Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Allah Yakındır

Tasavvufla ilişkisi olmayan birisinin bu filmi nasıl bulacağını bilemiyorum. Aşkın zerresini tatmamış bir damak ne der? Böyle bir damağın lezzetine ilkin ne sunulmalıdır?

Bir rüyanın bir rüya olmadığını, bir pin kodu görevi gören rüyaların hasıl olduğu yaşamların nasıl bir dönüşüme uğrayabildiğini nasıl anlatmalıdır bunu deneyimlememiş birisine?

Deli denilmez aslında onlara diyebilmek ne mümkündür?

Zaptedilemez ruhları arada bir şahlanıveren, uçarı-aşırı bulunabilen insanlara olan muhabbetimden bahsetmek için iyi bir yer midir film kategorisi?

Farsça neden kulağıma hoş geliyor? Şair olmak için daha uygun bir dil var mı acaba?

Ali Veziriyan adlı yönetmenden. Daha önce izlemediğim bir yönetmendi. Çok sevimli bir filmdi benim için. Yaşama olan coşkusu, neşesi ile deli zannedilen Rıza’nın yol izini izlemek isterseniz buyrun. Oyunculuğu da enfesti. Tasavvuf öğeleriyle bezenmiş, eski görünümlü bir film… Ve filmin en önemli oyuncusu bir kasa aslında.

Filmden bir anekdot:
– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.
+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.
– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.
+ Başka bir Leyla’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği. İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın.. Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..
– Allah her yerde hazırdır. Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın. Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..
+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?
– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Yol İzi

Sadakat, Emek, Altın ve Bakır

İran filmleri ile tanışmam “Altın ve Bakır” sayesinde oldu. Ne aradığımı, ne ile karşılaşacağımı bilmeden başladım izlemeye.

Film bitince hiç ummadığım kadar hayran kaldım. Filmden öte bir kitap gibiydi benim için. Özenle yazılmış, özümsenmesi gereken, altı çizilecek bir çok cümle barındıran muhteşem bir şaheserdi, ki bundan dolayıdır birden fazla seyretmişliğim.

Hiç bıkmadan defalarca izledim, her izleyişimde de bir parça daha işlendi yüreğime.

Küçük ve sıcak bir atmosfere sahip ev, ilim aşığı bir eş ve talebe, kendisini eşine evine çocuklarına adayan bir kadın, bu kadının çektiği sıkıntılar ve bunlara sabırla göğüs germesi..

Birbirlerine olan destekleri, şefkatli bakışları, aşkın, sevginin en saf haliyle duruşları beni en çok etkileyenlerdendi.

Yine kısacık bizleri sıkmayan, akışına bırakıp izleyebileceğimiz ve bence İran’ın gurur kaynağı olacak değerde bir film. Hiç tereddütsüz izlemenizi tavsiye ederim.

Filmin son 5 dakikası onun gerçek manasını karşılayacak öneme sahip, ki en sevdiğim cümlesidir : “Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı..!
Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz..”

Benginur

Şark’ın Şiiri İran Sineması ve Allah’ın Rengi

 

“Sen hem her yerdesin hem de görünmezsin.
Bir sığınak bulup; yalnızca senden saklanmayacağım.
Senin adından başka kimsenin adını anmayacağım.”

Yaşadığımız bir anda kalan hatırayı kapaklı kutulara koyup saklayabiliyoruz, okuduğumuz bir kitapta bir karakteri kendimize yakın hissedip ona can vererek hayatımıza misafir olarak alabiliyoruz, bir film izliyor, herhangi bir sahneyi aklımıza kazıyor, gözlerimizle fotoğrafını çekerek kalan yaşamımızda beraberce yaşayabiliyoruz.

Mevzu bahis olarak bu gözlerimizle çektiğimiz fotoğrafları alalım; filmleri… Şark’ın şiiri İran filmlerini. Sinema ile değerlerin iletilmesi mümkün mü, insanların kalbinde ve dahi aklında bir nebze olsun yer edinebilmek?

İran sinemasını Batı sinemasından farklı kılan, şüphesiz ki sinemanın şiirle yapılıyor olmasıdır. İran sinemasının derisine nüfuz etmiş şiirsellikte, asırlardır uygarlıkların beşiği olagelmiş Mezopotamya’dan beslenen Farsça’nın önemli etkisinin olduğu görülür. Edebiyat dili Farsça’nın söz dizimi ve söylenişindeki armoni, filmlerin şiirselliğini sağlayan temel motiftir.

Örneğin Muhsin Mahmelbaf’ın “Gabbeh” filmi kamerayla yazılmış bir şiir gibidir. Gabbeh, İran’ın güneybatısındaki Türk asıllı Bahtiyar aşiretinin kimliğidir ve aşiret mensupları dokunan her kilimde başlarından geçen olayları renklerdeki anlamlara gizleyerek dokumaktadırlar. Doğanın büyüsünün şiirle verildiği filmde Gabbeh, büyülü bir şekilde bedenine dokunmuş hikayesiyle ırmağın kıyısındaki yaşlı çiftin geçmişidir. Gabbeh’in beklediği amcası, evleneceği kızı suyun başında okunan şiirlerden bulur.

Bazı filmler de var ki içinde hem şiir hem Allah sevgisi hem de teslimiyet barındıran.

Cennetin Rengi…

Hikaye İran’ın bir dağ köyünde geçiyor. Filmin ilk saniyelerinde sizi simsiyah bir ekran karşılıyor. Bu simsiyah zemin izleyiciye diyor ki, gel benim gözümden gör, gel de hisset neler izleyeceksin…

Tahran’da yatılı okulda eğitim gören doğuştan görme engelli Muhammed, evreni parmak uçlarıyla anlamaya ve görmeye çalışan bir çocuktur. Yaz tatili için oğlunu köyüne götürmek üzere Tahran’a gelen babası ise içten içe oğlunun bu “kusurunu” kabullenmemekte, onu adeta bir yük olarak görmektedir. Muhammed ise babasını beklerken bir kuş sesi duyuyor ve uçsuz bucaksız karanlığında kuşu aramaya başlıyor. Bu kuş henüz yavru, annesinden ayrı düşmüş, yerdeki yaprakların arasında kaybolmuş küçücük bir kuş. Muhammed kuşun sesini takip ederek karanlık dünyasına rağmen onu buluyor ve zorlukla çıktığı ağaçtaki yuvasına bırakıyor. Muhammed’in gözlerindeki karanlık, adeta kalbindeki aydınlık oluveriyor. Sonunda köyüne dönen Muhammed ninesinin de yardımıyla küçük parmaklarını gözleri belleyip kainatı parmak uçlarıyla keşfetmeye başlıyor. Bizim aydınlık dünyamızdaki karanlıkları kendi karanlığında boğuyor. Muhammed’in yaşadığı köy, büyülü doğa görüntüleriyle bezeli bir şekilde çıkıyor karşımıza, bu açıdan kör bir çocuğun dünyasını aktarma gayesiyle tezat olarak görünse de aslında yönetmen, küçük Muhammed’in hayal dünyasının renkli bir panoramasını çiziyor. Muhammed’in okumaya ve etrafındakileri keşfetmeye karşı çok büyük bir yatkınlığı vardır. Ninesi Aziz bunun farkındadır ve Muhammed ile ninesi arasındaki şu diyalog oldukça dikkat çekicidir:

– Ellerin niye bu kadar beyaz nine?
– Öyle olduğunu kim söylüyor?
– Kendim anladım, ellerin bembeyaz.
– Ömrüm boyunca tarlada çalıştığım için kapkara ve nasırlılar.
– Hayır, ellerin yumuşacık ve güzel.

Küçük Muhammed babaannesinin ellerini sanki sınıfta Braille alfabesiyle kitap okuyormuş gibi her santimetrekaresine kadar yoklamaktadır. Aynı şekilde tarladaki ekinlerin her bir kıvrımını, nehrin kıyısındaki taşların şekillerini, ağaçkakanların seslerine de harfler ve sayılarla kendince anlamlar yükleyerek kâinat kitabını okumaktadır.

Film aynı zamanda bir Farsça dua ile başlıyor: “Ey gören fakat Görünmeyen! Yalnız seni ister, yalnız seni zikrederim.”

Bu duanın Bakara Suresi’ndeki 138. ayetten ilham aldığı ortadadır. Bu ayeti de nakledelim: “(Ey müminler! Deyiniz ki, bizim boyamız) Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak O’na ibadet edenleriz.” Zira söz konusu ayette de bahsedilen ve İslam’da “Sıbgatullah” olarak geçen “Allah’ın boyası“, inanan kişinin yaratıcıya kulluk etmesini sembolize etmektedir. Bir başka deyişle hayatını dinin direktifleri doğrultusunda şekillendirmiş ve yaratıcının rızasını kazanmayı gaye edinmiş kişi “Allah’ın boyası” ile boyanmış olur.

Muhammed’in babası ondan bir şekilde kurtulmak ister ve çareyi onun gibi görme engelli olan bir marangozun yanına çırak olarak vermekte bulur. Zira bu fikrinde muvaffak olmuştur. Muhammed marangozhanedeki ilk gününde ağlamaya başlar. Marangoz neden ağladığını sorunca şu cevabı alır: “Kimse beni sevmiyormuş ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.”

Muhammed’in babaannesine gelecek olursak, torununun evden gitmesi üzerine oğluna sinirlenerek evi terk etmeye kalkışır ve oğlu ona bir çeşit isyan eder. Biz bu iki sahnede de ortak bir sorgulama görüyoruz. Muhammed yaratıcıyı görmek adına Allah’ın kudretini, babası ise “vermediği” şeylerden ötürü yaratıcının iradesini sorgulamaktadır.

Muhammed’in okulun bahçesindeki yavru kuşu kurtarması, ardından ninesinin nehrin kıyısına vuran balığı alıp tekrar suya bırakmasını görüyoruz. O günün ardından Muhammed’in ninesi hastalanmış ve çok geçmeden hayatını kaybetmiştir. Perişan bir halde, oğlunu marangozun yanından almaya giden babası, ters dönmüş bir kaplumbağa ile karşılaşmış fakat oğlu ve annesinin aksine bu canlıya yardım etmemeyi seçmiştir. Daha sonra Haşim ile Muhammed’in üstünden geçtikleri köprü yıkılıyor, Muhammed nehrin azgın sularına kapılıyor ve biz bu gerilim sahneleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Haşim bir anlık tereddüt sonrası nehre atlıyor ve baba oğul sürüklenmeye başlıyor.

Haşim ve Muhammed nehirdeki kayalıklara çarpa çarpa sürüklenerek kendilerini Hazar Denizi’nde bulurlar. Haşim uyanıp oğlunu cansız bir şekilde yatarken görür ve büyük bir pişmanlıkla ağlar. O sırada esrarengiz bir şekilde Muhammed’in bir nevi gözü işlevini gören eli bembeyaz bir hale bürünür ve etrafına ışık saçar.

Ruhlarımızı ve gönüllerimizi Allah’ın rengiyle donatabilmek ümidiyle…

Hümeyra Özbek, Bir Acayip Blog

Reng-i Hüdâ

 

rh

reng-i hüdâ,
1999,
iran islam cumhuriyeti.
sadece alıntılarını gördüğüm filmi izleme fırsatı buldum, tevafuk, hızlı okuma takıntımla ağrıttığım başımı dinlendirmek için film aramaya başlamıştım ki, el ele tutuşmuş çocukları heidivari bir havada görünce ilgimi çekti; filmin konusunun görme engelli bir çocuk üzerine olması da kararımı pekiştirdi.
uzun zamandır iran filmi izlemiyordum, hoş hayatımda izlediğim ikinci iran filmiydi gerçi ama olsun, bir değişiklik olmuş oldu benim için. ispanyol, fransa, ingiltere ve tabii ki bol bol abd izlemek bir yerde tek tipleştirmiş bendenizi. alışmışım nitekim perdede -pc ekranında- güzel giyimli-vücutlu erkekler-kadınlar; o yılın son modası olan otomobiller, eşyalar görmeye… iran filmlerini görünce ben garip, ben mahzun, ben suskun. anne ben batıcı oldum…
1999 yılında oscar’da ‘en iyi yabancı film ödülü’ne aday gösterilen ilk iran filmi olup, hakkını her karede fazlasıyla insani duygulara hükmederek vermiştir. film güzel, konu güzel fakat muhammed’i ve babaanne’yi canlandıran kişilerin profesyonel oyuncu olmaması ve muhammed’i canlandıran muhsen ramazani’nin gerçekte de görme engelli olması ile ortaya böyle harika bir film çıkmış olması daha güzel.
sağ olsun, majid majidi.
filmi izlemeyecek, hissedeceksiniz.

Günahkâr Notlar

Zümer Sûresi, 36. Ayet

“Allah kuluna kafi değil mi?” (Zümer 36)


Hayranlıkla izlediğim ve izlenesi İran filmlerinden biri daha. Bitirir bitirmez yazmam gerektiğini düşündürdü bana. Böylelikle hakkında yazdığım ilk sinema ve İran filmi de oldu, mübarek olsun. Yazalım, izlenmesine vesile olalım.
Farsça سيب و سلما (Sîb u Selma), Türkçesi Elma ve Selma. İlk bakışta adı garip ve tipik bir komediyi andırıyor. Ama aksine, doğunun hikmetli parmağıyla en baştan itibaren kalbinizin öyle yerlerine temas ediyor, öyle dokunuyor ki ruhunuza.. Burayı açmak için tabi önce biraz devrim sonrası İran sinemasından da bahsetmek gerekiyor. Şöyle ki; Hollywood’a alternatif oluşturmuş bu sinema. Öncekinin bol efektli, hareketli, kendi anlamında “cezbedici” varlığına, İran sineması bir çocuğun defterinin arasına koyduğu çiçekle, “işi bilen” birinin buhrandakine verdiği öğütle, küçücük ayrıntı ve metaforlarla, en basit sahnelerin ve cümlelerin bile ardında kokan buram buram felsefe ve hikmetle karşılık vermiş. Aslında böyle bir amaç da yok. “Şuraya da şunu bırakalım; hodri meydan” demez o. Ama arkasındaki zenginliği ve hikmet dağını hissettirdiği kesin. Daha fazlası için bkz. İran sineması.
Konumuza dönersek; Elma ve Selma, Selma’nın rüyasında bir genci kuran okurken görmesiyle açılıyor. Gencin okuduğu ayetler Zümer Suresi 35 ve 36. Mealen:
“Allah, onların yaptıkları en kötü şeyleri (günahları) dahi örter. Ve yapmış olduklarının en güzeliyle onların ecirlerini vererek, onları mükâfatlandırır (günahlarını sevaba çevirir).” “Allah kuluna kafi değil mi?”
Daha sonra olaylar gencin (Sadık) bir bahçede yere düşen elmayı ısırıp, helalliğinin peşine düşmesiyle gelişiyor. Haliyle amacının peşinde koşarken karşılaştığı insanları etkiliyor Sadık’ın bu hali. Biriyle yüz bininin bir olduğunu söylüyor, iki ısırık elmanın peşine düşüyor ve hak sahibinin şartının sınırlarını düşünmeden yerine getirmeye başlıyor. Yani garip vakitlerde yaşayan garip bir adam Sadık. Ve bu haliyle sanki bize de bağırıyor camın arkasından..
Bundan başka Selma’yla amcasının diyalogunda Seyyid Celal’in “Şimdi, her şeyi satmak istersen sat. Allah kerimdir. Bir şekilde geçimimi sağlarım” cümlesiyle Sadık’ın Zümer 36’yı “Allah kuluna kafi değil mi?” okuyuşunun eş zamanı ve böylece Selma’nın rüyasının da gerçekleşmesi birkaç dakika gerçekliğin başka bir boyutunda yaşatmaya yetiyor sizi. Selma’nın kafası karışık haline Allah’tan bir şifa oluyor Sadık böylece hiç hesapta yokken. Belki de filmdeki çobanın dediği gibi Selma’nın kaybolmasından mütevellit Sadık geldi. Şimdi Selma var ama Sadık’a kayıp diyorlar..
Filmde şahit olduğum ve genel olarak İran sinemasının gerçekliği yansıtma düşüncesinden kaynaklanan bir güzellik daha Sadık ile arkadaşının çekişmesinin gösterilmemesi. İsabetli düşündüğüme delil olup sevindirdi de beni. Film hakkında okuduğum bir yazıda belirtildiği gibi yatak odasına girmeyen kameranın yumruğu da es geçmesi! Naifliğin algının her yönünde müşahhaslaşması…
Bilerek ya da bilmeyerek, eldeki imkanların buna izin vermesinden de olabilir, film boyunca görüntünün renginin hikayenin ruhuna uygun bir “sır” oluşturması ve bu sırla mütenasip sitarın müzikleri de etkilenilmemesi mümkün olmayan durumlar oluşturuyor..
Velhasılı kelam güzelliği, hikmeti, gerçeği arayan gelsin beru! Yolculuğuna başlayabileceği güzel bir diyar olsa gerek Sadık’ın kendini kaybedip Selma’nın bulduğu yer..

Ayşe Ulucak, Hokka Kalem.

Allah kuluna kâfî değil mi?

“Allah kuluna kâfî değil mi?” Zümer, 36

Helâlinin peşinde bir adam
Haramdan kaçınan ve helâlini arayan bir adam
Züleyhâ’yı bulan; ondan çekinen, korkan, utanan Yûsuf
Leylâ’sını arayan ve çölde harap düşen Mecnûn
Rabbini bulan ve O’nunla yetinen bir kul

Rüyâsını kovalayan bir kadın
Sorular soran, cevapsız kalan bir kadın
Yûsuf’u kıskıvrak yakalayan Züleyhâ
Mecnûn’a mecbûr hisseden Leylâ
Hırpalanmış bir gönül

Elma ve Selma filmini böyle laf ebelikleriyle özetleyebilirim sanırım. Ama siz, yine de, câhil bir mütecessisin yorumlarıyla yetinmeyin, izleyin.

Uçurum Fikir Sanat – Haldun Ali Meriç

Sevginin mizanı Allah (svt) olursa..

“Eğer sevginizin mizanı Allah (c.c.) olursa kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz.”

Altın ve Bakır

Yönetmenliğini İranlı Humayun Esediyan’ın yaptığı, senaryosunu ise Hamit Muhammedi’nin kaleme aldığı, orijinal ismi “Tala ve Mes” olan Altın ve Bakır filminin başrollerinde Nigar Cevahiriyan (Zehra Sadat) ve Behruz Şuibi (Seyyid Rıza) oynuyor.

Film, dini ilimler öğrencisi olan Seyyid Rıza’nın ilim tahsil etmek için Tahran’da bulunan bir medreseye gelmesi ile başlıyor. Seyyid Rıza ve ailesinin başından geçen halleri konu alan film, günümüzün en temel sorunlarından biri olan aile ilişkilerine ve İslam’ın hayata yansıması olgusuna dikkat çekiyor. Seyyid Rıza Tahran’daki medresede ilim tahsil etmeye başladıktan belli bir süre sonra hanımı Zehra Sadat rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıyor. Çok geçmeden Zehra Sadat’ın MS hastalığına yakalandığı haberi geliyor. İki çocuk sahibi olan Zehra Sadat bu rahatsızlığını ve kendi geleceğini düşünmekten ziyade, eşinin ve çocuklarının onsuz yaşayacağı zorlukları düşünür. Çalışkan ve başarılı bir öğrenci olan Seyyid Rıza ise hanımının hasta olması sebebiyle medresedeki çoğu derse gidemez ve derslerinden geri kalır, aynı zamanda evde bir erkek ve de bir kız çocuğunun ihtiyaçlarını görmeye gayret eder.

Aşkı, Hâfız-ı Şirâzî ve Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî’nin şiirsel dili ile birleştiren yönetmen, filmin aralarına da aşkın gerçek manasının ne olduğuna dair ufak ufak notlar düşüyor. Filmin sonuna doğru Seyyid Rıza’nın, hanımı Zehra Sadat’ın isteği ile, ona İnşirah suresini okuduğu sahne görülmeye değer. Neredeyse tüm oyuncuların oyunculuklarını en üst seviyede sergiledikleri bu filmde dikkat çeken bir diğer ayrıntı ise sevişme sahnesi, dedikodu, gıybet, iftira, hakaret, silah, kapı dinleme, intikam, entrika gibi günümüzde ülkemizde pirim yapan unsurların bu filmde yer almamasıdır. Bu unsurların yer almadığı bir filmin de var olduğunu ve sanatın gerçekte neyi ortaya koyması gerektiğini bize gösteren yönetmen, yazar, oyuncu ve tüm film ekibine teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Kadir Bekar – Genç Dergisi (Ekim 2013 Sayısı)

Rüzgar Bizi Sürükleyecek

ruzigar-bizi-goturecek

1997 / İran / 118 Dakika / Dram
Bir telekomünikasyon işi için iki arkadaşıyla Tahran’dan uzak bir köye gelen Mühendis Behzad planlanandan çok daha uzun bir süre köyde kalır.
Kiyarüstemi’nin önceki işlerine göndermeler içeren alışık olduğumuz bir Kiyarüstemi filmi “Rüzgar Bizi Sürükleyecek“. Kötü yok, tehlikeler yok. Sadece insanlar ve karşılaştıkları durumlar var. Roma’nın ünlü generallerinden Scipio Africanus’a atfedilen bir söz vardır: Hayatın %10’unu başınıza gelenler, geri kalan %90’ını ise bunlara gösterdiğiniz tepkiler oluşturur. Kiyarüstemi’nin filminde de ana karakterimiz Behzad’ın küçük arayışları, başına gelenler ve bunlara gösterdiği tepkiler sıcak bir dille örülüyor.
Yönetmenin önceki filmleri “Arkadaşımın Evi Nerede?” (1987) ve “Kirazın Tadı” (1997)’nda da kullanılan motiflerin bu filmde de göze çarpması tesadüf olmasa gerek. Bu konu uzun bir yazıyı hak ediyor.
İran Sineması’nın minimalist diline ısınmışsanız seveceksinizdir bu filmi. Deneyiminiz yoksa bile bir şansı kesinlikle hak ediyor “Rüzgar Bizi Sürükleyecek”.
Puanım: 7

Jiyan Erincik

Altın ve Bakır

Bazı filmler öyle doğru zamanda gelir ki, etkisinden çıkmak kolay olmaz. Bu sadece zamanlamanın etkisi değildir elbette ki; film sonunda size kattıklarıyla önemli bir yere oturur hayatınızda. Karine Kültür Sanat Köşesi olarak film önerilerimizde hayata bakış açımızda farklı bir pencere açabilecek, kimi zaman düşündürecek kimi zamansa insanın içini rahatlatacak filmler seçmeye çalışıyoruz. Fakat bazı filmler vardır ki üzerine söyleyecek çok şey bırakır. İki hafta öncesinin film önerisi olan “Altın ve Bakır” da böyle bir filmdi bizler için.

Seyyid Rıza, iki çocuk babası bir ilim öğrencisidir. Eşi Zehra Sadat ve çocuklarıyla Tahran’a taşınırlar. Böylece Seyyid Rıza burada ilim eğitimini tamamlamak için ahlak derslerini alacaktır. Ancak işler pek beklenildiği gibi gitmez ve Seyyid Rıza, eşinin MS hastası olduğunu öğrenmesiyle büyük bir kargaşanın içine düşer. Bir yanda eşinin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeye çalışırken bir yandan da çocuklarına hem annelik hem de babalık yapmak zorunda kalır. Tüm bu koşturmanın arasında yeri gelir günlerce ders kitaplarının yüzünü bile açamaz, yeri gelir kucağında çocuğuyla kapı eşiklerinde dersleri takip etmeye çalışır. O, Tahran’a ilim öğrenmek için gelmişken yaşadıkları sayesinde derslerini bire bir ruhuna işleyecektir. Öyle ki, yaşadıklarıyla bazen kitaplarda dahi bulamayacaklarımızın ilmine erişecektir. Nasıl mı? Elbette sabrın eşlik etmesi gereken zorlu bir yolculuk bu. Öyleyse gelin biz de, her sahnesinde ayrı bir inceliğe yer verilmiş bu filmde biraz daha ayrıntılara girelim.

Seyyid ve ailesi yeni evlerine taşınırlar ve Seyyid kitaplarını yerleştirir. Bu esnada Zehra da hem kızını okula hazırlamak için koşturur hem de küçük çocuğun altını değiştirmekle uğraşır. Bir ara abdest almak için yerinden kalkan Seyyid’e yemeğin altını kapatmasını söyler. Aklında derslerinden başka hiçbir şey olmayan Seyyid eşini duymaz bile ve ancak namazı bitirdikten sonra “ben abdest almaya giderken benden ne istemiştin” diye sorar. Öyle ki bazen Allah’ın rızasını kazanmak için aklımız türlü şeyle dolarken hayatın içindeki ufak noktalardaki ‘rıza’ları unutuyoruz. Ancak burada, yeni derslerinin hevesiyle Seyyid’in bu masum dikkatsizliğine eşi Zehra’nın tepkisi ise ayrı bir incelik; olayı büyütmüyor ve önemli değildi diyerek kapatıyor. İleride tüm bu işlerin Seyyid’e kalacağından habersiz, gücü yettiğince ailesine hizmet etmekten memnun bir eş Zehra.
Hastalanıp da hastaneye düştüğü zaman, adeta çocuksu bir inatla evine ve çocuklarına gitmek istemesi de onun ruh halinin bir yansıması. Özellikle doktorun ve öğrencilerin Zehra’nın başına gelip hastalığı ile ilgili konuştukları sahnede, Zehra duydukları karşısında Seyyid ile göz göze geliyor ve hastalığın utancı ile örtünün altına saklanıyor. Doktorların onu sadece hastalığı üzerinden değerlendirmesi, belirtileri fark edememiş olmaları nedeniyle suçlamaları, daha hastalığın şokunu atlatamadan Zehra’yı bir de büyük bir suçluluk ve utanç içine düşürüyor.

Zehra’nın hastanede olduğu süre içerisinde Seyyid bir keresinde küçük çocukları Emir Ali’yi bırakacak bir yer bulamadığı için derse onunla gitmek zorunda kalıyor. Medresede kime denk gelse kucağında çocuk olmasına ya şaşırıyor ya iğneleyici sözler söylüyor. Derse girmeye utanan Seyyid de, kapı eşiğinde oturup dersi takip etmeye çalışıyor. Bu sırada içeride hocanın söyledikleri filmin en can alıcı repliklerinden biri:

Sanmayın ki önce bilgi biriktirip sonra amel etmeliyiz. Eğer ağır olursanız artık yürüyemezsiniz. Ama eğer kalbinizi Allah’ın kelamına verirseniz, yolunuzu nasıl aydınlattığını anlarsınız. Bir çocuk damdan düşüyormuş kimsenin elinden bir şey gelmemiş. Köyden, sıradan bir yaşlı adam yüzünü semaya çevirip şöyle demiş ‘Allah’ım, onu kurtar.’ Çocuk havada durmuş.İnsanlar etrafını sarıp sormuşlar: ‘Kimsin sen? Bu mucize de nedir?’ Yaşlı adam şaşırmış ve demiş ‘Bu normal değil mi? Allah bana ne buyursa ben evet dedim. Ben de Allah’tan ne istersem bana hayır demiyor.’ Sıradan köylü biriymiş, Ne felsefe okumuş, ne ezoterizm bilgisi var ne de aşırı riyazet ehli biri. O sadece bildiği şeylere göre samimi şekilde amel etmişti. İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık… Amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin.

Bu sözler filmin temelindeki mesajlardan biri. Seyyid ki ilmini arttırmak için samimiyetle ve hevesle Tahran’a gelmiş. Ancak Allah-u Teala’nın hikmeti, o ilmini derslerle değil amelleriyle tamamlıyor. Tam bu sözlerin ardından gelen Hacı Ağa’nın kucağında bebek ile gördüğü Seyyid’e “Bu annelik işini bir bayana bıraksanız olmaz mı? Azizim, sizin yapacak daha mühim işleriniz var.” sözleri seyirciye, derste anlatılanlar ile hocanın bu tutumu arasındaki ilişkiyi düşündürüyor. “Daha önemli iş” neydi sahi? Rehim Hoca’nın derste dediği gibi ilim üstüne ilim biriktirmek miydi? Oysa ki ilim, amel ve ihlas olmadan vebal değil midir yalnızca? İlim, Seyyid’in yaşadığı gibi zor zamanlarda sabır etmek, ailesinin ihtiyaçları için kendinden fedakarlık edip onları zor durumda bırakmamak gibi ameli ve medreseye kucağında çocuk ile gelmesine yönelen tepkilere karşı utansa da, mahçup olsa da samimiyetle dersini dinlemeye çalışması gibi ihlas boyutunu da içerirdi. Melekût aleminde ilim yönünden en üstün olan da Şeytan değil miydi? Ne zaman ki iş amel (secde) etmeye geldi, düşüşü de orada oldu. (Allah, tüm inananları korusun.)

Seyyid’deki bu değişimin seyirciye yansıtıldığı noktalardan biri fal (şiir) kartları satan küçük kıza tutumundaki değişiklik üzerinden. Fal kartı satan kız, Seyyid’in olgunlaşma sürecinin sembolik anlatımı adeta. Öyle ki filmin başında metroda fal kartları satan bu küçük kıza dikkat bile etmiyor Seyyid. Kafasını kitaplarına gömmüş bir vaziyette yolculuk ediyor. Fal kartları satan kızı ikinci gördüğümüz sahnede ise; eşinin hastalığını öğrenmesiyle zor günler geçiren Seyyid, metroda çaresizce otururken fal kartı satan çocukları farkediyor. Ve artık son sahnelerde Seyyid, hayatın içindeki küçük güzelliklerin farkındalığı ile fal kartı satan kızdan bir kart alıyor. Kim bilir belki de “mutluluğun sırrı küçük şeylerde” idi.

Tüm yaşanan zorlukların etkisiyle gayet insani olarak bir ara Zehra ve Seyyid birbirlerine seslerini yükseltirler ve tartışırlar. Tartışmanın ardından:
Zehra Sadat: Özür dilerim Seyyid, beni affet.
Seyyid Rıza: Öyle deme üzülüyorum, sen beni affet.
Zehra Sadat: Peygamber evladına hizmet edeyim diye eşin oldum, bunun yerine sana bir yük oldum.
Seyyid Rıza: Peygamber soyundan olmak liyakat ister. Uzun yıllar boyunca benimle ilgilendin. İzin ver ben de sana hizmet edeyim. Sonra, çevremde olan biteni anlarım.
Zehra Sadat: Sen bana daha önce hiç bağırmamıştın. Maşallah sesin de… (utanır) 🙂
Seyyid Rıza: Eğer bir daha sana sesimi yükseltirsem, Allah beni affetmesin.
Günümüz filmlerindeki eşlerin ilişkileri üzerine sahnelerde pek de rastlayamayacağımız incelikte bir sahne. Müslüman çoğunlukta olmasına rağmen toplumumuzda bile aile ilişkileri dini boyutundan çok geleneksel düzeyde yaşanıyor. Kadınlar, bilginin ve paranın verdiği güçle eşlerine olan saygılarını kaybedebiliyor. Erkekler ise klasik ataerkil toplum beklentileriyle kadınların haklarını ve rızasını hiçe sayabiliyorlar. Halbuki evliliklerde iki tarafın da birbiri üzerinde hakları vardır. Peygamber Efendimiz (saa)’in buyurduğu üzere “Sizin en hayırlınız, kadınlara karşı en iyi davrananınızdır.” Hadis-i Şerif’i çoğu zaman görmezden geliniyor. Hem kadın hem de erkek, aile ilişkilerinde sevgi ve saygıyı elden bırakmadıkça, zorlu zamanlarda dahi hem birbirlerini en az düzeyde incitmiş hem de inşaallah Allah’ın rızasını kazanmış olurlar. Bu tarz sosyal içerikleriyle film ailecek izlenmeye de oldukça uygun.

Hemşirenin eve ziyarete geldiği sahne ise bize, Seyyid’in yalnız olduğu için utanması ve kapıları ve perdeleri sonuna kadar açması ile “İffet sadece kadına özgü bir şeyse, Hz.Yusuf’un (a.s) sakındığı neydi?” sözlerini hatırlatıyor. Hz. Yusuf’un ardına kitlenen kapıların bir bir açılması gibi, o da yabancı bir kadınla yalnız kalmamak adına tüm kapıları açıkta bırakıyor. İnşaallah günümüz inanan erkeklerinin Hz. Yusuf’ça bir duruşa sahip olabilmeleri ve kadınlarının da böyle nesillerin mimarı olabilmeleri temennisi ile.

Filmde karakterler zıtları ile dengelenmiş. Bu da filmi gerçekçi yapan noktalardan birisi. Utangaç yapılı Seyyid’in zıddı olarak atılgan arkadaşı Hamid varken ailesine düşkün, ev işlerinin hemen hepsine yetişen Zehra’nın karşıtı olarak daha özgür bir yapıda olan hemşire Sepide var. Fakat tüm bu zıtlıklara rağmen hepsi bir dengede aynı hayatı paylaşıyorlar ve yeri geliyor birbirlerine destek oluyorlar.

Ve gelelim final sahnesine:

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı..Bir hazine ya da bir kimya, bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Orada olmadığı malumdur. Bu hazineyi hayal edenler, bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. Tüm bu mantık tek kelimeyle özetlenebilir: İster buna anahtar deyin, ister remz (şifre). Ama hiç de öyle karmaşık değildir bu. Yüce Allah bu remzi Hz. Musa’ya bir kelimede söyledi. Buyurdu: Benim için sev, benim için buğz et. İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün şifresi velayet (Allah için dost olmak)tır. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’ tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. Kaş ve göz; dış görünüş için değil… Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp yarı yolda kalanlar Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.
‘Onun aşkının kimyasından,
Bu kara yüzüm altın oluverdi.
Evet; senin lutfunun mutluluğuyla,
Toprak altın olur.’ (Hafız Şirazi)
İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır (muhabbettir). Gerisi çer çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı…!
Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz.

Seyyid yine eşikte çömelmiş dersi dinlerken, alelacele derse bir öğrenci geçer. Ayakkabıların önünde Seyyid bir an dağılmış haldeki ayakkabılara bakar. “Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar.” İçeri az önce giren öğrencinin ayakkabılarını alır, silmeye başlar. “…tüm amellerin kabulünün şifresi velayet (Allah için dost olmak)tır.” Ayakkabının yönünü düzeltip koyar. “Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin.” Kalkar ve diğer ayakkabıları da düzeltmeye başlar. “Sadece Allah için! Eğer sevginin kriteri Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de yine seversiniz.” Diğerini ve diğerini de… “Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’ a yakınlaşırsınız.” Eşikteki bütün ayakkabıları özenle düzeltir Seyyid. Nasıl ki, yoldaki bir taşı kaldırmak dahi imanın derecelerindendi, Allah’ın rızasını kazanmakta samimi küçücük bir amelde gizli olabilirdi. Çünkü, bu süreçte, Seyyid görmüştü ki “mutluluğun sırrı küçük şeylerde saklı”ydı.
İşte bu film “O’nun aşkının kimyasından” Seyyid’in altın oluşunun, olgunlaşmasının hikayesidir.
“Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder…” Hadis-i Şerif’ine binaen; bildiğini amel eden bir öğrenciye, Rabbi’nin, kitaplarda bulamayacaklarını öğrettiği bir Aşk hikayesidir bu film.
Günümüz dünyasında “Aşk” kelimesini indirgendiği bataklıktan çekip kurtarmış bir film…
Bir film ki, Gerçek Aşk’ın (muhabbetin) filmi.

Son olarak filmden, insan psikolojisinin incelikleriyle işlenmiş güldürücü ve düşündüren bazı replikler:
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Ne?
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Ne yanıyor?
Ayda: Ocağı kıs.
(Arada bazı konuşmalardan sonra)
Ayda: Yanıyor.
Seyyid Rıza: Altını kıstım ama.
Ayda: Ciğerim yanıyor.

Seyyid Rıza: Yatmadan önce dua etmeyi unutma kızım
Atıfe: Ne duası?
Seyyid Rıza: Güzel Allah’a dua etmelisin, annene şifa versin ki çabucak yanımıza gelsin.
Atıfe: Allah uyanık mı şimdi?
Seyyid Rıza: Allah… Allah her zaman uyanıktır.

Seyyid Rıza halı dokur. Bu sırada Ayda gelir. Seyyid; “Gel amcam” der ve onu buyur eder. Ayda radyosundan müzik açar. Seyyid’in yüzü düşer ve önüne eğilir. Kızı Atıfe sessizce Ayda’ya kapatması için işaret eder. Ayda müziği kapatınca Seyyid’in yanına gelir ve sanki özür diler gibi İhlas suresini okur. 🙂

Zehra Sadat: Bundan daha aşağılayıcı ne olabilir? Benim mutfağımı temizlemek istiyorsun. Felç oluyorum görmüyor musun? Ellerim güçsüz, bacaklarım artık benim değil. Çocuklarıma yemek pişiremiyorum.
Seyyid Rıza: Herkes hasta olur, hepimiz insanız… Sen dinlen, Allah’a tevekkül et.

Seyyid Rıza banyoda çamaşırları ve küçük oğlunu yıkamaktadır. İçeri giren arkadaşı Hamid: “İşte bu yüzden ikinci hanım gerekli diyorlar.”
Seyyid Rıza: “Ben biriyle yeterince ilgilenemiyorum.”

Zehra Sadat: Bugün En’am (suresi) hatminde mahalleden bir kız gördüm. Kocası ölmüş. Hiç çocuğu da yok. Bence iyi bir kız.
Seyyid Rıza: Eğer Hamid Bey’e kız bulmak istiyorsan, onun aklı başka yerlerde.
Zehra Sadat: İnsanız sonuçta kimin yarınından haberi var. Allah bu masum çocukların annesiz kalmasını sevmez.
Seyyid Rıza: Benim için endişelenmene gerek yok. Ben kendim bunu düşünüyordum. Seninle konuşmak istiyordum neyse ki sen kendin konuyu açtın. Ben birini düşünüyorum, saygın bir bayan. Görünüşü de fena değil hani. Aslında, biliyor musun güzel biri. Elbette senin yerini dolduramaz. Ama sonuçta insanız değil mi?
(Zehra elindeki bıçağı fıralatır.)
Seyyid Rıza: Zehra Sadat beni öldürmek mi istiyorsun?
Zehra Sadat: Bırak önce öleyim daha sonra eğlenceni düşün!
Seyyid Rıza: Ne eğlencesi? Sen kendin dedin.
Zehra Sadat: Ben dedim ama sen niye heyecanlandın!
Seyyid Rıza: Zehra Sadat… Seyyid Bey’ini yalnız bırakmak niyetinde misin?

Zehra Sadat: Seyyid, yavrularıma anne lazım. Bu şartlarda okuyamazsın da. Fakat… Allah için çok güzel olmasın. Yoksa üzüntüden ölürüm. (Zehra bir an ağlar. Sonra ikisi birlikte gülüşürler…)

Ve yazıyı, “Üstün olan ancak Allah’ın sözdür.” ayetine binaen, Seyyid’in Zehra’ya okuduğu İnşirah Suresi ile bitiriyoruz:
“Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Yükünü senden alıp atmadık mı?
3. O senin belini büken yükü .
4. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
7. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
8. Yalnız Rabbine yönel.”

Merve Işıldar