Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Bir Ayrılık

Senaristliği ve yönetmenliği Asğar Ferhadi tarafından gerçekleştirilen ‘Bir Ayrılık’ adlı filmin oyuncu kadrosunda Peyman Muaadi, Leyla Hatemi ve Sare Beyat gibi isimler yer almaktadır. Film, Berlin Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Kadın Oyuncu” dallarında ‘Altın Ayı’ ödülü kazanmış olan ilk İran filmidir.

Film; Tahranlı orta sınıfa mensup genç bir çiftin ayrılma kararıyla ortaya çıkan sorunları ele almaktadır. Filmin kadın kahramanı Simin, 11 yaşındaki kızı Terme için iyi bir gelecek kurma amacındadır ve bu yüzden kızının daha iyi bir eğitim alabilmesi için yurtdışına gitmeyi planlamaktadır. Ancak eşi Nadir, Alzheimer hastası olan babasını yalnız bırakamayacağı için bu fikre sıcak bakmamaktadır. Nadir, babası ile ilgilenmesi için bir bakıcı tutmuştur ancak kadın işi alabilmek için Nadir’den hamile olduğunu gizlemiştir. Daha sonra kadının çocuğunu düşürmesi üzerine olaylar cereyan etmeye başlamış ve filmin ana eksenini de bu ilişkiler ağı oluşturmuştur. Aralarında uzlaşma sağlanamadığı için boşanmaya karar veren çift için asıl sorun kızları Terme’nin kiminle kalacağı problemidir.

Yönetmen, ekran karşısında pasif bir konumda olan seyirciyi aktif bir konuma kaydırarak filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar olayları dinleyen ve bir karara bağlamak isteyen hâkim pozisyonunda tutmayı başarmıştır. ‘Bir ayrılık’ teması üzerinden ortaya çıkan çatışma, zıt duygular üzerinden (gitmek-kalmak, duygusallık-rasyonalite…), farklı bir olay örgüsü ve pek çok soru işareti ile izleyiciye başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. Ayrıca film boyunca ahlaki algıların değerlendirilmesi sorgulanmakta ve İslami İran’ın sosyal durumu ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır. Ferhadi seçmiş olduğu karakterler üzerinden, haklılık-haksızlık, dürüstlük, aile bağları, evrensel adalet hissiyatı çerçevesinde sınırlı seçeneklere sahip bireylerin, olaylar karşısında takındıkları tavırları, tercihleri ve tepkileri irdelemektedir.

Ferhadi, sınıflar üzeri duyulan bir güvensizliği, seçtiği karakterler üzerinden tüm örnekleri ve yönleriyle, mesaja boğmadan ve anlattığı öyküyü dağıtmadan ortaya koyabilmektedir. Türler arası geçişte son derece başarılı olan yönetmen böylelikle seyirciye karakterlerin ruhlarını inceleme ve anlama imkânı sunmakta, karakterlerine eşit bir mesafeden yaklaşmaktadır. Yargıç rolünü üstlenmiş olan seyirci de film süresince doğru soruları aramaya çalışmakta ve ‘kim haklı, kim suçlu?’ sorularının yanıtını aramaktadır.

Seyirci, filmi izlerken bir sonuca varamamakta ve hiçbir karakteri suçlayamamaktadır. Film boyunca asla bir tarafın mutlak haklılığına dair bir yargı yakalanamamakta, yönetmenin bakış açısındaki derinlik ve zenginlik burada kendisini yoğun bir şeklide hissettirmektedir. Güçlü bir senaryo ve muhteşem oyunculuklar eşliğinde, mütevazı bir bütçeyle ve sınırlı mekânda çekilmiş olan film, evrensel bir yorum ortaya koymaktadır.

Herhangi bir iddiası olmadan gerçekten büyük etkiler yaratmış olan Asğar Ferhadi, kendisiyle filmi için yapılan bir röportajında şunları söylüyor; “Ben seyircinin düşünmesini istiyorum, ona bu fırsatı veriyorum. Bu tarzda çekilmiş filmler izleyicisini keşfetmeye ve anlamaya yöneltir.”

Sanatın bir endüstriden çok daha öte ulvi bir gayesi olduğunu ortaya koyuyor bu başarılı film.

Saniye Yaşar, İslami Analiz

Aşkın Bedeni, Eli-Ayağı Var

00

Bu dünya iyilikle dolu; insanlar birbirine emek veriyor ki eksikler tamamlansın, çocuklar büyüsün, engelliler kanat takıp uçsun, birinde olan ötekinde de olsun. Kötülüğün gürültüsü kulakları sağır edince, ince işlerin sesini duymak karıncanın ayak sesini duymak kadar zorlaştı.

Altın ve Bakır (2011) filminin yönetmeni Humayun Esediyan son derece yavaş akan neredeyse gerçek yaşamla aynı anda ilerleyen bir aşk hikayesi anlatmış. Seyyid ile Zehra’nın birlikte dokudukları halıda müşahhaslaştığı gibi, dualarla, renklerle, hastalık ve fedakarlıklarla geçen bir hayat.

Seyyid Rıza Kazım Nişaburî hayatını ilme adamış, o medrese senin bu medrese benim dolaşarak bir arının bal toplaması gibi çalışıp çabalayan genç bir öğrencidir. Çocukluğunda Nişabur’da başladığı eğitimine Meşhed’de Han Medresesinde devam eder. Kelam, Tefsir gibi dersler veren hocaları takip ettikten sonra Yezd şehrindeki bilgi kısmetinin peşinde koşar. Sonunda ünlü alim Hacı Rahim Bey’in ahlak derslerine devam etmek üzere Tahran’a geldiğinde yanında karısı Zehra, ilkokula giden kızı Atıfe ve henüz emeklemeye başlayan oğlu Ali Emir var.

Yaşlı ev sahibi Azam Hanım kutular dolusu kitabı eşya sanıp bu dünyaperestliği yadırgamıştır. Kendisi dul bir kadın olarak oldukça şikayetçi bir kişi, down sendromlu genç bir kız olan evladını mümkün mertebe gözlerden uzak tutmaya çalışmak onu psikosomatik hastalıklara düçar etmiş.

Seyyid derslerine şevkle devam ederken evde çocuklara bakan, ev işlerinden başını kaldıramayan, yemek yapmak için çırpınan, para kazanmak ve kocasını rahatlatmak için halı dokuyan Zehra’nın kanatları altındadır adeta. Karısının derin aşkını, yaptığı beş kuruş getirmeyen işine, sonu gelmez öğrenciliğine olan saygısını, fedakarlığını çok sonra anlar Seyyid. Ne zaman ki Zehra MS hastalığına yakalanıp gözleri görmemeye, ayakları tutmamaya, takatten kesilmeye başlar o zaman bilir ki karısı gören gözü tutan eli delice koşturan ayağıdır. Aslında Zehra’nın böyle parasız bir öğrenciyle ilmine hürmeten evlenmesi de nadide bir durum. Seyyid’in aynı konumda olan nice arkadaşı hiçbir kız ya da ailesi kabul etmediğinden evlenememekten muzdariptir.

Zehra hastalığın pençesindeyken Seyyid artık ne bir satır okuyabilmekte ne de derslere devam edebilmekte. Başka bir ders açılmıştır hayat medresesinde, nazari ahlaktan çok ötede hayati ahlak dersi. Karısının ilaçları, tetkikleri, tedavisi için koştururken, biteviye yemek bulaşık temizlikle uğraşırken, bebeğin doyurmaktan banyoya, temizlikten avutmaya akıl almaz zor bakımıyla ilgilenirken hırçınlaşır biraz. İlim tahsil etmeye geldiği şehirde tamamen uzak düşmüştür gayesinden.

Zehra’nın da kızına biçtiği elbiseyi dikememek, çocuklarına yemek yapamamak, halısını dokuyamamak ve kocasını bu iş karmaşası içine atmış olmak yüreğine oturur. Seslerini birbirlerine ilk kez yükseltip kavga etmenin ardından Allah’tan gelene teslim olmayı seçmeleri, yatışıp barışmaları çok önemli. Seyyid ilmine rağmen öğretmenliği kabul etmeyen bir hal içindeydi ve daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu. Fakat artık bambaşka bir ilimle karşı karşıyaydı; nazariyelerden, kitaplardan taşan afaki ahlakın gerçek hayattaki sınanmasıyla. Kitabı olmayan bu ilmi öğrenmenin yolu bilgiyi kuvveden fiile çıkarmak için emek vermekten geçiyordu.

Kızını okula bırakıp bebeği kucağında derse gitmiş, içeri girmeden kapı aralığından dinlemeye başlamıştı. Onu gören bir molla, erkek adamın böyle bebekle gelmesinin medresenin izzetini zedelediğini söyleyerek kalbini yaralasa da aldırmadı Seyyid. Ciltler dolusu kitap hayat sahnesine çıkmıştı ve hocanın kapı aralığından gelen sesi de “bilgi biriktirmek yerine, bildiklerinizle amel edin” diyordu.

Oldukça durağan olan filmi çekici kılan Türk sinemasında alışık olmadığımız biçimde dindar kişilerdeki iyi yanların nazara verilmesi. Bizde hocalar hacılar sinema ve edebiyatta daima dini istismar eden, riyâkar, cahil, bencil, art niyetli, nobran kişiler olarak tasvir edildiğinden; insan, dini birikimin kişiye kattığı iyi şeyleri görmeye hasret kalıyor. Genç bir din adamının hayatını amaçlarını hastalanan karısının ayaklarının altına sermesi karşısında duralamamak ne mümkün.

Görme yetisini kaybetmeye başlayan Seyyid’in müşteriden avans aldıkları için Zehra’nın yerine geçip bitirmek zorunda olduğu halıyı dokurken gül almak için tekrarladığı dersler, zahir ile batın kitapla fiil arasındaki ilişkiyi açığa kavuşturuyor. Bıçakla parmağını kestiğinde, Zehra böyle durumlarda yaraya tuz basmayı öğretiyor ona, ninesinden öğrendiği gibi.

Ev sahibi Azam’a gelince, ne kadar söylense de yine de onlara yardım etmekten alıkoyamıyordu kendini. İnsanın içindeki sonsuz iyilik ve merhamet aksine izin vermezdi zaten. Kızı Ayda engelini aşıp bebeğe bakıyor, kendisi ise yemek yapıp getiriyordu. Seyyid ve Zehra da Ayda’yı gün yüzüne çıkarmış, ekmek ve sevgilerini paylaşmış ve yanlarından hiç ayırmaz olmuşlardı. İki aile iki komşu birbirini bütünlüyor, kusurları gece gibi örtüyor, bir aile başka bir aileyi dağılmaktan kurtarıyor, birbirinin dermanı olabiliyor. İşte bunlar hep kitap dışı.

Seyyid ailesiyle birlikte Azam ve Ayda’yı da alıp kırlara götürdüğünde herkes kendince eğlenirken o yerinden kalkamayan karısına aşkının nişanesi olarak şiir yerine İnşirah suresini okudu.

“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şanını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır…”

Ardından da aşkın mizan ve menziline Allah için sevmeyi koyan, Musa peygambere hitap eden ayetleri okudu. Böyle bir film olacak fonda Hafız Şirazi’den beyitler geçmeyecek!

“Onun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi.
Evet senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur.
Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı,
Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz”

Yıldız Ramazanoğlu, Serbestiyet

Rüsvai

00

Tesnim Haber Ajansı – 2012 yılında gösterime giren, bünyesinde tasavvufa ait güçlü ve kuvvetli vurgular içeren film, sahte dindarlık, şeref-onur gibi kadim meselelere karşı İslam’ın gerçek ve pratik yönlerini mütevazı bir dille anlatmaktadır. Oyuncu kadrosunda daha çok komedi filmlerinde aldığı rol ve ödülleri ile tanınan Ekber Abdi, sinema alanında birden çok film tecrübesi olan İlnaz Şakirdost, Muhammed Rıza Şerifi, Kamuran Tefti, İsmail Hallaç gibi isimler yer alıyor.

“Bu âlemin merdiveni ben ve biz lafıdır. Netice ise merdivenden yere çakılıştır. İnsan ne kadar yükseğe çıkarsa, yere düştüğünde sesi daha çok çıkar.”

Rüsvai filminin kısaca konusu şöyle; Efsane, toplum kurallarına uygun olmayan davranışlarıyla tanınan genç ve güzel bir kadındır. Toplum tarafından dışlanmakta, güzelliği ile erkeklerin ilgi odağı ve bakışlarının kurbanı olmaktadır.  Toplumda yüksek bir itibarı olan şeyh ile tanışması hayatı için önemli bir dönüm noktası olacak, şeyh sayesinde Allah ile küs geçirdiği yaşantısını sorgulamaya başlayacaktır. Efsane’ye âşık ve onunla evlenmek için her türlü yola başvuran, toplumun itibarlı kişilerinden olan yaşlı Hacı Ağa ise olmayacak şeyler yaparak niteliğini ortaya koyacaktır. Kitlelerin birbirlerini nasıl etkileyip harekete geçirdiği konusunda önemli bir örneklik sergileyen film, bireylerin kendi davranışlarının da ne kadar sorgulanmaya muhtaç olduğunu ortaya koyuyor.

Hacı Ağa’nın örnekliği üzerinden görünenle yaşantı/inanç arasındaki farklılığı, toplumdaki din istismarlığının varlığını ve hangi boyutlara ulaşabildiğini, başkalarını yargılamanın ne derece kolay olduğunu görüyoruz. Filmde, insanların katında itibar ve şöhret sahibi olmanın önemli olmadığı, asıl değerli ve anlamlı olanın Allah katında değerli ve itibarlı olmak gerektiği vurgulanıyor. İnsan hataya düşse, yanlışlar yapsa da ona dair umudun her daim diri olması ve ondan yardım elinin asla çekilmemesi gerekir. Beklentisiz ve karşılıksız yapılan iyilik ve fedakârlıkların asla boşa gitmeyeceğinin altını çizmeye çalışan film, güzel elbiseler giymenin insanlığın bir göstergesi olmadığını ve insan olabilmek için nefse hâkim olmak, başkalarını incitmemek, düşenin elini tutmanın gerekliliğini göstermeye çalışıyor. Gönül eri olma, Allah’tan ve kendinden uzaklaşmış kişilerin tekrar özlerine dönmeleri için önemli bir manevi uzantıdır. Yaşantının samimiyeti ve doğruluğu bir takım imtihanlardan geçilse bile istikametten ayrılmadığı sürece her daim korunacaktır.

“Allah’ım! Beni imtihan etmek mi istiyorsun?

Et, canım sana feda. Razı olduğuna razıyım.”

Var olmak; batıdaki anlayış gibi sürekli görünür olmakta değil, aksine yok olabilmekte saklıdır. İnsanlar birbirlerinin aynasıdır, değer verilen şey de denge gözetilmediği sürece değer verilen şeyin kölesi olunabileceği; âlim olmanın kolay, adam olabilmenin ise zor olduğu; bela ve musibetlerin insanın kötü amellerinin yansıması olabileceği; güzelliğin bedelinin yalnızlık olduğu; insanlar ‘ne der’ diye değil de Allah ‘ne der’ diye düşünerek yaşanması gerektiği; Allah’ın insanların hazırladığı dosyayı kabul etmeyeceği gibi hususlar filmin mistik ve düşünülmesi gereken önemli nokta atışlarıdır.

“Sizin asıl sorununuz din ve imanı benden almanızdır, din ve imanı kuldan değil, kaynağından almak gerekir azizim.”

İran filmlerinin karakteristiğine kısaca bir göz atacak olursak;

İran sinemasının işlediği temalar arasında hayat, ölüm, ayrılık, aşk, yoksulluk, kimlik gibi temalar farklı anlam boyutlarıyla yer almaktadır. Bireyin hayata dair yaşadığı sorun ve açmazları, insan tabiatına uygun refleks biçiminde ve bilinç eşliğinde eleştirel bir yaklaşım ile ifade edilmeye çalışılmaktadır. Karakterlerde görülen ortak özelliklerden bazıları, sakin yapıları ve değerlere karşı tepkili olmamalarıdır. Bu nedenle İran filmlerindeki karakterler izleyiciyi yormaz. Filmlerde yer alan mistik vurgular, duygusallık ve şiirsellik, insanı birçok açıdan etkileyerek izleyiciyi seyrin içerisine başarılı bir şekilde çekmeyi başarır. Şiirsel diyaloglar ve alegorik hikâyelerin eşliğinde anlatılan filmlerde amaçlanan şey, özellikle izleyiciyi filmin içerisine çekmek ve zihninde sorular oluşmasına yardımcı olmaktır. Çoğu filmde yanıt yoktur ya da olsa bile örtüktür ama ana fikir açık bir şekilde izleyicinin anlaması ve çıkarım yapabilmesi üzerine kurulmuştur.

Batı düşüncesinin bir ürünü olan varoluşçu anlayış; dünyayı algılayan ‘ben’ ve benim dışındakiler gibi bir ayrıma dayanır ve bu düşünsel paradigmasının temellerini özne-nesne ayrımından alır. Doğu düşüncesi ise bu ayrıma yer vermez ve kendini bütünün bir parçası olarak görür. Bu hâkim paradigmaya paralel olarak batı kültüründe bireysellik ve farklılıklar ön plana çıkartılırken, doğu kültüründe ise toplumsal benzerlikler ve topluma uyum gibi özellikler ön plana çıkartılır.

Son olarak; yeni dönem İran sinemasını etkin ve başarılı kılan en önemli unsurlardan biri de gelenek ile kurduğu barışık ve doğru bir ilişki stratejisidir. Güncelliği yakalamış ve geçmiş ile çatışmaktan ziyade temellerini buradan almaya çalışan, bunu yapmaya çalışırken de değerleri muhafaza etmeyi amaçlayan bir stratejidir çoğu kez yapılmaya çalışılan. Kısacası sinema dili ve estetiği açısından İran filmlerinin özel bir yeri ve önemi vardır. Unutulan değerler ve görmezden gelinene karşı gösterilen hassasiyetler zoom’lanarak izleyicide çoğu kez farkındalıkların oluşmasına zemin hazırlamakta ve görselliğin ezici katmanlarından sıyrılmasına olanak sağlayarak sadeliğin, tefekkürün, düşüncenin, özeleştirinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır.

Saniye Yaşar Batı – İslami Analiz

Bir Ayrılık

En iyi yabancı film Oscar’ını alan İran filmi A Seperation‘ı dün izledim ve ödülü hak ettiğini de görmüş oldum.

Film iki saat sürüyor ama benim gibi sıkılgan bir insan bile sıkılmadan izlediğine göre film yeterince akıcı.

Konu bir çiftin boşanma kararı almasıyla başlıyor. O boşanma kararının ertesinde gelişen olaylar, başta ciddi olmayan bu kararı ciddi bir hale getiriyor.

Filmde aksiyon ya da entrika yok; sade, içten, bizden ve çok duygusal bir film.

İzledikten sonra bir süre filmin etkisinde kaldım. Keşke olaylar o yönde gelişmeseydi diye düşündüm. Ama iyiki de izlemişim, gerçekten izlenmeye değer bir film, hala izlemediyseniz vakit kaybetmemenizi tavsiye ederim.

Sevgilerle. Sihirli Süpürge

Bir Küp Şekerin Tadı

“Damla sensin, deniz sensin, lütuf sensin, kahır sen
Şeker sensin, zehir sensin, incitme fazlam beni… ” (Mevlana Celaleddin Rumi)

Varlıkla yokluk arasında bir git-gel. Ölümle dirim arasında bir ömür. Şimdi mutluluk, birazdan hüzün bekler bizi. Omzuna şurada çöken ağırlık az ötede hafifler bir anda. Hiç bitmez dediğin his biter, gitmez dediğin gider, artık gelmez dediğin çıkar gelir. Kestiğin dal filiz verirken gözüne baktığın meyve kurur. Hesap tutmaz, ele avuca gelmez dünya. Peşinden koşanı sürükler, yüzüne bakmayanın ardınca koşar. Teslim olursun dersin ki: Burası dünya, bu kadardır. Dünya ki hem zıtlıklar hem tecelliler âlemi. Burada Celal de var, Cemal de. Kahır da var lütuf da. Kıvrılan, dönüp duran, ilerleyip gerileyen, başa dönen, koşan-koşturan, durup-durduran bir yerdir bu arz. Her tecelli yeniden hatırlatır: Burada kalıcı değilsin.

Bu arzın tenhasında baki olmamak belki insan evladına en büyük lütuftur. Her şeyin sabit ve değişmez olduğu, geri dönüşün olmadığı bir âlem için hallerin değiştiği, kalplerin evrilip çevrildiği, her aslın bir zıddının olduğu bu âlem gereklidir. Sanat madem hayata dokunduğu kadar vardır ve sinema hayatın perdeye iyi bir yansımasıdır elbette sanatçı gözlerden kaçan o dünyayı yansıtır seyirciye.

Aksiyon severler durağan bulsalar da İran Sineması hayatın güzel bir tezahürüdür durum sinemasından keyif alanlar için. Şiirin tasavvufla yoğrulduğu bu topraklarda bakmak kadar görmek de mühimdir. Bir Hint filminde müzikal sahneleri hızla atlayabilirken bir İran filminde gözünüzü/gönlünüzü ekrandan ayırıp başka bir işle meşgul olma hakkınız pek yoktur. Yönetmenin çektiği her kare, her söz ve ses bir bütünün ahenkli parçalarıdır. Çoğu durum filminde olduğu gibi Yek Habe Ghand’da da birkaç cümle ile özetlenebilecek bir konunun uzun metrajlı yakın kadrajlı minimalist halini izlersiniz.

Rıza Mir Kerimi’nin dilimize Bir Küp Şeker olarak çevrilen 2011 yapımı filmi hem İran sineması ile ilk kez tanışacaklar, hem de İran sinemasının sıkı takipçileri için güzel bir temsildir diyebiliriz. Ahşap kanatlı kapılar, avludaki havuz, meyve ağaçlarıyla dolu bahçe ve çocuklar sizi bekler. Şehre uzak geleneksel bir evde evin küçük kızı Pesend’in (Nigar Cevahiriyan) düğün merasimine hazırlık yapılmaktadır. Uzak şehirlerden gelen ablalar ve enişteler valizleri ve hediyeleri kadar kendi hayatlarını da taşırlar anne evine. Film düğün için hazırlanan evin aniden cenaze evine dönüşünü anlatırken gayri ihtiyari Pesend’i baş rolde görmek isteriz. Oysa film katmanlı yapısı ile dakikalar ilerledikçe açılacak ve her karakterin hikâyesi filmin içinde bir iç zenginlik olarak kendine yer bulacaktır.

Kazan’da en iyi film[1], ödülü almış bu yapıtında Rıza Mir Kerimi adeta mikro bir dünya kurmuştur. Kadınlarla erkeklerin, çocuklarla ihtiyarların, eski ile yeninin, düğün ile ölümün yan yana olduğu bir hayat vardır perdede. Her şeyin alabildiğine doğal olduğu filmde bir müddet sonra kendinizi perde karşısında değil de komşu kızın düğününde zannedebilirsiniz. Kız kardeşler yan yana geldiğinde yapılan sohbetler, bacanakların atışması, çocukların minderlerden kurduğu evler işte bizim şurada kısa zaman öncesine kadar yaşadığımız anlar değil midir? Hatta öyle ki komşular ne der endişesi bile birebir vakidir filmde.

İran filmlerinde alışageldiğimiz hüzün bu kez tatlı bir telaşa dönüşmüştür. Eski evin odalarında, avlusunda, bahçede ama neticede tek mekânda geçer filmimiz. O eski evde ailenin her ferdinin ayrı bir hali vardır ve yan hikâyeler sizin ana tema olan düğün hazırlıklarından kopmadan ve sıkılmadan filmi seyre dalmanız için ustaca yerleştirilmiştir. Tek mekânlı filmlerin yönetmenin elini kolunu bağladığı düşünülse de Kerimi küp şekerde bir tabloyu andıran yavaşlatılmış sahneleri ve Muhammed Rıza’nın müzikleriyle sanılanın aksine sinemasının lehine bir iş ortaya çıkartmıştır. Bahçedeki salıncakta sallanan Pesend’in ağaçtan bir elma koparmaya çalıştığı sahne, misafirlere sunulacak ikramlık meyvelerin büyük havuza atıldığı saniyeler ya da akşam şenliği için renkli ampullerin ağaçlar arasına gerildiği sahneler bu tatlı seremoniye örnek verilebilir.

Özellikle din ve kadın üzerinden sosyal hayatı anlatan filmleriyle tanıdığımız yönetmen Kerimi, bu filminde geleneksel hayatın küçük ama değerli mutluluklarını modern insan için belirginleştirmiş diyebiliriz. Filmde aktarılan geleneksel hayatın içinde Amerika’daki damadın internet üzerinden nişana dâhil olması, erkek tarafının getirdiği hediye paketlerinden bir cep telefonunun çıkması gibi filmin geneline yayılmış geleneği kıran ve eleştiri alan noktalar da yok değil. Esasında bu kareler filmin mesajıyla çok da ters düşmüyor. Çünkü zaten Kerimi filminde ilk sahneden son sahneye kadar yaşamın zıtlıklar içindeki uyumunu gösteriyor. İran Sineması’nın diğer sinemalar arasındaki konumu da böyle değil midir? Devrim sonrası neredeyse tüm dünyadan tecrit edilen İran; sinema gibi batıya has bir imkânla yine batının kapısına dayanmış[2], doğulu olmanın verdiği ruhla dünyaya bir pencere açmamış mıdır?

Bir Küp Şeker adına yakışır bir biçimde bir şeker parçası ile başlayıp bir şeker parçası ile biter. Cennetin çocukları filminden hatırladığımız o meşhur şeker kırma sahnesi burada da karşımıza çıkar. Evin ihtiyar dayısından gayrı herkesin pür neş’e olduğu vakitlerde ihtiyar dayı ya önünde duran şeker kütlesini bir çekiçle kırmaya çalışmakta yahut çocuklara avcılık günlerini anlatırken bir küp şekeri ağzına atıp çayını yudumlamaktadır. İran sineması doğuya has bir tavırla bir simgeler sinemasıdır biliriz. Kurulan bir cümlenin birden çok manası olabilir. Bir küp şeker bize hem sevinci hem acıyı yaşatabilir ve yönetmen sanki usulca şöyle der: “Damla sensin, deniz sensin, lütuf sensin, kahır sen. Şeker sensin, zehir sensin, incitme fazlam beni…” (Mevlana Celaleddin Rumi)

[1] 8. Kazan Uluslararası Müslüman Sinemalar Film Festivali/ En iyi film, en iyi görüntü ve en iyi kadın oyuncu (filmin tüm kadın oyuncuları için) ödülleri/ 2013
[2] Bir Küp Şeker, İran İslam Cumhuriyeti’nin 2013 yılının En İyi Yabancı Film Oscar Adayı’ydı ancak Hz. Muhammed’ehakaret içeren ABD yapımı film sebebiyle Bir Küp Şeker Oscar adaylığından geri çekilmiştir.

Ayşegül Uyar, Kitap Haber

Sevginin Destanı

avb

Eğer sevginizin mizanı Allah (c.c.) olursa kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz.

Yönetmenliğini İranlı Humayun Esediyan’ın yaptığı, senaryosunu ise Hamit Muhammedi’nin kaleme aldığı, orijinal ismi “Tala ve Mes” olan Altın ve Bakır filminin baş rollerinde Nigar Cevahiriyan (Zehra Sadat) ve Behruz Şuibi (Seyyid Rıza) oynuyor.

Film, dini ilimler öğrencisi olan Seyyid Rıza’ın ilim tahsil etmek için Tahran’da bulunan bir medreseye gelmesi ile başlıyor. Seyyid Rıza ve ailesinin başından geçen halleri konu alan film, günümüzün en temel sorunlarından biri olan aile ilişkilerine ve İslam’ın hayata yansıması olgusuna dikkat çekiyor. Seyyid Rıza Tahran’daki medresede ilim tahsil etmeye başladıktan belli bir süre sonra hanımı Zehra Sadat rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıyor. Çok geçmeden Zehra Sadat’ın MS hastalığına yakalandığı haberi geliyor. İki çocuk sahibi olan Zehra Sadat bu rahatsızlığını ve kendi geleceğini düşünmekten ziyade, eşinin ve çocuklarının onsuz yaşayacağı zorlukları düşünür. Çalışkan ve başarılı bir öğrenci olan Seyyid Rıza ise hanımının hasta olması sebebiyle medresedeki çoğu derse gidemez ve derslerinden geri kalır, aynı zamanda evde bir erkek ve de bir kız çocuğunun ihtiyaçlarını görmeye gayret eder.

Aşkı, Hâfız-ı Şirâzî ve Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî’nin şiirsel dili ile birleştiren yönetmen, filmin aralarına da aşkın gerçek manasının ne olduğuna dair ufak ufak notlar düşüyor. Filmin sonuna doğru Seyyid Rıza’nın, hanımı Zehra Sadat’ın isteği ile, ona İnşirah suresini okuduğu sahne görülmeye değer. Neredeyse tüm oyuncuların oyunculuklarını en üst seviyede sergiledikleri bu filmde dikkat çeken bir diğer ayrıntı ise sevişme sahnesi, dedikodu, gıybet, iftira, hakaret, silah, kapı dinleme, intikam, entrika gibi günümüzde ülkemizde pirim yapan unsurların bu filmde yer almamasıdır. Bu unsurların yer almadığı bir filmin de var olduğunu ve sanatın gerçekte neyi ortaya koyması gerektiğini bize gösteren yönetmen, yazar, oyuncu ve tüm film ekibine teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Kadir Bekar, Genç Dergisi, 85. Sayı, Ekim 2013

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır – İran Filmi

Her birimiz ayrı bir çerçeveden değerlendiriyoruz hayatı. Bir avukata sorsak ki, yaratılışın özü nedir diye? ilk aklına gelen “adalet” olur büyük ihtimalle. Öte yandan aynı soruya bir çiftçinin “emek” diye cevap vermesi beklenebilir. Bir arife sorsak da bize “Allah için sevmek” diyebilir.

Biriktiririz sürekli. Acıları, üzüntüleri, kayıpları… Kayıp ne tuhaf bir kelime öyle… Hele de biriktirmesi nasıl olur ki? Ne kayıp olabilir ki bu dünyada eğer ahirete inanıyorsak.
Sevmek derken, bir moda olmuş ki sevmek… En güzel biz severmişiz gibi, sanki nefsimiz değil de “Allah için” sevmişiz gibi, her ayrılığın gün doğumunda “Allah sabredenlerle beraberdir.” Ayetinin muhatabı sanıyoruz kendimizi. Sevgiyi de düşürdük yerlere ve nerelerde tükettik sabrımızı ve ne çabuk kör olduk da göremedik gerçek acıları, gerçek sabredenleri.

Geçmişin getirdikleri, günümüzün yaşantıları içerisinde tam bunları düşünürken bir film özetledi konuyla alakalı düşüncelerimi. Hep farklı kültürleri, farklı yaşantıları merak ederim. Duyguları da… Nasıl severdi bir Avrupalı, nasıl saygı duyardı bir Asyalı… Bunu nasıl film ederdi bir yönetmen. “Allah için sevmek” desek hepimiz yazarız bir sürü süslü kelimelerle yazılar. Ya da tek bir fotoğraf gösterir susarız. Ben de bir film tavsiye etmek isterim sizlere. İnce ince işlenmiş filme “Allah için sevmek”…

Filmde yer alan hocanın sözleriyle;

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir. Mutluluğun sırrını yanlış yerlerde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir; ister buna anahtar deyin, ister rumuz…

Ama hiç de öyle karışık değildir bu. Yüce Allah bu sırrı Hz. Musa’ya bir kelimede söyledi:

– Benim için sev, benim için buğz et.

İşte bundan ötürü tüm amellerinin kabulünün anahtarı “velayet”tir. Allah için sevmek..
Eğer sevginin mizanı Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz.

Bu menzile varmayıp, yarı yolda kalanlar, Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’a yakınlaşırsınız.

“O’nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi.”
Evet, senin lütfunun mutluluğuyla , toprak altın oluverir.”

İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!”

Yaşama Dair, Saliha Karaca.

Serçelerin Şarkısı

Bazı filmler vardır hani, içtenlikle gülümsetirken bir yandan da içimizi burkar. “Hayatın film sahnesi gibi olduğu zamanlardır” deriz bu anlar için. Bu hafta benzer duyguları yoğun bir şekilde hissedeceğimiz doğal kurgusu ve şiirsel anlatımıyla güçlü bir film var karşımızda. “Serçelerin Şarkısı“..

Yönetmen koltuğunda Macit Mecidi‘nin oturduğu 2008 yapımı bir İran filmi. Köyde yaşayan bir ailenin yaşam mücadelesini anlatıyor. Dostluk, aile olmak, gibi kavramlarla hayallerin perdesinde; biraz da mizahla beslenerek tam da içimizden birilerinin hikayesi gibi anlatılmış.
Filmden;

“Deve kuşu çiftliğinde çalışan bir babanın işten atılmasıyla olayların seyri değişir. Bir yandan geçim şartları, bir yandan işitme problemi olan kızının durumu babayı hayli düşündürmektedir. Bu küçücük dünyalarında yaşadıkları zorlukların yanında kocaman umutları barındıran insanların hikayesini çocukların heyecan dolu gözlerinden okuyarak izlemeye değecek diyoruz.”

İyi seyirler…

Bir Sınıf Değişir

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır – İran Filmi

Aşk varsa güzel bakar gözler, naif dökülür ağızdan kelimeler. Bir yanda altın diğer yanda bakır. Değerli olan hangisi? Bakır emek ister altına dönüşmek için, aşk ister, çaba ister. Nasıl ki yüreğe düşen aşk değiştirir insanın kimyasını, bakırın da değiştirir yapısını.

Ne güzel anlatmış yönetmen Homayoun Assadian, ne güzel yazmış senarist Hamed Mohhamadi hayatı paylaşırken kaçırılan küçük anların, duyguların aslında ne kadar kıymetli olduğunu. Miyopluğumuzun farkına varıp uzaktan bakmamız için fırsat sunmuşlar bize bu filmle.

Belki de iki kelimede bitiyor her şey, iki kelimede başlıyor. Seni Seviyorum demenin huzuru bir kalpten diğer kalbe, çok şeymiş gibi görünen her şeyin aslında hiçbir şey olması gerçeğiyle akar.

Çalıkuşu

Kelebekler

پروانه ها (Pervanehâ)

Yönetmenliğini Nasır Rufai’nin yapmış olduğu 2011 yapımı bir dram filmi KELEBEKLER.

Ailesi ile yurt dışına çıkacakken vizesi iptal edilen ve bu yüzden belli bir süre uzaktan tanıdığı bir akrabasının yanında kalmak zorunda olan Nigin’in bu süreçte yaşadıkları konu edinilmiş.

01

Filmde 17 yaşındaki Nigin ve Arkadaşlarının en kritik dönemleri anlatılıyor. Ailesinden uzakta, kendisine çok yabancı olan bir mahallede, başka bir evde ve iki yaşlı insanla günlerini geçirmek ilk başta Nigin’in fazlasıyla canını sıksa da bir parça mızmızlık yapıp ukala davransa da bir kaç gün sonra tanıştığı yeni insanlar vesilesiyle kendisinde büyük bir değişim boy gösteriyor.

02

Sanırım bu filmde en sevdiğim şey, diğer bir çok İran filmlerinde bulunan samimiyeti, doğallığı yakalayabilmemdi. Filmdeki en sevdiğim iki karakterden biraz bahsedip kalan kısmını sizin yorumlarınıza bırakmak istiyorum 🙂

Nigin’in evlerinde misafir olarak kaldığı ev sahibi yaşlı amca ve teyze beni en çok etkileyenlerdendi. Amca bayağı yaşlı olmasına rağmen oyunculuğu mükemmel ötesi çok sıcak ve doğal. Sanki kendisini belli bir role bürümemiş aksine günlük sıradan hayatını yaşıyormuş gibi filmde.

03

ÇOK DA ŞEKER 🙂

Bir de amcanın eşi rolüyle sevecen, güler yüzlü bir teyze karşılıyor bizi filmde. Kamera ne zaman teyzeye yönelse o zaman gülüyor. Filmin hiç bir sahnesinde suratının asık olduğunu görmedim.

04

Şahsen konunun işlenişini, oyunculukları, diyalogları çok beğendim. Bir çok sahnesini gülümseyerek izledim.

Aynı tadı almanız dileğiyle. İyi seyirler 🙂

Benginur Gündeşli