Sinema, insan yaşamına ve hayallerine ilişkin konuları ele alış şekli, kullanılan ses ve görüntü efektleri, oyuncuların duygulara olan hâkimiyeti, müzikleri ve daha birçok özelliğiyle seyirciler üzerinde önemli bir etkiye sahip. Seyirci çoğu zaman güçlü bir kurgu, ses ve görüntü karşısında gerçeklikten koparak kendini filmin içinde gibi hissedebiliyor.
Kişiler sinemada seyrettikleri karakterlerle kendileri arasında genel bir benzerlik görerek bu karakterlerle kişilik yapısı veya yaşanan sorunlar açısından özdeşleştiklerini düşünürler. Böylece seyircinin kendi güçlü ve güçsüz yanlarını keşfetmesi mümkün olabilir. Kişiler aynı zamanda kendilerini özdeşleştirdikleri karakterin davranış ve duygularına, karşılaştığı sorunlara ve sorunları çözüş şekline dışarıdan bakarak, kendi durumlarıyla ilgili içgörü kazanabilirler. Daha sonra da bu içgörüyü kendi sorunlarını çözmek üzere kullanabilirler. Eğer özdeşim kurulan karakter, yaratıcı ve başarılı bir şekilde sorunlarını çözebiliyorsa, bu noktada içgörü kazanan kişiler için rol modeli oluşturabilir. Kişiler yaşadıkları sorunların sadece kendilerine ait olmadıklarını, başkalarının da aynı sorunlarla karşılaşabileceğini fark ederler. Böylece hissettikleri yalnızlık ve dışlanmışlık duyguları azalır. Kendi çözümlerini bulmak için umutları artmış olur (Gençöz ve Aka, 2007). Veya filmlerde büyük sıkıntıların üstesinden gelebilen kahramanları görüp, kendi küçük sorunlarının içinde boğulduklarını fark eder ve problemlerine daha geniş perspektiften bakmayı deneyebilirler.
İzlendiğinde küçük sorunların içerisinde boğulduğumuz hissini oluşturarak terapi etkisi gösterebilecek filmlerden birisi de 2011 İran yapımı olan “Altın ve Bakır“. Film bir aile öyküsü. Bizi, ilişkileri tensel temasa indirgeyen Hollywood kültüründen kopararak; kadınların yanına destur vererek giren erkekler, tesettürlü kamu çalışanları, becerikli ev hanımları, fedakâr arkadaşlar ve daha niceleri ile tanıştırıyor. Yaşantımızdan izler taşıyan karakterlerle içimizi okşayan bir atmosferde romantik, dramatik, yer yer güldüren ve bolca da düşündüren, çoğu zaman zaaflarımızı, duyarlıklarımızı sorgulatan, kesinlikle izlenesi bir eser…
Film Seyyid Rıza ‘nın din eğitimi için ailesi ile birlikte Nişabur’dan Tahran’a taşınmasıyla başlıyor; eşi Zehra Sedat, çocukları Atife ile Emir Ali’den oluşan ailesinin değişen hayat düzenini anlatarak devam ediyor. Seyyid Rıza birçok medresede çeşitli hocalardan dersler almış ve eğitime Tahran’da alacağı “ahlak” dersi ile devam etmek istemektedir. Kaderin tecellisi olarak Tahran’daki hayatı, almayı hedeflediği “ahlak” öğretisinin teorik boyutundan ziyade bolca uygulama gerektiren bir eğitim haline gelecektir.
Film ana karakterlerinden Zehra Sedat örgü örme, halı dokuma, dikiş dikme, ev işlerini yapmada oldukça becerikli, on parmağında on marifet olan bir kadın; bir bakıma Seyyid Rıza’nın eli ayağıdır. Bir kaç gündür el ve ayak uyuşmalarından, gözlerinin çift görmesinden bahsetmekteyken, bir gece düşer ve bayılır. Günler süren tetkikler sonucu MS hastası olduğu kesinleşir ve imtihanlar da burada başlar…
Duruma Seyyid Rıza’nın şaşkınlık, korku ve üzüntüyle verdiği “Doktor felç olacağını mı söyledi? Bize ne olacak? Emir Ali ye?” tepkisi ise onların bekleyen zor günlerin bir bakıma öngörüsüdür.
Eline kitaptan başka bir şey almamış olan Rıza için hayatın ritmi bir anda değişir. Geçimini sağlamak için bozuk gözlerine rağmen halı dokuma… Bitmeyen ev işleri… Oğlunun altını değiştirme… Yemek yapma… Atife’yi okula hazırlama… Gitgide artan pek çok sorumlulukla baş başa kalmanın yanında eğitimini devam ettirme çabaları… Oğlu Emir Ali’yi de alarak medreseye giderek dersi kapıda dinleme ve burada alaycı ifadelere maruz kalma…
Ve oğlu kucağında dinlediği dersten bazı notlar:”…İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin…”
Tek zorlanan Rıza değildir elbet. Zehra Sedat için de yepyeni bir mücadele başlamıştır. Eli ayağı gücünü kaybetmiş, ailesinin bakımını üstlenmek bir yana, çoğu temel ihtiyacını bile bağımsız karşılayamayacak hale gelmiştir. Hastalığın yanına eşlik eden yetersizlik duyguları ve bir gün bir duygu patlaması:
“Bundan daha aşağılayıcı ne olabilir? Benim mutfağımı temizlemek istiyorsun. Felç oluyorum görmüyor musun? Ellerim güçsüz, bacaklarım artık benim değil. Çocuklarıma yemek pişiremiyorum.”
Rıza’nın yanıtı: “Herkes hasta olur, hepimiz insanız… Sen dinlen, Allah’ a tevekkül et”.
Gerilen sinirlerle 8 evlilikleri boyunca birbirlerine ilk defa seslerini yükselttikleri anın ardından gelen naif dialogtan bir bölüm:
Zehra Sedat:”Sen bana daha önce asla bağırmamıştın. Maşallah sesin de…”
Seyyid Rıza: “Eğer sana bir daha sesimi yükseltirsem Allah beni affetmesin… Tabi senin de sesin…”
Bilindik bir hikâyeyi sıkmayan bir kurgu, dantel gibi işlenmiş detaylar ve duyguları izleyiciye çok iyi aktaran oyuncularla aile hayatına rehberlik edebilecek bir film. Birbirlerine sevgi ve saygı karışımı bakışlar… Komşuluk ilişkileri… Zihinsel engelli komşu çocuğuna bile Zehra Sedat’ın hastalığından dolayı “içim yanıyor” dedirtebilen bir insanlık… Hastanedeki hemşirenin boşanma kararını davranış ve sözleriyle etkileyebilen bir kadın duruşu ile her şerde bir hayır vardır düsturunu doğrulatan örnekler… Filizlenen bir ağaç dalına bakıp “mutluluk küçük şeyleri görmededir” dedirtmeler… Ve daha nice ayrıntılar.
Genel olarak ise Seyyid Rıza’nın olgunlaşmasının, terbiye edilişinin hikâyesi. Filmin ilk sahnelerinde, metrodaki yolculuğunda elindeki kitabı okuyan Seyyid Rıza ve metroda şiir kartları satan kızla ve çevresiyle pek bir iletişim kurmadığını gördüğümüz hali. Son sahnelerde ise yine metroda ve bu sefer elinde ailesi için yaptığı alışveriş paketleri ile aynı satıcı kızdan aldığı şiir kartı ve verdiği şeker ile kendini gösteren bir dönüşüm, fedakarlık, minnettarlık hikayesi… Yani emek verme hikâyesi. Tıpkı emek verince bakırın altına dönüşmesi gibi.
Ve verdiği bu emeğin bir bakıma teyidini aldığı, son sahnede bizleri bekleyen Seyyid Rıza’nın medresede dinlediği şiirsel üsluplu dersten yansımalar:
“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı..Bir hazine ya da bir kimya, bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir: İster buna anahtar deyin, ister remz (şifre) . Ama hiç de öyle karmaşık değildir bu. Yüce Allah bu remzi Hz. Musa’ya bir kelimede söyledi: Buyurdu: Benim için sev, benim için buğz et. İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün remz’i “velayet”tir. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’ tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. Kaş ve göz; dış görünüş için değil…Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp yarı yolda kalanlar Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.
“Onun aşkının kimyasından,
Bu kara yüzüm altın oluverdi.
Evet; senin lutfunun mutluluğuyla,
Toprak altın olur.” (Hafız Şirazi)
“İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. Gerisi çer çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı…!
Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”
Meryem Şahin, Aile Akademisi.