admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Filistin’e Veda

Birinci dünya savaşının sonlarına doğru Osmanlı ordusunun cepheden çekilmesiyle İngiltere kontrolüne geçen Filistin toprakları tam bir sömürü haline dönüştürüldü. 1917-1948 tarihleri arasında İngiltere eliyle ekonomik ve sosyokültürel erozyonlara uğratılan bölge halkının borçlandırılarak topraklarının ellerinden alınması ve yıl 1948 olduğunda bölgenin hazır bir devlet toprağı olarak Siyonist Yahudilere verilmesi Selahaddin Eyyubi’nin fethinden sonra ikinci kez Filistin’in müdafaasını zorunlu hale getirdi. Sürekli direnen ve topraklarını bırakmak istemeyen müslüman halka sistematik işkence ve yaptırımlar uygulayan yahudiler Filistin’in tamamı ve devamında arz-ı mevud topraklarına sahip olmaya, Filistinli Müslümanlar ise bütün yalnız bırakılmışlıklarına rağmen tükenmeyen enerjileri ile intifadalar düzenlermeye ve şahadete yürümeye devam ediyor.

Bu parağraftan hareketle; İranlı yönetmen Seyfuıllah Dad’ın gözünden 1948 yılı Filistin’inde İngiltere’nin bölge yönetimini Siyonist yahudilere bıraktığı günlerde yirminci yüzyılın en büyük insanlık suçlarından ve işgallerinden birinin başlangıç noktasına bakıyoruz. Batının bütün desteğini arkasında, ortadoğu halklarının derin sessizliğini karşısında bulan siyonist yahudiler mazlum bir toplumun kanları üzerine bir devlet inşaa etmek için bütün insani değerleri unutmaya yemin etmişcesine şedit ve acımasızca katliamlarına başladıklarında, Filistinlilerin topraklarını terk etmelerini istemekle tehtidin yüzünü gösterdiler.

Topraklarını terketmek istemeyen ve direnmeken başka bir çaresi olmadığını bilen Doktor Said ve Gazze’de yaşamaya mahkum edilmiş babası Raşid’in ideal duruşlarına karşın toplumun geneline sirayet etmiş korku psikolojisi Filistinin boşaltılması hususunda siyonist yahudinin işini kolaylaştırıyordu.

Ağır dram olarak izlediğim “Filistin’e Veda” filminde Doktor Said’in ve eşinin öldürülmeleri ardından evinde günlerce aç kalan çocukları bebek Ferhan’ın Varşova’dan gelen yahudi bir ailesinin eline verilmesi ve babaannesi Safiye’nin küçük Ferhan’ı geri alma çabası Filistin tarihinin varoluş mücadelesi üzerinden anlatılıyor.

Hiçbir insani değer taşımayan ve taşımayı zaafiyet olarak gören siyonist yahudi zihniyeti etki alanını genişletmek ve muhtemel engelleri ortadan kaldırmak maksadıyla, Filistin’de sadece müslümanları değil aynı zamanda diğer dinlere mensup insanları da yurtlarından sürmekte ve en ufak bir dirençle karşılaştığında kadın, çocuk ayrımı yapmaksızın öldürmekten asla çekinmemektedir.

Filmin hareket noktasını doktor Said’in bir patlamayı ihbar etmesi olarak belirleyen yönetmen Dad filmin mesajını; dünyada olan bitene karışmayan müslüman problem yaşamaz, metaforu üzerine kuruyor. Siyonist yahudinin ırkçı tutumuna ağır dram bir filimle tepki gösteren yönetmen Dad bu filmle ortaya koymuş olduğu farkındalık için her türlü takdiri hak ediyor.

Filmi izlerken düşünülmesi gereken bir diğer konu ise Hristiyan İngiltere devleti neden bir yahudi devleti kurar. İslam coğrafyasının içine atılan bu virüs küfrün tek bir millet olduğu gerçeğini getiriyor.

İzlenilmesi gereken bu film ile oluşturulan farkındalığın Filistin davası hatırına yayılması gerektiğini düşünüyorum.

Ahmet Kanar

Kebuter ba Kebuter

Davul Dengi Dengine, yönetmenliğini Ali Hazeyfer’in üstlendiği evlillik ve evlilik öncesi sürecin anlatıldığı bir film. Filmimizin orijinal ismi ise Kebuter ba Kebuter. Aslında Türkçe  ismini duyduğumuz zaman da filmin konusunu az çok tahmin edebiliriz; ama film, bu tezi ne “bu böyledir” diyerek doğrular ne de birebir savunur; sadece bu soruyu izleyiciye sorup cevabını da bir evli çift, iki bekar ve kocasını kaybetmiş yalnız yaşayan bir kadın üzerinden seyircinin bulmasını sağlar. Filmde bu ana temayı besleyen yan temalar da yer almaktadır. Şimdi filmi ve bu örnekleri yan temaların da yardımıyla tek tek analiz ederek ele alalım:

Film Peygamber Efendimizin (s.a.a) bir hadisiyle başlar: Nikah benim sünnetimdir ve her kim sünnetimi terk ederse benden değildir. Bu hadisle, filme ve filmde verilecek olan mesaja dair önemli bir ipucu verilir (foreshadowing olarak değerlendirebiliriz) ve ardından ana karakterlerden olan Said ve Mahbube’nin nikah sahnesi gelir.

Said ile Mahbube yeni evlidir, ama ne paraları ne de eşyaları vardır. Sahip oldukları tek şey birbirlerine olan aşklarıdır. Mahbube çeyiz kuramamıştır, bu onu oldukça üzmektedir. Evlerinde buzdolabı bile yoktur. Said, Mahbube’ye çeyize dair bir isteği olmadığını gülümseyerek belirtir.

Bu süreçte Said’de yavaş yavaş para takıntısı oluşmaya başlar. Bu takıntı Said’i fark etmeden ele geçirecektir. Said, evlenirken kızkardeşi Reyhane’nin çeyizini almıştır. Bu mesele yüzünden de Mahbube ile aralarında huzursuzluğa yol açan sürekli bir gerginlik baş gösterir.

Mahbube tok gözlü ve alçakgönüllü biridir. Hatta bu zor şartlar altında bile yemeğini komşusuyla “paylaş”ır. Said’in parasızlığını hiçbir zaman sorun etmemiştir.  Said  ona bekarken bir mektup yazmıştır. Mahbube de bu mektubu Kurân’nın içine saklar. Bir gün o mektubun bulunmasıyla asıl soru da cevaplanmış olur:  Bir “yuvayı” yuva yapan ne çeyiz ne de paradır. En önemli olan şey eşlerin biribirine olan uyumu, anlayışı ve sevigisidir. Ayrıca film çiftlerin her zaman birbirlerini sevdikleri kişi olarak görmelerinin önemini de vurgular:

“Burada yazdıklarına inandığın sürece saklayacağım.”

“Said, para hayatları değişitrebilir ama insanları da değiştiriyor. Senin değişmeni hiç istemiyorum.”

Mahbube, Said’in yani sevdiği adamın, zengin olup başka birisine dönüşeceğine, bu haliyle sevdiği kişi olarak kalmasını tercih etmektedir.

Said, annesinin çalıştığı eve (İhtişam Hanım’ın evi) yardıma gider ve nefsine yenik düşerek sandıktaki gerdanlığı alır, Mahbube’ye bir “yalan” söyleyerek ona hediye eder.

Filmin yan temalarından biri de “yalan”dır. Ama nasıl bir yalan? Mesela Baba, Kâsım’a verdiği öğütte karısına asla yalan söylememesi gerektiğini söyler. Yani eşler arasında asla yalan olmamalıdır. Ayrıca yalan ne gibi durumlarda söylenebilir? Mesela Kâsım’ın dükkandayken hem yardım toplayan adama hem de Reyhane’ye söylediği yalan üzerinden şu soruyu sorabiliriz: Gerekli durumlarda daha sonra doğruyu söylemek kaydıyla yalan söylenebilir mi?

Kâsım, Meşhed’de fotokopi dükkanı olan, babasıyla yaşayan bekar, iyi kalpli biridir. Onu filmde ilk olarak bir vakıf için yardım toplayan adamla konuştuğu sahnede görürüz. Kâsım’ın dükkanı “adalet” binasına yakındır ve hemen yanında “hayır” kurumu vardır. Bu ikisinin filmde yanyana bulunmasının çok da  tesadüfî olmadığını söyleyebiliriz. Bu sahnedeki konuşma hayli dikkat çekicidir. Kâsım’ın adamla konuşmasını ilk duyduğumuzda hemen kafamızda merhametsiz ve isyankar bir adam şekillenmeye başlar, ama sonradan bunu adamın sabrını sınamak için yaptığını anlarız ve o profil tamamiyle yıkılıp yerine merhamet sahibi biri gelir. Burada adamın gösterdiği “sabır” üzerine düşünülmelidir: Eğer adamın sabrı olmasaydı bir yetimin geliri de olmayacaktı. Filmde olaylar silsilesi çokça yer almaktadır. Bu sahne bize filmde bu tip silsilelere rastlayacağımızı haber verir.

Bundan sonraki sahnede Kâsım’ı babasıyla görmekteyiz. Film, babayı ilk gördüğümüzde “bilge” bir kişinin karşımızda durduğunu hissettirir. Kâsım, babasının kitap okurken adeta “bir kitap” olduğunu söylemektedir. Gerçekten de Baba filmde sözleriyle, düşünceleriyle, özdeyişleriyle “rafta” bulunması gereken kitap gibi bir insandır:

“Ne güzel olurdu gerçekten, insanlar ölünce kitap oluverselerdi.”

Çünkü her insanın hayatı aslında bir kitaptır ve herkesin yaşadığı bir hikâyesi vardır. Filmde de Baba’nın her konu üzerine söyleyecek ibretik bir sözü veya anlatacak bir hikâyesi vardır. Nitekim Kâsım ile arabada otururken evlilik üzerine söyledikleri kulağa küpe olacak cinstendir.

Ardından Kâsım ile babası arasında  filmin ana temasıyla ilgili konuşmalar geçer. Kâsım’ın hayatı çok düzensizdir ve artık hayatının düzene girmesi için evlenmesi gerektiği mesajı izleyiciye verilir.

İhtişam Hanım, kocası vefat etmiş kitap tutkunu bir kadındır. Said’in annesi yıllardır onun yanında çalışmaktadır. İhtişam Hanım vefat eden kocasını çok özlemektedir. Kadının kurduğu hayallerden ve söylediklerinden mutlu bir evliliği olduğu anlaşılmaktadır. İhtişam Hanım’ın evliliğinden de şu mesaj çıkartılabilir: Eşlerden birinin vefat etmesi o evliliğin bittiği anlamına gelmez, geride ondan kalan güzel şeylerle de o evliliğin hatırası yaşatılabilir.

Filmde yan temalardan biri olarak; İhtişam hanım, Said’in annesine (çalışanına) karşı gösterdiği “merhamet”tir.  Bir işverenin nasıl olması gerektiği bu “merhamet” duygusunda (temasında) gizlidir. Daha sonra İhtişam Hanım’ın Said’e karşı olan merhametine de şahit oluruz. Hırsızlık karşısında bile takındığı tavır hayranlık uyandıracak cinstendir.

Kâsım’ın yengesi sosyal sınıf takıntısı olan bir tiptir. Kâsım onun evlilik görüşmesi için  bulduğu kızların hiçbirini beğenmez ya da kızlar tarafından reddedilir. İnsan belli bir kültürün içine doğmuştur. O kültüre ne kadar yama yapmaya çalışsa da eğreti durur. Nitekim akşam yemeğindeki çorba ne kadar Fransızca bir isme sahip olup Fransız tarifiyle yapılsa da çorbanın içindeki malzeme yerlidir ve o yerli bir sebze çorbasından farksızdır. Yani bir şeyin dışını ne kadar değiştirirsek değiştirelim özü aynı kalır.

Reyhane bir gün (Said’in kızkardeşi), Kâsım’ın dükkanına çeyizini alan ağabeyini şikayet etmek için dilekçe örneği almaya gelir. Kâsım onunla konuşur, ertesi gün Reyhane’nin öfkesi diner ve şikayetten vazgeçer. Kâsım’ın “insaniyet”i Reyhane’yi etkiler:

“İnsaniyetin okumakla alakası yok ki”

Kâsım’ın Reyhane’ye akilâne bir tavsiye vermesi için eğitimli ya da “yüksek” bir sosyal sınıfın üyesi olmasına gerek yoktur. Bu, insanın vicdanından ve insaniyetinden gelen bir duygudur. İkisi arasında dış görünüşle ilgili bir diyalog da geçer. Kâsım, dış görünüşünden dolayı hiçbir kızın onu beğenmediğini düşünür. Filmde diğer bir yan tema da dış görünüşe yapılan göndermedir. İnsanda var olan başka güzellikler, görmesini bilen kişiye gözükür. Kâsım’da var olan başka bir “güzelliği” de Reyhane “görmüştür”. Herkesin kısmeti bir yerde saklıdır ve vakti gelince o, sahibini bulacaktır.

Daha sonra Kâsım, Reyhane’ye görücü olarak yengesini gönderir. Reyhane yengesine “yalan” söyler ve Kâsıma’a cevabının olumsuz olduğunu bildirmek için dükkana gelir. Kâsım bu duruma çok üzülür. Reyhane’nin kendisinden o üzülmesin diye vazgeçtiğini düşünür. Oysa Reyhane “yalan” söylediği için çok utanmıştır ve bir evliliğin yalanla sürdürülemeyeceğini düşündüğü için Kâsım’a hayır demiştir.

Sonuç olarak filmde üzerine düşünülecek çokça konu olduğunu ve tüm bu konuların hayatın kendisi için önem teşkil ettiğini söyleyebiliriz.  Ayrıca, verilen örnekler ile konular arasındaki uyum oldukça başarılı ve anlamlıdır. Sıkılmadan zevkle ve düşünerek izlenecek bir film.

İyi seyirler.

Gamze Beşenk, İzdiham.

Suya Düşen Elmanın Ardından

“Kulakların rüzgar, yaprak, ağaç ve su seslerine alışkın değil. Alışmalısın! Çok güzel bu! Kuşların şarkıları birbirinden farklıdır, Tanıman gerekir. (Bunları) duymayan sağırdır. Ama, çokları bilmez.”

Bir zamanlar, zihnimde dolaşıp duran bir sorunun ardından gelen ayeti yazmıştım buraya: “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer-36) Bugün tam da bu ayetle başlayan bir film izledim; “Elma ve Selma“. Şimdi, yine hem bu ayet hem de filmin getirip kucağıma bıraktığı sorularla geziniyorum. Nicedir unuttuğum, unuttuğum için de kendime kızdığım sorular, unutulmaması gereken sorular, içinde cevabını bir tokat gibi saklayan sorular…

Film, bir din öğrencisinin suya düşen bir elmanın ardından gidişinin hikâyesi, eve dönüşle başlayan bir yolculuk hikayesi. Din öğrencisi Sadık ailesini ziyarete gelmiştir, çiçeklerin, diz boyu otların arasında geçerek eve ulaşır, babasının serasında, çiçeklerin ve ağaçların içinde, annesinin bakımı, ilgisiyle cennet gibi bir hayatın ortasındadır. Üstelik, annesi onunla evlendirmeyi düşündüğü melek gibi bir kızdan bahseder. Melek diye mırıldanır Sadık, aklına babasının ona çocukken anlattığı bir hikâye gelir, babasının sonunu bir türlü anlatmadığı bir hikâyedir bu, iki meleğin hikayesi: Görevleri hakkında konuşuyorlarken, bir melek diğerine “Niçin yeryüzüne indin?” diye sorar. O da, bir kâfirin balık tutmaya çıktığını, ama hiç balık tutamadığını anlatır ve der ki:  “Ben de, geldim ki, ağına birkaç balık göndereyim, gününü kurtarsın.”

Babasından hikayeyi tamamlamasını ister Sadık.  Babası, şimdi tam da hikâyenin kalanını sana anlatma zamanı diyerek anlatmaya başlar:

İkinci melek, “Sabah erkenden işe çıkan bir adamı ziyaret edeceğim” der. “O adam bugün oruç tutuyor. Görevim, onun iftar edeceği vakit, küçük sofrasını dağıtıp, yemeğini toprağa bulaması için, rüzgâra emir vermemdir.”

Filmin hikâyesi de sanki ikinci meleğin görevini yerine getirmesiyle başlar. Sadık tam eve dönmüşken, kendine bir ev kurma hazırlıklarıyla yola çıkmışken, yol onu bambaşka bir noktaya sürükleyecek, sevinçle oturmak üzere olduğu sofrayı rüzgâr dağıtacaktır.

Sadık’ın yolda namaz kılmak için girdiği bahçede kuvvetlice esen rüzgârla bir elma dalından kopar ve suya düşer. Sadık elmayı alır ve yer. Sonra bu bahçenin bir sahibi olduğunu fark eder, helallik istemek için yanına gider ancak bahçenin gerçek sahibi o değildir. Bahçenin gerçek sahibini aramak için yolculuğuna devam eder.

Bu yolculukta Sadık’ın karşılaştıkları, yaptıkları bizim de kafamızda sorular uyandırır, onun yerinde olsak böyle davranır mıydık? “Ne olacak, suya düşmüş ye gitsin.” diyen adamın sözleriyle yetinir miydik? Bu çağdan bakıldığında (sen gerçekten asrımızda mı yaşıyorsun, diye sorar Selma) bir yerlere oturtamadığımız, anlayamadığımız bir yoldadır Sadık, yediği her lokmanın helal olması endişesinin ağırlığını taşıyarak ilerler. Gerçekten mi deriz Selma gibi, bir elma için mi, bir tanecik elma, ne önemi vardı, zaten suya düşmüştü.

Filmi izlerken kendime sık sık şu soruyu sordum: Neden Allah’ın emrettiği yoldan yürümek, O’na yakın olmak için uğraşmak adına insanların peşinden bunca koşturuyor, bir “helal ettim”i duymak için neden bu kadar acı çekiyor? Bir yerlere çekilip ibadetle meşgul olmuyor ya da tövbe etmiyor? Tam da hayatın içinde, ayağının kaymasına bu kadar yakın olduğu bir yerde çok dikkatli adımlarla ısrarla yürümeye çabalıyor. Onun sorumluluğunu sessizce üstlenerek, şikayet etmeden, kimseyi suçlamadan, kaderini kabullenerek yürüyüşünü anlamaya çalışırken şu ayet geliyor aklıma: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemedir, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” (Ahzâb, 33/72)

Sadık, bir elmadan ne olur ki, demeyip oradan oraya savrulurken sanki o dağların yüklenmediği emaneti taşıyor sırtında. Elmanın sahibini bulmaya çalışırken çektiği acının büyüklüğünün kaynağı burada yatıyor aslında, dağların yüklenemediği sorumluluğu sırtına alışında.

Sorumluluk denilince insanın kendisiyle mücadelesi de başlıyor, sorumluluk ancak yalnız başımıza taşıyabileceğimiz, bir başkasına yükleyemeyeceğimiz bir şey çünkü, ayetlerde  de herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğu sık sık vurgulanıyor, bu yanıyla biraz ölüme benziyor sorumluluk, herkes nasıl kendi ölümüne ulaşacaksa sonunda kendi yaşamının sorumluluğunu da üstlenmek, bu yüzden işe kendinden başlamak zorunda. Başkalarının neyi ne kadar doğru yaptığını ölçmekle, eleştirmekle ya da başkalarının söyledikleriyle, yaptıklarıyla uğraşmakla değil, kendi nefsiyle savaşmakla yükümlü.

İnsanların ne düşündüğü, neyin çoğunluk tarafından doğru kabul edildiği, yapacakları nedeniyle tuhaf bulunup bulunmadığı önemli değil Sadık için. Allah’ın emrettiklerinden bir adım dâhi sapmama gayreti içinde yürüyor o. İnsanlarla meselesini halletmeden gidip eğitimine devam edemiyor. Öğrendiklerini, bildiklerini yaşamında gerçekleştirmeden rahat uyuyamıyor. Bilmekten çok yaşamaya, bildiklerini yaşama geçirmeye önem veren bir dinin mensubu olarak suya düşen bir elmanın ardından gidiyor bu yüzden.

Filmin ardından şunu dedim kendime; çok uzaklarda aramaya gerek yok, imtihanımız burada, birbirini izliyormuş gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan günlerimizde, zamanlarımızda, yürüdüğümüz yollarda, söylediklerimizde, peşinden koştuklarımızda gizli. Başkalarının iyiliğinde/kötülüğünde değil, kendi nefsimizle ettiğimiz mücadelede gizli. “Neden korktun?” sorusuna Sadık’ın verdiği “kendimden” yanıtında gizli.

Öykü Defteri

Altın ve Bakır

Bu akşam izlediğim “Altın ve Bakır” filmi; bilmekle yaşamak arasındaki derin uçurumun hikâyesiydi. Tahran’a ilim öğrenmekle meşgul olacağı bir hayatın özlemiyle gelen Seyyid Rıza’nın, kendini zorlukların, sırtına ağır gelen yüklerin içinde, kitaplarla haşır neşir olmayı beklerken yaşamını sürdürme mücadelesinde bulmasının, aşkı bilmesinin öyküsü.

Aşkın öyküsü elbette kelimelerle anlatılamaz, ateşin içine kendini atmadan, yanmadan anlaşılamaz, kitaplardan okunamaz. Şems’in Mevlana’ya kitaplarını attırması, Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kiyl-ü kâl imiş ancak.” demesi geliyor hemen aklıma. Şüphesiz bu sözleri, örnekleri de ancak sınırlı bilgimizle anlayıp anlamlandırabiliyoruz. Okuyarak anladığımızı zannediyoruz, düşünerek çözdüğümüzü, sonuçlara ulaştığımızı. Akılla dünyayı dize getirebileceğine, akılla gelişmeye, ilerlemeye inanan insanları gördükçe, Ayşe Şasa’nın,  Delilik Ülkesinden Notlar kitabında yazdıklarını/yaşadıklarını anımsıyorum hep.  “En çok güvendiğim şey olan zekam beni terk edip gidip gelmeye başladı. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. İnsanın aczi neymiş? Dünyaya aşağıdan bakmak neymiş? Dara düşmek, derde düşmek, güvendiğin dağlara kar yağmak neymiş? Unutulmak, dışlanmak, kaybeden kişi olmak, düşen kişi olmak neymiş? Bunların hepsini öğrendim. Ve buradan, sıfırdan başlayan bir eğitimle başka bir türlü dünyaya adım attım.”

Tahran’a eğitim için gelen Seyyid Rıza da kendini hiç beklemediği bir yerde bulup sıfırdan başlıyor hayata. Düştüğü yerden, dışlandığı, kınandığı, çaresiz kaldığı yerden. Buradan içine bakıyor, acısıyla burkulan kalbine, çocuk haline… Karısının MS hastası olduğunu söylüyorlar hastanede, bir doktor diğerlerine:  “Bakın işte size bir MS vakası, merak ediyorsunuzdur.” diyerek veriyor bu haberi. Eşini, hastalık hakkında doğru düzgün bilgilendirilme gereği bile duymuyorlar. İzlerken bağırıp çağırmak, hastayı bir vaka olarak görenlere  haykırmak geliyor insanın içinden. Seyyid Rıza susuyor.  Zehra onu inceleyen, hasta yokmuş, yalnızca hastalık varmış gibi davranan doktorların konuşmalarına dayanamayıp yüzünü örtüyor.

Hastalıkla birlikte, hem Seyyid Rıza hem de Zehra için sahip oldukları şeylerden bir bir vazgeçtikleri acı dolu bir süreç başlıyor.  Zehra en iyi bildiği yerde, evinde bir yabancı gibi kalıyor, yürümekte, ellerini kullanmakta zorlanıyor, çocuklarına bakamıyor.

Çoğalttığımızı, arttırdığımızı sandığımız bilgimiz acıyla sınandığında kuruyup dökülüyor, geriye hiçbir şeyi olmayan insan kalıyor, sonsuz dünyada bir nokta, dünyanın merkezinde sandığı, hep sürüp gidecekmiş gibi gördüğü hayatı varla yok arası, kendisine ait sandığı her şey; sağlığı, yürümesi, konuşması, görmesi, bilmesi, elleri, ayakları kendine ait değil, her an bir uçurumun kıyısında düşmeye yakın.

Seyyid Rıza ve Zehra rahat ve düzenli bir hayattan dağınık ve meşakkatli bir hayata düşüyorlar aniden, hiç beklemedikleri bir anda. Gün be gün kötüleşen hastalık bir yandan, ekonomik sıkıntılar bir yandan bastırıyor. “Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum” (Sezai Karakoç, Yağmur Duası) olduğu yerde duruyorlar sanki, bizim kelimelerle bil/e/me/diğimiz yerin tam ortasında inançla, aşkla duruyorlar.

“İnsanlar kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden okuyorlar, çünkü kelimelerin anlamları, o kelimeleri kullanan kişilerin tecrübeleri ile farklılaşır.” (Ömer Mikail Burka; Sufiler Arasında) diyordu bir kitapta. Seyyid Rıza ve Zehra acıyla sınanırken kelimeleri azalıyor belki ama kelimelerinin anlamları derinleşiyor.

Bir caminin kapısının dışında duruyor Seyyid Rıza sessizce, belki içeride olup da dersi dinlerken erişemeyeceği her şey kalbine doluyor böylece. Kapının önünde karmakarışık duran ayakkabıları temizliyor, düzenliyor, gururu, kibri akıp giderken, şu sözlerle kulaklarında:  “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı, bir hazine ya da bir kimya bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır gerisi çer-çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşkın ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”

Öykü Defteri

Yedinci Günün Sabahı

Hırsızlıktan defalarca kez hapse girip, çıkmış Rıza’nın gaflet uykusundan uyanamayıp, bir yaprak gibi pervasızca savruluşunu konu alan eşsiz bir yapıt; “Yedinci Günün Sabahı”…

 

Sinan uslanmayan bir hırsız, hayatını kolay yollardan kazanmaya alışmış, kanaatkâr olmayı beceremeyen bir insandır. Hapisten çıktığı ilk gün onu karşılamaya ne karısı Leyla ne de oğlu gelmiştir. Sinan Leyla’yı arayıp neden gelmediğini sorar; Leyla kararlı bir şekilde boşanmak istediğini; oğlunun bile babasından utandığını, arkadaşlarının okulda dalga geçtiğini söyler.

 

Abartılı bir beğeniden kaçınmaya çalışsam da yönetmen ve oyuncuların performansları görülmeye değer; karakterlerin üstlendiği roller gerçek yaşamın içinden kesitler sunuyor.

Şahsi fikrime göre “Yedinci Günün Sabahı”; yaşamın içinden, saf duyguların yoğun olduğu bir film…

 

Filmde ajitasyon; gerektiği kadar olmuş ve yer yer güldüren sahnelerin olmasıyla filmde denge kurulmuş; filmin akışı boyunca konu bütünlüğünün korunmuş olması, konudan konuya atlamayıp “bir bundan bir şundan bahsedeyim” dememiş olması filmi daha etkileyici kılıyor. Film, hayatın gerçeklerini, doğrularını insanın suratına tokat gibi çarpıyor. Benliğine işliyor adeta, gülerken dahi bir hüzün oluşuyor…

 

Bu filmde kahramanımız Sinan’ın umutsuzluklar ve geri dönüşü olmayan suçları yüzünden pişmanlıklarını, düzgün yaşamak için çırpınışlarını gördüm, kafamda birçok cevaplanmayı bekleyen soru oluştu, filmden, içeriğinden daha çok bahsetmek istiyorum, çünkü belki benim sayemde bu güzel filmi izleyip, eğlenmek, ders çıkarmak, hoş zaman geçirmek isteyen birileri olabilir, vesile olmak isterim..

 

Sinan bir umut evine gitmiş, karısı onu eve almayınca bir pansiyona yerleşmiş; Mansur ve Cihangir adında iki kişiyle aynı odayı paylaşmıştır. Mansur eski bir at terbiyecisidir, yaptığı bir hata sonucu mesleğini bırakmış, pansiyonda yaşayarak kendini insanlardan soyutlamıştır.

Sinan’ın hayatında garip giden olaylar cereyan eder, pansiyona geldiği gün ne yaşadıysa sonraki günlerde o günün bir tekrarı olarak karşısına çıkar; ilk günler bu durumun farkında olmasa da sonradan kafasına dank eder; bir sonraki gün bir öncekinin aynısıdır. Pansiyona geldiği günün sabahında; uyuyup uyanmış elini yüzünü yıkadıktan sonra Mansur Bey’le kahvaltı yapmıştır, kahvaltı bittikten sonra dışarı çıkmak için merdivenlere yönelmiş basamakların başında Hacı Amca’yla karşılaşmıştır; Hacı Amca merdivenlerden inmek için Sinan’dan yardım istemiş, Sinan da yardım etmeden hızlıca merdivenden inmeye başlamıştır son üç basamakta ayağı takılmış ve düşmüştü; bu olaylar ard arda gelen günlerde aynı şekilde devam edince Sinan durumdan şikâyet etmeye başladı; ama bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor, hırsızlığa devam etmeye çalışıyordu, her gece pansiyonun kapısına geldiğinde oda arkadaşı Cihangir’in birini öldürerek tutuklandığını görüyor, tam uyurken kapısı çalıyor ve Hacı Amca “ Kur’an’ımı sizin odada unutmuşum” sanırım diyerek kitabını istiyordu ve Sinan veriyor, Sinan kapıyı kapattıktan sonra Hacı amca kalp krizinden ölüyordu..

 

Rıza bu olaylara üzülmeye başlamıştır; bir sabah Cihangir’e rüyasında bir adamın cinayet işleyeceğini, anne babasının üzüntüye dayanamadığını gördüğünü söylemiş ve Cihangir’i bir hata işlemekten kurtarmıştır, merdivenlerden inerken Hacı Amcaya yardım etmiş onu camiye götürmüştür ve camiye gittiklerinde çaresiz bir şekilde yere oturmuş ağlayarak Allah’tan yardım istemiştir, sonra Hacı Amca’yı doktora göstermiş ve kitabını unuttuğunu söyleyerek Kur‘an’ı getirmiştir, yaşlı adam Kur’an’ı alıp Sinan’a vermiş ve onun olmasını okumasını söylemişti; yedinci günün sabahında Sinan kurtuluşu takva da bulduğunu anlamış ve hırsızlığı bırakıp tövbe etmiştir; eskiden hırsızlık yaptığı lokantada işe başlamış ve helal para kazanmış ve karısının kapısını tekrar çalmıştır; kadın Sinan’ı affetmiş Sinan da evine dönmüştür.

 

Memnuniyetimi anlatacak bir kelime olduğunu düşünmesem de “mükemmel” kelimesi bu film için duygularımı anlatacak en uygun kelimedir. Mükemmel bir senaryonun eseri olan bu film beni derinden etkilemeyi başarmıştır… Gerçekten insanın sıkıntılarla baş etme yöntemi, olaylara karşı duruşu ve sıkıntılar karşısında kaçmadan, yanlışa düşmeden meşru yollarla çare aramamız gerektiğini öğreten, insanın sürekli bir imtihana tabii tutulduğunu hatırlatan izlenilmesi gereken bir film.

 

Yine yazımı filmden bir kesitle bitirmek isterim. “Ölüm de yaşam da Allah’ın elindedir ama insan hayatta olduğu sürece kaderini değiştirebilir.”

 

Elif Sena

Son Bekâr

Tam 43 kez bıkmadan usanmadan babasıyla kız istemeye giden ve hepsinden “hayır” cevabı alan Veli’nin hayatı artık öyle bir hal almıştı ki karşısına çıkan her kızın; müstakbel eşi olma ihtimalini düşünür. Babası İzzet Bey artık bu durumdan sıkılır ve Veli’nin bu girişimini tasdiklemez hale gelir. Çünkü çaldıkları her kapı suratlarına çarpılmış ve hiç kimse evlenmeye yanaşmamıştır; bu durum İzzet Bey’i üzmüştür, bir yandan da Veli’yi annesiz büyüttüğü için ondan da ayrılmak istememiş, ikilem arasında kalmıştır…

 

Oyuncular üstlenmiş oldukları karakterleri gerçekten başarıyla canlandırmışlar; filmi izlerken Veli karakterini gerçekten çok başarılı buldum, gerek Veli’nin dürüstlüğü, şaşkın halleri gerekse şanssızlıkları bu filmi izlenilir kılıyor.

 

Ama bir gün Veli şeytanın bacağını kırar; umutsuz bir şekilde cadde ortasında yürürken bir araba ona çarpar. Arabadaki ise Veli ile neredeyse aynı durumda olan Peri Hanım’dır. Peri Hanım’ın babasından kalan mirası alabilmesi için 30 yaşına girmiş ve evlenmiş olması gerekir. Ve mirası almak için daha önceleri evlenmek niyetiyle görüştüğü birkaç talibi olsa da ailesi olur vermez. Fakat bu sefer durum farklı olacaktır. Peri Hanım ve Veli daha sonraları görüşecek anlaşmalı evlilik diye başlayan serüven sevgiye dönüşecektir. Ne Peri ne de Veli başlangıçta bu durumun farkında değildir…

 

Film tesadüfen karşılaşan ve aslında önce düşman olan iki kişinin evlilikle sonuçlanan hayatlarını konu alıyor; klişe bir film gibi gözükse de, bu filmi sıradanlıktan çekip çıkartan senarist ve yönetmenin başarısıdır elbette.

 

Sizce bir insan içinden nasıl geliyorsa öyle davrandığı için ahmak sayılabilir mi? Doğallık, peki bu nasıl bir şey? İşte bu sorunuzun cevabını alacaksınız. Evliliğin, esasında dürüstlük üzerine kurulması gerektiği gerçeğini gözler önüne seriyor bu film. Sahtecilikten uzak, ruhların çırılçıplak birbirine kavuşması gerekir ki o zaman da aşk olur. Günlük hayatımızda da böyle değil midir zaten? Biz ne kadar dürüst olursak o kadar kazançlı çıkmaz mıyız her konuda? Bu soruyu yanıtlarken de kendinize dürüst olun. Eğer aksini düşünüyorsanız zaten kendinizle çelişiyorsunuz demektir. Çünkü her insan için dürüstlük önemlidir. Yalanlar içinde yaşarken aslında mutlu olduğumuzu sansak da değiliz. Peki, bunu bile bile neden hala kendimiz olmaktan bu kadar çekiniyoruz?

 

Türü komedi olan İran yapımı “Son Bekâr” filminin yeterlik seviyesini düşünürsek; evet daha iyi olabilirdi fakat izlediğinize pişman olmayacağınız bir film. İyi seyirler.

 

Elif Sena

Yeryüzündeki Son Bekâr

İran sinemasının eserlerinden olan Son Bekar filmi, 2010 tarihinde Muhammed Rıza Fazılî yönetiminde çekilen komedi, biraz da romantik bir film. Filmin oyuncu kadrosuna gelecek olursak, kadroda birçok tecrübeli oyuncu yer alıyor. Başrolde komedi filmlerinden alışık olduğumuz aynı zamanda senarist ve yönetmen de olan Mecit Salihi var. Diğer oyuncu koltuklarında ise; birçok komedi filminde rol alan Hamit Lolayi (İzzet Karaçule), Meryem Emir-Celali (İşret Hala), Ziba Burufe (Peri Rüyai) ve son olarak da değişik türlerde birçok filmde oynayan ve birçok ödüle de aday gösterilen Mihran Recebi (Avukat Batmani) yer alıyor.

Filmi tek cümle ile özetlemek gerekirse, “Hiç beklemediğiniz bir anda başınıza gelen bir olay hayatınızı değiştirebilir.” olacaktır sanırım. Çünkü 30 yaşına gelen ve 43 kez kız istemeye giden fakat hiçbirinde başarılı olamayan Veli’yi anlatacak en iyi cümle bu. Fakat bana göre film, komedi türündeki bir eser için yeterince güldürmedi. Diyaloglarda ve olaylarda komediden çok bir yerden sonra sık sık romantizme başvuruluyor diyebiliriz.

Veli’nin başından geçenler ise kendisine çarpan arabada telefonunu unutması sonucu başlıyor diyebiliriz. Telefonu almak için gittiği yerde kendisine çarpan Peri, evlenmesi için onu ikna etmeye çalışır. Önce para için kısa süreliğine bir oyun olarak evlenmeyi kabul eden Veli, ardından paradan vazgeçerek gerçekten evlenmek için bu sefer Peri’yi ikna etmek için uğraşır. İkisinin başından geçen olaylara ailelerinin, arkadaşlarının da katılması ile birlikte işler daha da karmaşık hale gelir.

Filmin bana göre en dikkat çeken ve can alıcı iki repliğinden biri Veli’nin bir yerde yazan “Bedbahtlığıma 15 gün kaldı.” yazısını değiştirerek “1 gün kaldı, belki de mutluluğuma.” yapması; ikincisi ise “Doğruyu söyle, çünkü yeni bir hayata yalan ile başlanmaz.” demesiydi. Bunları etraflıca düşününce aslında belki de hayatımızda yaşadığımız birçok olaya bu açılardan bakmalıyız. Bizim için kötü olduğunu düşündüğümüz bir olay aslında doğru açıdan bakılınca, çok daha doğru ya da aslında bizim için çok daha iyi olan bir olay haline gelebiliyor. Ayrıca yeni bir hayata (evlilik, eğitim vb.) başlarken temelini gerçekten doğrularla inşa etmek, ileride eğer söylenirse yalanın daha da büyümesini veya uğraşılacak sorunları engelleyebilir. Bu nedenle filmin verdiği mesajlar hem günlük hayatta hem de aile hayatında uygulanırsa hayatınıza daha iyi bir yön vereceğini söylemek mümkün.

Son olarak filmi aileniz ile ya da arkadaşınız ile izleyebileceğiniz filmler kategorisine rahatlıkla alabilirsiniz. Filmde aile ortamında rahatsız edecek herhangi bir sahne bulunmuyor. Hatta tam aksine birçok öğüt verici ve doğru bir şekilde lanse edilen mesajları var. Bu yüzden verdiği mesajlar açısından piyasadaki birçok filmin aksine aileyle izlenmesi gereken filmlerden desem daha doğru bir görüş belirtmiş olurum. Eğer hem aileniz ile izleyebilecek hem de komedi filmi arıyorsanız size filmi izlemenizi öneririm.

Ahmet Gerger

İpek Yolu

İpek Yolu adlı bu güzel İran filmi akıcı senaryosu, İranlı oyuncuların abartısız oyunculukları ve göz alıcı mekânları ile İran sinemasını bir adım öne taşıyan filmlerden biri. Film 11. yüzyılda Siraf’tan Çin’e uzanan yolculukta Şiraz medresesinde öğrenci olan Şazan bin Yusuf’un başından geçen maceraları anlatmaktadır.

Genel olarak filmdeki olayların akışını özetleyecek olursak:

Çevresinde sevilen ve güvenilir biri olan Şazan, Siraf’ın en büyük denizcisi olan Süleyman Reis’in yanına verilir. Yolculukta ona refakat etmesi ve yolculukta başından geçen herşeyi, rotaları, mürettebatı, gidilen medeniyetleri ve bu medeniyetlerdeki insanların gelenek ve göreneklerini yazması istenir.

Süleyman Reis Çin’e yolculuk edip Siraf ve Roma’da çokça rağbet gören ipek kumaşları ülkesine getirmek ve ticareti büyük anlamda yaparak Çin ile bir anlaşma imzalamak ister. Bunun için kendi gemisi dışında bir gemi daha talep eder. İkinci geminin kaptanı olarak da İdris Reis görevlendirilir. İdris Reis Süleyman Reis’e itaat yemini etse de, bu kararına yolculuk başladıktan sonra sadık kalmaz. İkinci kaptanı ile yanlış kararlar vererek zalimce bir tavır sergiler.

Yolculuk başlamadan önce bir kadın köle için köle pazarına gider ve orada bir emirzade olan Mahura’yı satın alır. Mahura asilliğin verdiği bir duruşla köle olmayı reddeder ve kendisine dokunulmayacağına dair söz alır.

Yolculuk sırasında terkedilen gemilerden yağmaladığı mallar yüzünden gemiyi ağırlaştıran İdris Reis korsan baskınıyla ölür. Yerine Şazan kaptan olarak tayin edilir ama bu durum İdris Reis’in ikinci kaptanının pek hoşuna gitmez.

Yolculuk Maldivler’e devam eder. Bin adadan oluşan Maldivler bir kadın sultan tarafından yönetilmektedir. Misafirperver ve kibar karşılamaları ile Perslerle olan dostukları pekişir.

Mahura gemide kalmak istediğinden, Şazan ile rızasıyla evlendirilir ve düğünleri Maldivler’de yapılır. Yolculuk tekrar başlar ve bu sefer fırtına sebebi ile gemi hasar görür; tüm tatlı suları zayi olur.

Mürettebat susuzluktan ölmek üzereyken kara görünür. Lakin bu gelinen yer pek de dost olmayan bir kabilenin topraklarıdır. Burada esir düşerler. İdris Reis’in yaveri burada yaptığı hainlikler sebebiyle öldürülür. Şazan ve Süleyman Reis ise yapılan bir planla kaçmayı başarırlar. Süleyman Reis ağır yaralanır. Sonunda Çin’e varılır ve orada dostane bir şekilde karşılanırlar. Süleyman Reis iyileşir. Çin ile ticaret anlaşması yapılır.

İran sineması olarak masalsı bir doku ile işlenen İpek Yolu filmi izleyicileri gerek mimarisi, gerekse senaryosuyla büyülüyor. Fantastik mekânlar ve değişik medeniyetlerin görselliği izleyiciye o yerlere gitmiş hissi veriyor.

Gülen Adam

Altın ve Bakır

Keşfedilmemiş bir maden gibi öylece duran İran Sinemasından bir örnek: Altın ve Bakır.
Bir İran filmi olan Altın ve Bakır’ın yönetmenliğini Humayun Esadiyan yapmıştır. Orjinal adı “Tala ve Mes” olan filmin yapım yılı ise 2011’dir. IMDB puanı gayet iyi olan filmin puanı 7.6 dır.
Filmin oyuncu kadrosunda çok kaliteli isimler bulunmakta Behruz Şuibi , Cevat İzzeti, Mihran Recebi, Nigar Cevahiriyan, Rıza Radmeniş, Seher Devletşahi gibi önemli isimler bulunmakta. Filmin senaryosu ise Hamit Muhammedi’ye ait.
İslami bir aşk altyapısıyla bize sunulmuş çok güzel bir film. Altın ve Bakır öyle bir film ki diğerlerinden ayrılan en büyük özelliği anlamsızca seks hikayelerinin olmayışı, ne bir reklam var ne de kusursuz insan tasvirleri sırf bu özelliğinden dolayı izleyenin içine işleyebiliyor. Altın ve Bakır’da asıl anlatılmak istenen iyi bir insan olursanız iyi bir anne ve baba da olursunuz ve İslamı evliliğinizin başucuna koyarsanız Allah’ın yardımının sizden hiç eksilmeyeceği izleyiciye aksettirilmeye çalışılmıştır.

Ayrıca filmde down sendromlu bir kız çocuğunun elindeki radyo ile Hakan Peker’in vakti geldi ayrılığın şarkısını çalması Türk izleyicisinin ilgisini bir hayli çekiyor.

Filmin adının Altın ve Bakır olması bana çok mantıklı güzel geldi. Yorumlamamız gerekirse; Değerli olan hangisi? Bakır emek ister altına dönüşmek için, aşk ister, çaba ister. Nasıl ki yüreğe düşen aşk değiştirir insanın kimyasını, bakırın da değiştirir yapısını.
Fedakarlığın ne demek olduğunu anlatan muhteşem bir film ne kadar da boş şeyleri kafamıza taktığımızı en sade şekliyle aktaran ender bulunabilecek filmler arasında.

Bu kadar ayrıntılı ön bilgilendirme yaptıktan sonra sizlere filmin öne çıkan, akılda kalan kısımlarını aktarmaya çalışacağız.
Film iki ana karakter etrafında şekillenmektedir. İlme ve bilgiye aç olan Seyyid Rıza ve tüm benliğini ailesine sunan Zehra bu filmin en önemli karakterleridir.

Başarılı bir eğitim hayatı geçiren Seyyid Rıza kendisini eksik gördüğünden dolayı ailesini alıp Tahran’a taşınmaya karar verir ve eğitim hayatını medresede tamamlamak ister.

Tahran’a eğitim hayatı için taşınmalarına rağmen hayat Seyyid Rıza ve ailesi için bir anda değişir. Seyyid Rızanın çok sevdiği eşi ve en büyük yardımcısı olan Zehra hastalığa yakalanır .Bu noktadan sonra Seyyid Rıza aslında farkında olmadan ilmin kendisini öğrenmeye ve yaşamaya başlar. Bu sayede kendisindeki eksiklikleri görür ve Allah’a tevekkül etmenin ne kadar önemli olduğunun farkına bir kez daha varır.
Zehra kendisinden çok ailesini düşünür .Ne olacaktı kocasına, kim bakacaktı çocuklarına? Yüzünü gizleyecek, utanacak kadar ayıp mıydı hasta olmak?

Seyyid Rıza, Zehra hastalanınca ev işlerini ve çocuk bakımını üstlenmek zorunda kalır. Halı dokumacılığından geçimini sağlamaya çalışır fakat gözleri bu yüzden iyi görmemeye başlar. Artık Kuran okuyamaz, ders veremez hale gelir. Onları üzmemek için eşine ve akrabalarına bu konuyu açamaz..

Seyyid Rıza için artık okul hayatı bitmiştir çünkü ne karısı normal işlerini görebiliyordu ne de kendisinin gözleri artık net görebiliyordu.

Hastanede hemşire olan Sepide için Zehra’nın hastanede kalması hayatının dönüm noktasıdır çünkü Zehra mutluluğun en ufak şeyler de olduğunu hemşire Sepide’ye çok güzel göstermiştir Ve Zehra’nın sayesinde Sepide boşanmak üzere olduğu kocasına bir şans daha verir ve boşanmaktan vazgeçer.

Birbirlerine duydukları saygıyı bakışlarla yansıtabilmeleri ve güzel sözler karşısındaki utanmaları ile sergiledikleri performans gerçekten de inanılmaz..

Filmden bir alıntı yaparak yazımızı noktalamak istiyorum..
“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir… Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar: “Benim için sev.. benim için buğz et.” İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün remz’i “velayet”tir. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. kaş ve göz; dış görünüş için değil. Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için. Eğer sevginin mîzânı (kriteri) Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de, doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp, yarı yolda kalanlar, Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’a yakınlaşırsınız. “O’nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi. Evet; senin lütfunun mutluluğuyla, toprak altın olur.” İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. gerisi çer-çöptür. Şşimdi, azizlerim, neden bu sözü söylediler anlayacağız: “Eğer, okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. çünkü, aşk ilmi, hiçbir kitapta yazmaz.”
Hayatı paylaşırken, kaçırılan küçük anların, duyguların ne kadar değerli olduğunu anlatmış bu film bize..
İzlemenizi tavsiye ederiz…

Murat Yıldırım

Kolay Gelsin

Filmde; İran halkının yabancılara karşı sergiledikleri tavır ve kendini beğenmişleri pek sevmemeleri üzerinde duruluyor. Özellikle, onlar için Farsça’nın ne kadar önemli olduğu gözler önüne seriliyor.

Garsonun yabancılarla İngilizce konuştuğu için şefi tarafından defalarca uyarılması dikkat çekici unsurlar arasında yer alıyor. Bunun yanı sıra; Maria’nın İranlı olmasına rağmen anavatanı hakkında abartılı şekilde ön yargılı davranması film boyunca insanda merak uyandırıyor. Bu durum; filmin akıcılığına büyük katkı sağlıyor.

Turist çiftin yolculuğunu organize eden ve turist rehberliğine özenen garson filmin en renkli karakteri denilebilir. Yabancılara ayrı ilgi duyan ve İngilizce konuşma becerisine sahip olan Murtaza filme renk katıyor. Tüm olay örgüsü onun etrafında dönüyor.

Yolculuğun başında turistlerin dilinden anlamayan ve sadece para için onlara şoförlük yapmayı kabul eden İranlı genç filmin sonunda oldukça farklı davranışlar sergiliyor. Bu davranışlardan turistlerin aslında kötü insanlar olmadığını düşündüğü kanısına varabiliriz.

Kelut yolculuğunda isteksiz olan bir diğer kişi ise Maria yani Meryem. Doğduğu topraklarda olmaktan rahatsızlık duyan kadın filmin sonunda bu durumdan oldukça keyif almaya başlıyor. Bunun yanı sıra; turist çift arasında filmin başından beri süre gelen tartışma ortamı da son buluyor. Aslında birbirlerini ne kadar sevdiklerini anlıyorlar.

Turist çift, Kelut macerası boyunca dillerinden anlamadıkları insanlarla vakit geçiriyor. Bu da iki insanın farklı dillerde de konuşsa bir şekilde orta yolu bulup anlaşabileceğini gösteriyor.

İki kadının (Maria ve İranlı Hekime hanım olarak bilinen karakter) çocuğunu kaybetmesi ve hissettikleri üzüntüleri de ne kadar farklı hayatlar yaşasak, farklı kültürlerde olsak ve hatta farklı dillerde konuşsak da aslında çok benzer hayatlar, olaylar yaşadığımızı yani birbirimize zannedildiği kadar yabancı olmadığımızı gösteriyor.

Ön yargılı ve ırkçılık derecesinde saplantılı düşüncelere sahip olan kişilerin “Kolay Gelsin” filmini izleyerek düşüncelerini gözden geçirmeleri insanlık açısından büyük önem taşıyor.

Simge