emir Ali ve Sara’nın aslında aynı şeyleri düşünürken tartışmaları ise çiftler arasındaki ilişkinin dış etkenlerin tesiriyle nasıl şekil alabildiği ve erkeğin stres, korku altında nasıl kapsayıcı, sorumluluk alıcı ve sakinleştirici tutumlar izlemeye çalıştığının da bir göstergesi.

Emir Ali ve Sara çiftinin başlarına gelen felaketten nasıl sıyrılmaya çalıştıkları ve bu süreç içerisinde kendileriyle, birbirleriyle ve diğer insanlarla nasıl çatışmalar yaşadıkları, sinir krizleri, sakinleşme çabaları ve tüm hayallerinin başlarına yıkılması endişesi ile bir çıkış yolu aradıkları Melbourne filmi, henüz bir “ilk film” olmasının da getirdiği tolerans ile fazlasıyla iyi… Bu türün izleyicisi için, güzel bir örnek teşkil etmekte ve dikkat çekmektedir.

Başlarına ne gelirse gelsin, kavga edip, tartışsalar dahi, birbirlerine olan sevgileri ve saygılarından ödün vermeyen bir çiftin, bir felaketle olan mücadelesini heyecanla izleyeceğinizi düşünüyoruz. Ayrıca, Emir Ali’nin yer yer karısı Sara’ya aşkla “Saracan” diye seslenişi de içinizi ısıtacak.

Keyifli seyirler…

Candide

Melbourne (2014)

Doğrularla mutluluğa ulaşabilmek mümkün iken insan neden yalanlardan koza örer etrafına? Bu yalanların sizi daha zor duruma sokacağını bile bile üstelik. Yalanlar doğrulardan daha mı kolaydır, belki daha eğlenceli, belki de insanoğlu kendine acı çektirmekten hoşlanıyordur.

İyiliği sadece kendimiz için mi dilemeliyiz herkes için mi? İyi olduğunu düşündüğümüz benliğimiz herhangi bir kötülük karşısında ne yapardı? Kendimizi mi aklardık yoksa doğru olanı mı yapardık? Sınanmayan iyilik, iyilik midir? Vicdanımızın sesini dinlemek gerçekten önemli midir yoksa işimize gelmeyen yerlerde vicdan o kadar da önemli değil midir? Çıkarların sesi dünyanın bütün seslerini bastırabilir mi? Gerçekten suçsuz muyuz? Filmi izlerken aklımdan bu düşünceler silsilesi geçti.

Eğitimlerine devam edebilmek için Avusturalya’ya gitmeye çalışan Sara (Nigar Cevahiriyan) ve Emir’in (Peyman Muadi) hikayesi. Kendi halinde duru bir hikaye anlatacak diye düşünürken gerilimi yüksek bir ortama sokuyor izleyenleri. Uçuşlarına saatler kala komşu emaneti bir bebekle işler hiç istemedikleri bir noktaya getiriyor onları.

Birbirimize aslında ne kadar güvenmediğimizi ya da güvenimizin ne kadar kolay kırılabileceğini düşündüm izlerken. Yanlış şeyler konusunda etrafımızı suçlamanın en akılcı yol olduğu yanlışına sıklıkla düştüğümüzü ve iyiliklerin başıma bela açabileceğini unutmamız gerektiğini de tekrar hatırladım.

Nerdeyse bir odada ve iki karakter arasında geçmesine rağmen diyalogları itibariyle seyir zevki yüksek bir film diyebiliriz fakat ilk yarısında akıcılığı ile öne çıkarken ikinci yarısının aynı etkiyi yakalayamadığını düşünüyorum. İzlerken sürekli karakterle empati yaparken buluyorsunuz kendinizi. Diken üstünde izliyorsunuz yani gerilimi o anlamda etkileyici gelecektir.

İran filmlerinin dünyanın her yerinde ilgiyle takip edildiğini biliyorsunuzdur. 2014 yapımı ‘Melbourne‘ Venedik Film Festivali Eleştirmenler Haftasının açılış filmi olarak kendine yer bulmuş. Aynı zamanda yönetmen Nima Cavidi’nin ilk uzun metrajlı filmi olması sebebiyle de dikkatleri çekmektedir.

Semra Savuk, YeniKaynak