Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Bir Ayrılık

Bir Ayrılık – İran Filmi

Kim haklı, kim haksız? Doğru ve yanlış hangisi?.. ve benzeri birçok sorunun cevabını bulamıyoruz yine bir Asghar Farhadi filminde. Aslında bu sorular için bir cevapta aramıyoruz çünkü her karakter kendi açısından haklı ve diğerinin bakış açısı ile ise tamamen haksız.

Kocaman bir belirsizlik beliriyor hikayede aniden. Ve biz bu belirsizlik karşısında hikayedeki tüm karakterlerin değişimini ve asıllarının ortaya çıkışını seyrediyoruz.

Filmde İran’da kadınların konumu, sınıf mücadelesi ve benzeri birçok sosyolojik ve politik eleştiriler mevcut. Örneğin Raziye’nin evinin Nadir’in evine çok uzak olması ile sınıf farklılığına derin bir gönderme yapılıyor. Yine Raziye’nin Alzheimer hastası babayı yıkayabilmek için fetva istemesi. Eşinin izin vermeyeceğini bildiği için çalıştığını eşinden gizlemesi özellikle alt gelir sınıfı kadınları üzerindeki baskıyı anlatıyor. Fakat tüm sosyo-politik koşullardan ve modernleşme yorumlarından bağımsız olarak benim filmi izlerken baştan sona hissettiğim derin bir “vicdan muhasebesi”.

Prensiplerinden asla taviz vermeyen inatçı bir adamın, evladı için daha iyisini isteyen bir annenin, borç içindeki eşine destek olmak isteyen bir kadının kendi açılarından haklı kavgaları hikayeyi bir drama dönüştürüyor. Bu dramın ortasına ise anne ve babası arasında seçim yapmak zorunda kalan 11 yaşındaki Termeh bırakılıyor. Termeh ile birlikte sanki bizde bir seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz. Ve kimi seçersek seçelim bu vicdan muhasebesinde , vicdanımız hiç rahatlamıyor.

MaFiHayal

Elly Hakkında

‘Besser ein ende mit schrecken als ein schrecken ohne ende’

‘Acı bir son, sonsuz bir acıdan daha iyidir.’

Aslında film yukarıdaki bu cümleyi bir hikayeye dönüştürmüş ve bize anlatmak istiyor gibi.

Eğlenceli bir tatil yolculuğu ile açılıyor sahne, mutlu çiftler ve çocuklar, güzel bir arkadaşlık hikayesi anlatacak bize diye beklerken olaylar hiçte öyle gelişmiyor.

Filmin karakterleri günlük hayatta karşılaşabileceğimiz sıradan insanlar. Bu sıradan insanlar bir belirsizlik durumu ile karşı karşıya kalıyorlar. Ve belirsizliğin her şeyi bir anda nasıl da değiştirebileceğini tüm gerçekliği ile gösteriyor film. Karakterlerin bu durum sonrası değişimleri, birbirini suçlama ve kavga sahneleri ile çok iyi yansıtılmış.

Hayatın iki büyük dersini izliyoruz bu filmde;

İnsanın gerçek karakteri her şey yolundayken değil bir belirsizlik durumunda ortaya çıkıyor.

Aslında tanıdığımızı sandığımız hiç kimseyi tam olarak tanıyamıyoruz.

Ve bence Elly Hakkında filmi “insanın önce kendi menfaatini düşündüğü” gerçeği ile son buluyor.

MaFiHayal

Cennetin Çocukları

Açılış Sahnesi :

Bir ayakkabı tamircisi, bir çift kurdelalı pembe ayakkabıyı tamir ediyor. Bir erkek çocuk tamirciye teşekkür ederek ayakkabıların ücretini ödüyor ve koşarak oradan ayrılıyor. Bir manava uğruyor, ayakkabı poşetini meyve kasalarının arasına koyuyor ve patates seçmeye başlıyor. Manavın ücretini ödeyip oradan ayrılacakken ayakkabı poşetinin yerinde olmadığını fark ediyor. Kaybolan bu pembe ayakkabılar bizi iki küçük kardeşin tertemiz hikayesine davet ediyor. Ali ve Zehra’nın…

Pembe ayakkabıların yolculuğu bu çocukların yolculuğuna dönüşüyor. Hayatın zorlukları ile mücadele eden bir ailenin yaşları küçük ruhları çoktan büyümüş iki çocuğu onlar. Cennetin Çocukları filmi ile biz Ali ve Zehra’nın küçük dünyalarına misafir oluyoruz.

Bu pembe ayakkabılardan başka ayakkabısı olmayan küçük Zehra’nın hüznü, Ali’nin suçluluk duygusuyla iyice ağırlaşan omuzları… Hayat bu iki küçük yürek için ne kadar zor, yoksulluk ise ne kadar derin olabilir?

Masum, sıcacık, huzur dolu bir hikaye en çokta “Gerçek”…

MaFiHayal

Elma ve Selma

Allah’ın adıyla.

Elma ve Selma

Yaklaşık 80 dk’lık 2011 İran yapımı bir film kendisi. Her şey bir elmanın Sadık adlı bir din öğrencisinin yanına düşmesiyle başlıyor. Devamına girmiyorum, heyecanı kaçmasın. Filmin bir çok yerinden kısa kısa dersler çıkarabileceğimiz kesitler var, bence heybemizi iyice doldurabiliriz. İzlemek isteyenler için film pek uzun olmadığı için elinizi çabuk tutun derim. Sonra da aşağıya yorum yazın, beraber tahlil yapalım. Çünkü herkes farklı farklı noktalara dikkat ediyor, bu da bize yarar sağlayacaktır. Bakalım neler çıkacak?

Özellikle İslamiyetin yeme içme konusunda helal ve haram kavramları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Belki de yeyip içtiklerimizin helal ve haramlığını düşünmenin, nedeni sorgulamanın zamanı gelmiştir, ne dersiniz?

Selametle, dua ile…

Bendehane

The Color of Paradise – Cennetin Rengi (1999)

Filmin orijinal adı Rang-e Khoda, İran yapımı bir film. Daha önce hiç İran filmi izlemeyenlere ilk önce izlemesini önerdiğim bir film. Filmi anlatmadan önce İran Sinemasından biraz bahsedeceğim. Her ülkenin genel bir bakış açısı vardır, milletini yansıtan. İstisnaları da kaide dışına alırsak genelde Türkiye’de komedi baskın kalır. Diğer dallarda da yapılan filmler var ama ilk akla gelen nedense komedi ya da aksiyon oluyor. Genelde önerilen filmlerde böyle burada. Biraz farklılık katalım istedim.

İran sineması başarısını dram dalında kusursuz kanıtlıyor, beni hayran bırakan yanıdır belki de. Çok doğal, etrafınızdan birinin hayatını izliyormuş gibi bakar buluyorum kendimi. Ardından izleyicisini boş göndermiyor, gösterişten uzak kalıp bir anda hayatın anlamı üzerine düşüncelere götürüyor. İran Sineması’nda Majid Majidi’nin yeri apayrıdır. İzlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuğun, Muhammed’in sadece dokunma ve duyma hislerini kullanarak dünyayı ve çevresini anlama çabasını konu edinmektedir. Muhammed’in annesi hayatta değildir. Babası ve iki kız kardeşi ve birde çok sevdiği babaannesi şehre uzak bir köyde yaşamaktadırlar. Muhammed şehirde okula devam etmektedir. Fakat yaz dönemi geldiği için okul kapanır ve Muhammed köye babasının yanına dönmek durumunda kalır.

Babası yeni bir eş adayı ile evlenmeyi düşünmektedir fakat görme engelli Muhammed’in bu evlilikte sorun olacağını düşünür ve onu köye getirmek istemez. Dram türündeki İran yapımı bu film baba -evlat ilişkilerini, görme engelli bir çocuğun hayatın anlamını, Allah’ı anlama çabasının yoğun duygular içinde işlemektedir.

Vicdanınızı hatırladınız dimi… Vicdanınızdan uzakta yaşamamanız dileğiyle…

Carmita, Film-Önerileri

Pervane-ha

Kelebekler

Yönetmen, Nasır Rufai
2011 İran yapımı film.

Bazı nedenlerden ötürü ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalan Nigin’in hikayesi.

Nigin bu süreçte uzaktan akrabası olan yaşlı bir çiftin yanında kalmakta. 17 yaşında, gençliğinin en kritik döneminde olan Nigin yaşlı akrabaları ile nasıl bir dönem geçiriyor?

Film sanırım izlediğim en doğal filmdi. Özellikler yaşlı çifte bayıldım o yaşta müthiş oyunculuk valla.

Buda evin sahibesi ile arasında geçen tatlı bir diyalog.

– Nigin hanım buyur yemek ye.
– Sağolun yemeğimi odamda yerim.
– Ben gel yemeğini “ye” dedim. Yemeğini ye.
– Odamda yesem daha iyi olur.
– Odana geçersin ama şimdi olmaz. Sofraya yanaş senin için hazırlanan yemekten tad. Eğer hoşuna giderse bizimle yersin. Eğer hoşuna gitmezse tepsini alır odanda yersin. Bu bizim şartımız eğer kabul ediyorsan? Bismillah!

Kelebekler (2011) yer yer hüzünlü yer yer kahkaha attıran fakat sıcak izlenmeyi fazlasıyla hak eden bir film.

Filmi izlerseniz yorum yazmayı ve film tavsiye etmeyi unutmayın.

İyi seyirler diliyorum.

Bir Dünya Şey

Abbas Kiarostami ve Köker Üçlemesi!

Çocukların en yalın hali, hayatın ta kendisi, ölüm ve yaşam, çaresizlik ve umut… İran sinemasının önemli yönetmenlerinden Abbas Kiarostami’nin Köker Üçlemesi’nde… (Arkadaşımın Evi Nerede, Ve Yaşam Sürüyor, Zeytin Ağaçları Altında)

İran devriminden sonra filmlerin yasaklanması ve yoğun sansüre maruz kalması elbette Kiarostami’yi de etkilemiş fakat o bu yasakların çemberinde kamerasına aldığı hayatlardan hep bir umut çıkarmasını becerebilen nadide yönetmenlerden biridir.

1990 yılında İran’da meydana gelen 7.4 şiddetindeki depremde binlerce kişi hayatını kaybetti ve birçok yerleşim yeri yerle bir oldu.

Üçleme, Köker Köyü’nde deprem sonraki hayatı resmediyor.

ARKADAŞIMIN EVİ NEREDE? (1987)

Köker Üçlemesinin ilki olan ve başrolünde Ahmed Ahmed Poor’un yer aldığı film, sınıfa giren öğretmenin, öğrencileri hizaya (!) çekmeye çalışması ile başlıyor.

Ödevleri kontrol etmeye başlayan öğretmen, Ahmed’in sıra arkadaşı olan Muhammed Rıza Nimetzade’nin ödevini deftere değil de kâğıda yazdığını görünce, öğrencilerin gözü önünde ödev kâğıdını yırtarak çocuğun ağlamasına neden olur. O anlarda kamera özellikle Ahmed’in gözlerine odaklanır.

Ödevini yapmış, sorumluluğunu yerine getirmiş bile olsa öğretmenin kuralı çiğnenmiş ve bu kendisini çok kızdırmıştır. Burada Muhammed Rıza’yı cezalandıran öğretmeni, toplum otoritesinin temsili olarak görürüz.

Öğretmenin kuralları ve disiplin bir çocuğun duygularından, emeğinden uğraşından ve göz ardı edilen hayat şartlarından daha önemlidir çünkü (!)

Öğretmen, Muhammed Rıza’yı bir daha deftersiz gelmesi halinde sınıftan atmakla tehdit eder; sınıfa geç gelenleri de sert bir dille uyarır.

Toplumsal otoritenin aileden başlayıp, okulda devam ettiğini özellikle bu filminde çok iyi resmetmiştir yönetmen…

Eve gelip ödevlerini yapmaya başlayınca Muhammed’in defterini yanlışlıkla aldığını gören Ahmed, defterini arkadaşına götürmek için annesinden izin ister. Fakat annesi “eğer okuldan atılırsa bunu hak etmiştir” der ve Ahmed’i sık sık babası yoluyla korkutmaya çalışır.

Ahmed, annesine ısrarla ve sakin bir şekilde derdini defalarca anlatmaya çalışsa da annesinden olumlu yanıt alamaz.

Ahmed’in aklında tek şey vardır… Arkadaşına defteri teslim etmek ve onu cezadan kurtarmak…

Gizlice defteri kaptığı gibi arkadaşının oturduğu Posteh’e doğru koşmaya başlar. Fakat Posteh büyük bir yer olduğu için Ahmed bir türlü arkadaşının evini bulamaz.

Film tam anlamıyla bir çocuğun, belki bir yetişkinin bile sahip olamadığı vicdan, sorumluluk, bağlılık kavramlarına ne kadar iyi tutunmuş olduğunu, bunları nasıl içselleştirdiğini anlatır.

Kiarostami filmin en başında, koşarken yere düşen Muhammed’i yerden kaldıran, dizlerine bulaşan çamuru suyla temizleyen Ahmed’in temiz dünyasına yavaş yavaş girmemize olanak sağlar.

Otorite ve başkaldırıyı karşı karşıya getiren yönetmen, bu savaşı bir çocuk yüreğiyle verir ve izleyiciyi vicdanı ile acımasızca baş başa bırakır.

Okulda öğretmen, evde anne-baba, sokakta ise dede, disiplini, kuralları ve metacı yaklaşımı temsil eder.

Ahmed ise duyarlılığı, saflığı, ahlakı ve vicdanı…

Seyirci “Ahmed arkadaşını bulacak mı?” sorusuyla gerilim yaşarken, o kendi çözümünü üretmiştir bile.

Usta yönetmen filmin sonunda Ahmed’in ışıl ışıl parlayan gözleriyle izleyiciye umudu hediye eder.

VE YAŞAM SÜRÜYOR (1992)

Bu filmle ilk defa sabit kamera tekniğini kullanan yönetmen, bir baba ve oğlunun deprem sonrası Köker’e ulaşmak için çıktıkları yolculuğu anlatır.

Kiarostami sık sık yaptığı gibi bu filmde de hayatı hemen hemen arabanın içinden izletir seyirciye.

Kader-yazgı olgularının da en bariz nüfus ettiği (sorgulandığı) bu filmde deprem sonrası hayatın ne şekilde devam ettiği ve depremin nedenselliğinin bölge halkı tarafından nasıl algılandığı işlenir.

İnsanlar yaşadıkları felaketin nedenini sorgular… Depremi ya ceza olarak görür ya da aç bir kurda benzetirler…

“Hiç bu kadar acı ve üzüntü görmemiştim. Bu sanki bir ceza gibi… Köylerimiz bunu hak etmek için ne yaptı bilmiyorum.”

“Bütün bu olanlar sanki aç bir kurdun işi… Yoluna çıkan insanlara saldırıyor ve hırsla yalayıp yutuyor. Çıkmayanları bırakıyor ki yaşasınlar. Hayır, bu tanrının işi değil. Onun kullarına ihtiyacı var…

… Hayatta kalmaya çalışmak bir sanattır”

Binlerce kişinin hayatını kaybettiği felaketin ardından enkazdan çıkardıkları eşyalarla hayatta kalmaya çalışanlar, Kiarostami’nin en gerçekçi sunumu ile gelir karşımıza.

Kökerliler’in yerle bir olmuş evlerin arasında hala hayata sıkı sıkı tutunmaya çalıştığını izlerken bunun bir tık daha ötesini de sunar bize yönetmen.

Yaşam sürüyordur… Depremin ertesi günü evlenecek kadar ve o kadar felaketten sonra halkın Brezilya-İskoçya maçına kilitlenecek kadar…

Çünkü dünya kupası 4 yılda bir, deprem ise 40 yılda bir oluyordur.

Sinekler hayat kurtarır mı dersiniz?

ZEYTİN AĞAÇLARI ALTINDA (1994)

Film yine Köker’de geçiyor. Yönetmenin üçlemedeki diğer filmlerini izlemeden bu filmini anlamak biraz zordur.

‘Ve Yaşam Sürüyor’un çekim sürecini anlatırken, bu bağlamda sevgisinin karşılığını alamayan ve yönetmenin kendisine yardım etmeye çalıştığı bir gencin duygularına değinilir.

Burada zeytin metaforunu, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi temsil etmesi olarak da okuyabiliriz.

Diğerlerinde olduğu gibi bu filmde de kıvrılan yolları, yolların kenarlarındaki ağaçları, toprağın ölüm ve yaşamla bağlantısını ve elbette çocukların yine en içten ve saf hallerini izleriz.

Filmin sonunda sevdiği kıza zeytin ağaçları arasında evlilik teklif eden Hossein, aldığı cevap karşısında koşarak uzaklaşır. Kiarostami sonu yine izleyiciye bırakır…

Serap ÖZTÜRK, Yeni Dönem

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi

Son zamanlarda sinemalarda gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi ile alakalı çok ta iyi niyetli olmayan ve hakkaniyetten uzak tahripkârane menfi bir fırtına estirilmeye çalışıldığına müteessifane şahitlik ediyoruz.

1.5 milyarlık İslam dünyasında, Peygamber efendimiz (s.a.v) hakkında şu ana kadar “çağrı” filminden başka bir film yapılmadığını kabul ettiğimizde, efendimizin (s.a.v) hayatını böylesine kapsamlı bir şekilde anlatmayı hedef ittihaz etmiş bir projenin ilk bölümü olan mezkûr film daha gösterime bile girmeden, belli-belirsiz bazı zındıka komitelerinin ifsadıyla Müslüman dünyasının mukaddes İslam tarihinden bihaber kalmasına ve böylesi ciddi projelerin önünün kesilmesine çalıştıkları aşikârdır.

“…Eğer bu konuları bilmiyorsanız, işin ehline sorunuz.” (Nahl, 16/43) buyuran bir Rabbin kullarına, evvelen ve bizzat bu gibi tartışmalara neden olmuş konularda müdakkik bir nazarla araştırmak ve soruşturmak düşmez mi?

İstikametin bir lazımı olarak, ifrat ve tefrite düşmemek adına, şimdi ve her daim biz müslümanlara düşen en önemli görev, Bediüzzamanca; bu çeşit meseleleri insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan, münakaşa değil müzakere suretinde bir parça hasb-i hal etmektir.

İşte biz de mezkûr film üzerinden bir ehemmiyetli mevzuyu, siyak ve sibakını da nazara alarak, insafla ve hakkı bulmak niyetiyle ve böylece delil ve bürhana tabi olarak bir parça izah etmeye gayret göstereceğiz… inşaallah..

Şimdi evvela bu film ile alakalı bazı “gerçek” malumatları nazarınıza arz etmekte cidden bir fayda mülahaza ediyoruz;

  • Yönetmenliğini Mecid Mecidi’nin üstlendiği ve Hz. Muhammed’in(s.a.v) doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki çocukluk ve ilk gençlik dönemi ile İslam’ın doğuşunu anlatıyor “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi.
  • Çekimler için 30 milyon dolar harcanan, Senaryosunu Mecidi ile Kambuzia Partovi’nin kaleme aldığı film, Hz. Muhammed’in doğumundan 13 yaşına kadar geçen süredeki yaşamını ve o yıllarda gelişen olayları, farklı bir bakış açısıyla ele alıyor.
  • Bu film, Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında bugüne kadar çekilmiş ikinci film olma özelliğini taşıyor.
  • İki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren çekimler sonunda tamamlanan film için Mekke ve Medine platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, 40 yıl daha tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler oluşturuldu.
  • Filmin senaryosunun hazırlanması aşamasında, Türkiye’den Diyanet işleri başkanlığından da görüş alış verişinde bulunuldu. Bu görüşlerin bir kısmı yönetmen tarafından dikkate alınarak filmde kendini göstermiştir.
  • Ayrıca ülkemizde yapılan bu filmin galasında, Türkiye’deki seçkin ilim adamlarının da olduğu çok sayıda kişiye özel bir gösterim yapılmış ve netice itibariyle de ekseriyetin hüsn-ü kabülüne mazhar olmuştur.

İslam âleminde fırtınalar kopartan ilklerin filmi ile ilgili verdiğimiz yukarıdaki bu kısa malumattan sonra, şimdi de bir şuurlu Müslüman nazarıyla, yapılan eleştirileri ve önyargıları da hesaba katarak; hem kendi şahsi âlemimizde, hem de insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir nefis muhasebesi yapacağız.

  • Sinema dili ile yapılan bir “beşeri” tasvirden başka, filmde “kesinlikle” peygamber efendimizin (s.a.v) yüzü, hiçbir şekil yahut surette gösterilmiyor.

Önyargılı, abartılı, haksız ve yalan bir surette dile getirilen bu iftira ile aslında Müslümanların iç dünyasında bu tür İslami başyapıtlara karşı bir olumsuz tepki geliştirerek, gaflet ve cehalet bataklıklarında uyumaya devam sağlanmış oluyor.

Diğer bir deyişle “bu filmi seyretmeyin..!” yahut “bu filmi seyrederseniz kafir olur, dinden çıkarsınız..!” gibi temelsiz iddia ve tehditlerin, aslında Müslümanları mukaddes tarihinden bağını koparıp, bütün gayretleriyle uzak tutmaya çalışan dinsizlerin işine geldiğini her daim hatırda tutmak icab ediyor.

  • Bu güzide filmin, İranlı bir yönetmenin eseri diye “Şii propagandası yapıyor” diye yaftalamakla iftira atmak, günümüzde bir sanat eserine bile yaklaşımın, cahilane ve yalan bir bakıştan öteye geçmediğinin üzücü bir örneğidir.

Hâlbuki iran sinemasının, ehl-i sünnet ve’l cemaatin istikamet yoluna uygun olmakla birlikte, kur’an ve hadisten beslenen Hz. Yusuf, Hz. Meryem,  Ashab-ul Kehf gibi nice şaheser filmleri ortadayken, bu iddianın ne kadar hakikatten uzak ve temelsiz olduğu da aşikârdır. Aynı zamanda bu filmin İranlı yönetmeni olan mecid mecidi; ‘Cennetin Çocukları’,  ‘Cennetin Rengi,  ‘Serçelerin Şarkısı’,  ‘Baran’ gibi İslami hayatın incelik ve gündelik hassasiyetlerini bütün çıplaklığıyla sinemaya aktaran ödüllü filmleriyle, uluslararası alanda haklı bir muhabbet ve teveccühe mazhar olmuştur.

  • “Çağrı” filminin ilk çıktığı yıllarda, islam dünyasının birçok yerinde Hz. Hamza gibi bazı sahabilerin aşikâre tasvirleri yapıldı diye, şimdiki gibi yine kıyametler koparmışlardı.

Hâlbuki sonradan anlaşıldı ki, hatasıyla-sevabıyla “bir” sinema filminin, İnsanlığa Allah’ın mesajını ulaştırmada ne kadar çok katkısı olduğunu bilfiil yaşadık, yaşıyoruz ve bu filmin tazeliğini yıllara meydan okuyarak ne denli devam ettirdiğini müteşekkirane müşahade ediyoruz.

Bundan dolayıdır, temelsiz ve manasız “Seyretmeyin..!” kampanyası yapan safdil hacı ve hocalara diyoruz ki; insanları rahat bırakın. Bırakın ki, artık herkes kendi hür iradesiyle, akıl ve fikriyle düşünsün ve kalb ve vicdanıyla da en doğru kararı versin.

  • 1400 sene öncesine ait dönemi yansıtma gayesi taşıyan bir filmi, görsellikten kaynaklanan bazı bahanelerle değersizleştirmeye hatta linç etmeye çalışmak, İslam dünyasının içinde bulunduğu hal-i hazır parçalanmış durum açısından son derece üzücüdür.

“Sinema dili” çok farklı ve etkili bir dildir. Bazen birebir tarihi gerçekler ve anlatımlar yerine, kurgular üzerinden sanatsal mesajını vermeye çalışır. Filmin yönetmeni de yer yer böyle yapmış, çağın ortamını ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) kişiliğini belki bilinmeyen olaylarla fakat genel durumu özetleyen sahnelerle sunmuş.

Filmde Peygamberi tasvir eden kişinin eli göründü diye kıyamet koparanlar, çağımızda Efendimizin (s.a.v) şahs-ı manevisinin bir eseri olan sünnet-i seniyyesinin taşıdığı mana ve ehemmiyetin; günlük hayatın akışı içinde unutulduğunu görmüyorlar mı?

Fetret asrında verilen ilahi mesajların, dünyevi çıkarlar uğruna mukaddesata dair ne varsa feda edildiği günümüz ahirzaman insanlarına dair hiç mi bir şey hatırlatmıyor?

Asıl kıyameti ve haklı tepkiyi, yanlışa “yanlış” ve doğruya “doğru” diyemeyen, farzları bırakıp büyük günahları serbestçe işleyen ve sabah akşam mukaddesatına küfreden Avrupai filmleri keyifle izleyen günümüz Müslümanları için koparmak gerekmez mi?

İnsanlığın kurtarıcısı olan Hz. Peygamberin (s.a.v), bu filmde çocukluğu anlatılmış. İslami hassasiyetlere mümkün mertebe dikkat edilmiş. Bazı konularda ise hassas davrananlar olabilir ama bu konuya bütüncül olarak bakmak gerekiyor.

Haşirdeki mizanda, İlahi adaletin tecellisinin keyfiyet yahut kemmiyete göre vuku bulacağına inanan bir toplumdaki Müslümanların, dünyada verdikleri hükümlerinde de aynı ölçüye riayet etmelerini beklemek gerekmez mi?

Evrensel bir başyapıt mesabesindeki böylesine geniş çaplı bir filmin ortaya çıkarılması, şüphesiz çok iyi araştırılması gereken, çok zor bir görevin neticesinde olabilecektir. Çünkü izleyenler bütün detaylara çok dikkat edecektir. Böylesine filmler den insanlar, islam ve islam tarihi hakkında çok şey öğrenecek. Sadece şimdi değil, bundan uzun yıllar sonra da tarihte çok değerli bir film olarak anılacaktır.

Avrupa kâfir zalimleri ve asya münafıklarının günümüzde islamiyeti bütüncül bir yaklaşımla düşman olarak görmeleri ve gizli-açık bütün araçlarıyla Müslümanlarla mücadele ettikleri bir dönemde; Müslümanlara düşen en büyük bir görev yine bütüncül bir yaklaşımla, yani hatasıyla-sevabıyla böylesine İslamiyet’e hizmet etme kabiliyetinde olan ve herkimden gelirse gelsin maddi-manevi tüm eserlere sahip çıkmaktır.

  • İlahi adaletin bir gereği olarak, menfaati ve sevabı, zarar ve günahına keyfiyeten yahut kemmiyeten galebe eden her kişi yahut eser muhabbete layıktır.

Yani burada “vesilelik” cihetine bakılması gerekiyor. Zira böylesi vesileler neticesinde, nice insanlar Müslüman olmakta, nice Müslümanlarında imanı kemale ermekte ve dahi nice insanlar en azından birer “salavat” getirmektediler.

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı salavat getirmeye sebeb ve bir hürmet ve muhabbete medardır. Vesilelik ciheti o şeyin zâtına bakmaz, vesilelik cihetine bakar.

Onun için eğer böyle filmler de gerçeğe aykırı bazı sahneler yahut olaylar zikredilmiş ise de, bir bütün olarak telakkiyat-ı âmme ve kabul-ü ümmet, bir nevi’ hüccet hükmüne geçer. Bazı ehl-i takva böyle işlerde, ya takva veya ihtiyat veya azimet noktasında ilişseler de, hususî ilişirler. Bid’a da deseler, bid’a-i hasene nev’inde dâhildir. Çünki vesile-i salavattır.

  • Hristiyanlık dünyasının Hz. İsa hakkında, hiçbir kutsala dayanmaksızın yalan ve yanlış bir surette bugüne kadar yaptıkları yüzlerce film ortadayken; Hz. Peygamberin (s.a.v) hayatının işlendiği belki de bir ilk olacak böylesine kapsamlı bir filmin taşıdığı mana ve ehemmiyeti göstermez mi acaba vicdan sahibi her Müslümana?

Böylesi eserlerin ziyadeleşmesi için çaba göstermek, hiç olmazsa tebrik etmek, her insaf ve iz’an sahibi Müslümanın asli bir görevidir.

Zira dinsizliğin hüküm sürdüğü böylesine ikinci bir fetret döneminin yaşandığı asrımızda, din düşmanlarının en büyük bir silahı şüphesiz sinema sektörü olagelmiş ve bunu ziyadesiyle en etkili bir şekilde kullanmakla nice insanların imanlarına azm-u kast etmişlerdir.

“Düşmanınızın silahıyla, silahlanın” buyuran efendimizin (s.a.v) asırları aşan bu güzel sözlerinin bir hüsn-ü misal nümunesi olarak nazarımıza arz-ı endam eden, sinema sektörünün böylesine güzel filmlerinde emeği geçenlerden Allah ebeden razı olsun.

Böylesine güzel filmlerin sayısının çoğalmak suretiyle; maddi ve manevi akıl, kalb ve ruh dünyamızda nice iman tohumlarının ekilmesine bir zemin ihzar etmesini ve ecdadımıza layık birer Müslüman olmamıza vesile kılmasını Rabbimden niyaz ve temenni ediyorum.

Rahmet peygamberi, iki cihan sultanı Efendimizin (a.s.v) “Çocukluk” bölümünden sonra, ikinci ve üçüncü bölüm olarak “Gençlik” ve “Peygamberlik” bölümlerini de çekmeyi planlayan yönetmen Mecid Mecidi’ye hayırlı muvaffakiyetler diliyoruz.

Bediüzzamanca son sözümüz odur ki; Adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et; onun ref’ine çalış.

Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış.

O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme.

Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.

Evet nasılki muhabbet sıfatı, muhabbete lâyıktır; öyle de adavet hasleti, her şeyden evvel kendisi adavete lâyıktır. (Mektubat)

Hasan Tayfur – NurdanHaber

10 Ramazan 1438

Söğüt Ağacı

“Ben Yusuf, beni hatırladın mı? Hani dünyanın bütün güzelliklerini görmekten mahrum bıraktığın ve hiç şikâyet etmeyen kişi… Aydınlık yerine karanlıklara dalan ve itiraz etmeyen… Bunca çektiklerim yetmedi de üstüne yenisini mi ekleyeceksin şimdi…”

Sekiz yaşlarında oynadığı havai fişeklerden dolayı gözünü kaybeden orta yaşlı bir profesörün tekrar görmesini konu alan Mecid Mecidi‘nin “Söğüt Ağacı” filmi böyle dokunmaya başlıyor yüreğimize. Aniden ortaya çıkan tümör hayatını tehdit edince soluğu Fransa’da alıyor. Yaşama tutunabilmek için tehlikeli bir ameliyata girmesi gerekiyor. Ama hayatın ona bir sürprizi var, ameliyatında risk olmadığı gibi görme yeteneğini kazanma fırsatı da çıkıyor karşısına…

“Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam da Senin azametini iyi bilmemekmiş. Şimdi anlıyorum ki, beni rahmet defterinden silmemişsin, beni unutmamışsın. Benimlesin ve beni koruyorsun…”

Allah (c.c) kullarına merhamet nazarıyla bakar, bunda hiç şüphe yok. Acaba biz sahip olduğumuz nimetlerin farkında mıyız? Her lütuf karşısında daha fazla şükür ve daha fazla haz alır ya, lakin pusuda yatan bir avcı var. Nefis… Bunu Yusuf’un hastane arkadaşı türküyle çok güzel dile getiriyor.

“Aman avcı vurma beni.

Ben dağların maralıyım”

“Yarın göz bantlarımı açacaklar… göreceğim… görmeyeceğim… göreceğim… görmeyeceğim…”

Nimetler ağır bir yüktür. Kaldırabilir miyiz? Karınca kendinden ağır olan bu yükü nasıl kaldırıyor? Sırrı nedir?

Ya Yusuf Ağa kavuştuğu gözlerinin hayatına kattığı güzellikler ve beraberindeki getirilerini kaldırabilecek mi?

Ve işte renklerin dünyasıyla karşılıyor dünyayı, havaalanına giderken. İlk imtihan orada başlıyor. Yoluna güller seren kim? Eşi hangisi, keşke şu güzel olan olsa! Korkunç bir imtihan, hiç görmediği eşi ile karşı karşıya. O da kendisi gibi yaşlanmış. Oysa daha genç ve daha güzel olan bayanlar var. Onlardan biri eşi olsa ne olurdu ki? Arzu kapısı gözleriyle birlikte açıldı artık…

Geniş ve konforlu bir evde karşılanıyor Yusuf Ağa. Büyük bir merasim ve güzel bir karşılama… şimdi de kendi evinde. İşte görmeden her gün geçtiği gittiği yerler. Şimdi görebiliyor ve bir hayal kırıklığı…

Görmediği zaman daha güzel buluyordu buraları, cennet bahçesi gibiydi…

Eşi ilk defa karşısına çıkacak, bir gelin gibi mahcup ve utangaç. Eskiden Yusuf Ağa görmüyordu onu, artık görüyor ve güzel görünmek istiyor. İlk heyecan ve ilk hayal kırıklığı…

Arzuların pençesine düşünce ömrümüze kar yağıyor, kış giriyor hayatımıza.

Dünyanın aldatıcı yüzü, işlenen günahlar, fakir zengin dengesizliği her şey çıplak bir şekilde karşısında artık, tıpkı yapraklarını dökmüş ağaçlar gibi.

Bahar geliyor ama kendisi için değil…

Dünyanın şatafatı ve gösterişi huzurunu yok ediyor, aydınlanan dünya bitmez tükenmez arzularla çirkinleşiyor.

Ve isyan bayrağı birbirine ihtiyaç olmadığını anladığın an başlıyor eşler arasında. Ben sana muhtaç değilsem “hayatıma karışma ve özgürlüğümü kısıtlama” diyor Yusuf Ağa.

Arzularımız çok büyük, onların tümünü elde etmek mümkün değil. Onlar elde edildiğinde de yerine yenisi ve daha büyüğü gelir. Elde edilmesi zorlaştıkça onlara olan tutku ve esaretimiz artar. Ömrümüz tükenmeden onlar tükenmez. Uyanmak ve bu esaretten kurtulmak gerek.

Aha hevesler… Yaşadığın cenneti cehenneme çeviren hayaller… ve ateşe verilen bütün yaşanmışlar. Pişman olacağız ama önce bu dünya bizi iyice rezil etmesi gerek. Bize bahşedilen nimetlerin gücünü hissettiğimiz sürece, onlara güvendiğimiz sürece pişman olmak çok zor. Evvela güçsüzlüğümüzü fark etmemiz gerekiyor. Burnumuzun iyice sürtmesi lazım.

Yola düşüyoruz, umut yolculuğuna. Ama yol yanlışsa hedeften uzaklaşırsın. Gidişin ne kadar hızlıysa hedefinden de o denli hızla uzaklaşırsın.

Önce arınmalı, günahlar kirlidir çünkü. Onlardan kurtulmak ve arınmak bedel ister. Gözyaşı ile kan ile temizlenmek lazım. Onlardan kurtulmak için bedel ödemeye hazır mısın?

Hayatında özel bir yeri olan Söğüt ağacını göremeden tekrar kör olur Yusuf.

Zaman hızla akıp geçiyor. Geri dönüşü olmayan hatalar ve günahlar var. Saatçi ve saat bize bunu anlatıyor. Yanından geçiyoruz ama fark etmiyoruz. Gözümüz var, görmüyoruz.

Kör olunca kalp gözü açılır, ibret alana. Tekrar yolunu bulur Yusuf Ağa.

“Allah’ım! Yeni bir hayat için bir daha bana fırsat vermeni istiyorum.”

Azıcık bir zamanda dünyanın aldatıcı ve helak edici güzelliklerini gördü. Gerçek nur, kalbinde yeşeren filiz, ardından nedamet gözyaşları…

Kitabı kapatınca kararan hayat ve kitabı açınca yeşeren umut, Söğüt Ağacı… ailece izleyin.

Ahmet Demir, Doğru Haber

Baran her kalbe yağmaz…

Mecid Mecidi’nin 2001 yılında yaptığı ve yaklaşık 17 ödül alan filmi; Baran.

Rus işgali sonrası ortaya çıkan Taliban yönetimi ve ardından gelen Amerikan işgalinin yarattığı kaotik ortamdan dolayı İran’a göç eden Afganlı muhacirlerin dramını fon olarak kullanan bir film. Asıl derdi ise modern dünyaya gerçek bir aşk masalını okumak. Aşkı katledip çirkinleştiren bütün düşünceleri yerle bir ederken aşkı haram kılanlara da meydan okuyor.

İlk önce şunu söylemiş olalım. Film baştan sona tamamen alegorik bir anlatım. Hikayeyi bu şekilde okursak yönetmenin maksadına ulaşabiliriz. Salt görünenlerle kifayet etmek yönetmene çok büyük haksızlık olur. Öyleyse sahne sahne başlayalım anlatmaya…

Latif inşaatta çalışan hırçın, asi, kinci ve kabına sığmayan Azeri bir delikanlı. İşi işçilerin yemeği ve çayını hazırlamak, yani zor değil. Müteahhidin yanında babasının emaneti olarak çalışıyor.

Hikâyemiz İnşaatta çalışmaları yasak olan Afganistanlı kaçak işçilerden Necef’in dördüncü kattan düşüp ayağını kırması ile başlar. Necef geçinebilmek için yerine oğlu Rahmet’i gönderir. Kısa bir süre sonra Rahmet’in inşaat işlerinde çalışamayacağı anlaşılınca Latif’in işini alır. Latif işini kaybedip inşaatın zorluğuyla tanışınca Rahmete kin duyması kaçınılmazdır ve ona çektirmediği kalamaz, ta ki onun erkek olmadığını görünceye kadar. Rüzgârda mutfağın uçuşan perdelerin arasında, kirli bir aynada saçlarını toplarken görür onu.

Bir esinti ve hakikati örten hicabın yırtılması… gerçekler apaçık ortadır. Maşuku görüp âşık olmamak mümkün mü?

Hakikat perdeler arasında gizli, kalp onu görmeye meyyal ve akıl bundan habersiz. Bir nazar yeterlidir, divanelik başlar Mecnun olur, Ferhat olur, Latif olur taştan kalp. Ferhat gibi dağları deler, balyozla. Dağ delinir ışık huzmeleri saçılır dünyasına. Kalbi kafesteki kuş gibidir, aşkına nazar etmektir tek derdi, bir daha görmek, bir daha görmek…

Leyla yemek dağıtır da Mecnun orda olmaz mı? Herkese tek tek ekmeğini uzatırken ona farklı davranmasını bekler; mesela tasını fırlatmasını, ya da ekmeği başına çalmasını ya da başka bir şey. Ama Leyla henüz Leyla değil ki… Mecnunun kalbi yangın yeri… Görebileceğiniz her ateş onun kalbini yakan ateşten daha soğuktur…

Ve işte Leyla ona özel çay koyar bir duvarın üstüne. Artık ölse de gam değil… İnanmıyorsanız Baran’ın kontrol memurlarından kaçtığı sahnede latifin çabasına bakın. Dayak, gözaltı, ceza hiçbir şey umurunda değil.

Tam da aşkın ırmağında coşmuşken Afganlılar artık çalışmayacağı için firak başlar. Güvercinler sevdanın masum yoldaşları, ona maşuktan bir hediye sunuyor; maşukun saçının bir tek teli, mahrem mi mahrem, ateş gibi dokunması yasak. Ey kutsal ayna, maşuku gösteren ayna, aşkı tattıran ayna, umudu yeşerten ayna, var mı dünyada bu derde bir çare be ayna! Latif’in kalbi zemheride yangın yeri…

Yalnız olanların komşusu Allah’tır, diyor ayakkabı tamircisi. Latif o serseri ve kaba genç aşkın en gizli sırlarına kalbini açıyor. Aşk diye bildiği ve zevk olarak anladığı duygunun bir bilinç, bir farkındalık olduğunu öğrenince yanıp küle döneceğini anlıyor.

Ve Latif yalnızlık imtihanındadır. İzin alır, Baranın peşine düşer. Baran çok kötü şartlarda çalışmaktadır, babasının ayağı kırık, ailesine bakmak zorundadır. Latif bir yıllık çalışmasının karşılığı olan parayı müteahhitten alır ve Baranın babasına gönderir. Ulaşmaz, zaten aslolan ulaşması değildir. Aslolan aşkı uğruna neyi varsa feda edebilmektir. Maşuk biliyor mu, o da mühim değil. Maşukun buna layık olması yeterlidir.

Biraz parası vardır kutuda, daha önce verdiğinin yanında hiçtir aslında. Onu da alır ve Baran’ın babasına koltuk değneği alır.

Baran’ın babası inşaata, müteahhitten borç istemeye gelir ve eli boş döner. Latif’in buna dayanacak gücü var mı? Yok elbette! tek varlığı kimliğidir, onu satmaya yani benliğini bağışlamaya hazırdır. Kimliğini satar ve parasını müteahhidin gönderdiğini söyleyerek Necef’e verir. Artık benliği tamamen yok olmuştur. Pervane ateşi seyretmekten vazgeçmiş, ateşin merkezine atmıştır kendini…

Necef Afganistan’a geri dönmek zorunda olduğunu ve dönüşte borcunu mutlaka ödeyeceğini söyler. Latif minnet etmeyecektir, hangi âşık maşuku için yaptıklarını dile getirmeye cüret edebilir ki? (Şehvetperestlerin aşk dediği ihtiraslarını bu temiz vadiye yaklaştırmayın lütfen.) Necef’in içi rahat olsun diye borcu olmadığını ve rahat bir şekilde gidebileceğini söyleyip firak dolu hayata doğru koşar, çaresizdir. Yolu türbesi olan bir mescide düşer, daha önce ona yol gösteren güvercinler yerine bu sefer kırmızı balıklar vardır. Yine bir esinti ve aralanan perdeler, yine yırtılan hicap ve ortaya çıkan hakikat; bu defa hakiki maşukun evindedir… Aşka boyun eğmek demek, huzura girerken şapkayı çıkarıp tevazuuyla girmek, tam teslim olmak demektir…

Ve veda sahnesi, aşk filmlerinin en vazgeçilmezi…

Sindrella’nın kristal pabuç masalına karşı, gerçek bir lastik ayakkabı gerçeği… bir daha dönüşü olmayan bir ayrılıktır bu ve maşuktan geriye kalan sadece bir ayak izi… Latif o kadar mutludur ki o ayak izini seyrederken. Zaten âşık maşukuna hiçbir zaman doyasıya bakmaya cesaret edemez, ancak ondan kalan ize, işrete bakabilir. Bu iş bu kadar sade ve bu kadar durudur.

Baran’ın ayak izi ve yağan baran; bütün kâinatı kuşatan ve bütün aşk ateşlerini soğutan, onları silip süpüren hakiki aşkın gücü. Rahmettir, Baran‘dır onun adı…

Ahmet Demir, Doğru Haber