Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Serçelerin şarkısı

Bir İran filmiSerçelerin şarkısı

Tahrana yakın bir kasaba ve hayat standartlarının altında yaşayan bir aile… Baba Kerim Ağa, bir deve kuşu çiftliğinde çalışıyor. Bir anlık dalgınlık ile kaçan bir deve kuşu, Kerim Ağa’nın işten kovulmasına neden oluyor.

Kerim Ağa’nın bir de işitme cihazı kullanan bir kızı var. Kız; cihazını, çocukların balık yetiştirip zengin olma hayallerini kurduğu su ambarında, suya düşürüyor. Tabi bu da ayrı bir sorun. Baba, yenisini alacak ama parası yok, çünkü artık kendisi bir işsiz.

Rızık endişesinin ne kadar yersiz olduğunu, çalışan için her zaman iş bulunabileceğini, hiç beklemediği bir anda başladığı işle öğretiyor bize Kerim Ağa. Bir anda, Tahran’da yaygın olan motorsikletle yolcu taşıma işinde buluyor kendini.

Hikâye böylece başlıyor ve hayatın olağan akışı içinde kaybolup gidiyoruz. Aslında kerim Ağa’nın hikâyesi değil bu, herhangi birimizin hikâyesi. İçimizdeki bütün masum duyguları iğneyle kazar gibi derinliklerimizden çıkarıp gün yüzüne çıkarıyor. Günahsız ve hak üzere, harama bulaşmamış bir hayat; ne kadar çetin olursa olsun, baharda çıkan bir erik kadar güzel.

Fakirlik, bu dünyanın en son derdi Kerim Ağa için. O kadar zengin bir aile ki, işten kovulurken ufak bir tazminat gibi verilen devekuşu yumurtasını bütün çevresi ile paylaşıyor menemen tadında. Hiç deve kuşu yumurtası ile yapılan menemen yiyeniniz var mı?

Hayat onu sınıyor ama o yüz vermiyor, dik duruyor. Yalanlar, sahtekârlıklar ve maddi fırsatlar… Ufacık bir haksız kazanç bile, motorunun arkasında yırtılan bir erik poşeti oluyor ve çocuklarının kursağından geçmiyor. Masumiyetin en güzel tablosu…

Namazı hayatının başköşesine yerleştirenler, huzuru ıskalar mı hiç? Gelin bu filmin namaz sahnesini tekrar tekrar izleyelim. Namaz kılanlar, baldan ve şaraptan akan nehirlerin olduğu cennetlerle müjdeleniyor.

Filmdeki nefis sahnelerden biri de otobanda geçiyor. Bir çocuk çıkıyor karşısına Kerim Ağanın. O da hayatın zorluklarını yenmek için çalışıyor ve destek istiyor. Yardım etmek istiyor Kerim Ağa, ama maddeye bulaşan aklı izin vermiyor. Sahne değişmeden hayatın gerçekliği çarpıyor yüzümüze. Kerim Ağa’nın bir değil iki çocuğunu aynı durumda görüyoruz, çiçek satarak para kazanmaya çalışıyorlar otobanda. Herkes üstüne düşeni yapmadan dünya güzelleşmiyor, maalesef.

Fıtratın ahengini bozmayanların gömleği arkadan yırtılır ve bu da onları saraylarda vezir kılar. Vezir dediysek sarayları düşlemeyin. Yuvası sadakat üzere kurulu olanın, evi saray değil mi?

Çocuklar derken asıl meseleyi atlamayalım. Onlar, filmin gizli kahramanları. Hayatlarında kötülük yok, sadece hayalleri var. Hayalleri de kendileri kadar masum. Masumiyetin değdiği her yer arınıyor ve cenneti bir güzellik bahşediyor. Bataklık gibi hastalık saçan su ambarının; balıklar için bir akvaryuma, serçeler için akustik bir konser salonuna dönüşmesini hangimiz hayal edebiliriz? (Kerim Ağa hayal edememişti)

Hayalleri, şefkatlerinin çok gerisinde çocukların. Taşıdıkları balıklar, patlayan plastik bidonla yerlerde can verirken, yani hayalleri için çalışıp çırpındıkları ve emeklerinin karşılığı balıkları ölürken onlar şefkat gözyaşlarını döküyorlar. Balıkları kurtarmak için minicik avuçları yara bere içinde kalıyor. Elleri parçalanırken acımıyor, ölen balıklar yüreklerini daha çok acıtıyor. Bu sahnede umut, kırmızı bir balık kadar capcanlıdır.

Ya kerim ağanın dünyaya meyletmesi ile bahçesinde yeşeren dikenlere ne demeli? Dünya bir yüktür ve onu sırtlayanın canı yanmaya mahkûmdur. Latif olan Allah verdikçe, senin de vermen gerekirken, malı toplamaya başladığın an; o, kurşun gibi ağırlaşıyor, beli büküyor ve hammalını ezdikçe eziyor. Ama nedamet kapısı her zaman açıktır ve karşılığında da kuşların şarkısı ile süslenmiş bahçeler bekliyor insanı. Kerim Ağa’nın buna ulaşması için, dünyanın kaşıkla mal verip karşılığında kepçeyle insanlığını çaldığı görkemli hayata yüz vermemesi gerekiyor. Onun aslına dönmesi için, ihtiyacı olan asıl şey bu. Bunu kızı görüyor ve olmayan sesini ayağındaki alçıya nakşediyor.

Dünyanın çekiciliği ve fırsatların cilveli bir güzel gibi, Kerim Ağa’nın gönlünü çelmesi… Ağamızın ona meyli, sonra pişmanlığı ve pişmanlık sonrası mutlak huzur…

Üstat Mecidi bizi fıtratın ahengine, Serçelerin Şarkısına davet ediyor…

Ahmet Demir, Doğru Haber

Hişş! Kızlar bağırmaz!

İranlı yönetmen Puran Derexşande 2013 yılında “Kızlar Bağırmaz” filmini yaptı. Film yayınlandığında yeterince ses getirmedi. Aslında izleyen her kesi çok derinden etkilemişti. Ama ince bir eleştiri ve gerçekleri incitecek şekilde gösterdiğinden üç maymunlar cehennemine terk edilmek istendi.

Filmin hikâyesi kısaca şöyle;

Şirin üzerinde gelinliği, nişanlısıyla beraber düğün fotoğrafı çektirirken birden ortadan kaybolur. Biraz sonra ortaya çıktığında üstü başı kan içindedir. Film bu kanlı tabloyla başlar, ekran kararır ve yazılar akmaya başlar. Uzadıkça uzar. Merak ve korku tavan yapar.

Filmin ilerleyen dakikalarında bu muammanın çözüleceği ve rahatlayacağımızı umut ediyoruz. Ama öyle olmuyor. Hakikat perdeleri aralandıkça merakımız, öfkemiz, yer yer varlığını unuttuğumuz vicdanımızın sesi canımızı acıtmaya başlıyor. Acı sürekli artıyor. Merak film bittiği zaman bile bitmiyor. Keder de filmden sonra bir kene gibi vicdanımıza yapışıyor. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Yüreğiniz yetiyorsa filmi izleyin, açık açık söyleyelim uzun bir süre canınız acıyacaktır…

Neyse filmin konusuna dönelim. Şirin’in üstündeki kan, öldürdüğü binanın kapıcısına ait. Bir tesisat aletiyle kafasını parçalayarak öldürmüş ve garip olan ise onu hiç tanımıyor olması.

Filmi izledikçe Şirinin titrediği bütün sahnelerde titreyecek, ağladığı sahnelerde ağlayacak, korktuğunda korkuyu iliklerinize kadar hissedeceksiniz.

Şirinin annesi, babası ve nişanlısı şok geçiriyorlar. Ne olduğuna dair onların da en ufak bir fikri yoktur. Aslında kısastan kurtarmak için ona deli raporu almaya kalkmasalar Şirin hiç konuşmayacak ve yaşadığı acıyı kendisiyle beraber mezara götürecektir. Çünkü o da bu toplumda yaşamanın ne demek olduğunu biliyor. Bazı sırlar öldürücü olsa bile ifşa edilmemesinin bilincinde. Üstelik bunu bir görev bilinci ile değil bir şartlanmışlık duygusuyla yapıyor. Kim bilir belki de yapacak bir şeyin olmadığını düşünüyor. Aslında çok da haksız sayılmaz.

Neden mi?

Pedofili suçu istisnasız her toplumda var olan ve hiç yokmuş gibi davranılan bir gerçeklik. Yokmuş gibi davranılınca hiç de azalmıyor, daha çok suçlulara rahat davranabilme olanağı sağlıyor. Düşünün, kız ya da erkek bir çocuk böyle bir durumla karşılaşınca ne yapar? Gerçekten de düşünün! Ailelerine açılacak cesareti bulabilirler mi? Ailelerine anlattıklarında nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını siz de kestirebilirsiniz herhalde. Hele tehditler yok mu, küçücük bedenleri nasıl da esir alıyor. Öyle bir noktaya gelirler ki artık kendileri bu yaşadıkları kirliliğe rıza gösterir ve bu kaderi(!) kabul ederler. Ortaya çıkınca da aileler bir şey yapmıyor. Bırakın suçluyu cezalandırmayı, olayı örtbas edebilmek ve şereflerine sürüldüğü düşünülen bu lekeyi silmek için her yola başvuruyorlar. (Bu yüzden çocuğunu ortadan kaldıran nice vakalar gördük basında…)

Kızlar Bağırmaz filmi böyle bir yaraya parmak basmış. Yara vicdanda, yani en derin noktada olunca acısı da çok derin ve çok keskin. Şirin yaşadığı travmanın etkisi ile bir cinayet işliyor ve suçlu olduğu ispat edilemeyen maktulün katli yüzünden idam edilecek.

İnanılmaz bir tempo var filimde. Bu tempo esnasında toplumun ve ailelerin yani anne ve babaların suçluluğunu unutuyoruz. Yönetmen keşke bunu yapmasa ve anne baba biz suçluyuz dedirtse, bunu iliklerimize kadar hissettirse; toplumun en ince kılcal damarına kadar zerk etse ve bu konuda tam bir uyanış sağlasa, demekten kendimizi alamıyoruz. Gerçeklik tüm çıplaklığıyla ortadayken ve asıl suçlunun yanında, onun suçuna neredeyse eşit derecede ortak olan toplumu bireylerinin suçu bu kadar güzel işlenmişken keşke daha çok deşse, bir yün yumağına dalan dikenli teli çeker gibi acıta acıta hikâyeyi tamamlasa; hikâye bittiğinde bindiğimiz bütün bahane dallarının çatır çatır kırıldığını görebilseydik.

Anne babalar genellikle çocuklarının maddi ihtiyaçları ile ilgileniyor, onların duygu dünyası, hayalleri, rüya ve kâbuslarını; onların beklenti ve ümitlerini; onların dünyayı keşiflerini ve öğrendiklerini; onların tecrübe ve deneyimlerini; onların saplandıkları çıkmazları ve arayışlarını; onlara yönelen gizli ve açık tehditleri hiç mi hiç görmüyorlar.

Dilim varmıyor söylemeye ama bir kâbusa uyandıklarında bunu hak etmek için ne yaptık diye suçluyu kendi nefislerinin dışında arar durular. Her türlü korunmaya ihtiyacı olan ve bunun ilk mükellefi olan anne ve baba sonra da en yakın akrabalar, eş dost, konu komşu her kesin bu kâbustaki günaha ortak olduğunu kimse kabul etmez. Baba, anneyi; anne, babayı; etraftakiler, ikisini birden; uzaktakiler, o mahalleyi; bir başka ülke, o ülkeyi suçlar durur. Kâbus herkesin hayatını zindana çevirmeye muktedirdir. Hatta bin kilometre ötede vuku bulan bu pisliğin kokusu hissedilecek, ekranlarda ya da gazete kupürlerinde görüldüğünde her vicdan sahibini yaralayacak kadar güçlüdür.

Böyle ateşler yanmaya devam ederken bizler bununla yaşamayı kabullendikçe ve bu kaderi değiştirme adına adımlar atamamaya devam ettikçe her zaman olan ama zamana zaman ortaya çıkan bu günaha ortak olmaya devam edeceğiz.

Çocuklar olmadan izleyin bu İran filmini. Bırakın dikenli tel; yün yumağından yavaş yavaş, yaralaya yaralaya, acıta acıta çıksın. Vicdanınızı rahatlatmasına da izin vermeyin. Vicdanınız hep rahatsız olsun ve etrafta gördüğünüz her çocuğu daha fazla korumaya alın. Bu sadece taciz için değil her türlü tehlike ve tehdit unsuruna karşı yapılması gereken bir refleks olmalı. Her çocuk bir nesildir. Ve her batan çocuk bir geleceğin yok olması anlamına gelir. Geleceğimizi koruma altına almak zorundayız…

Ahmet Demir, Doğru Haber

BİR ANNE ŞEFKATİ: MİM MESLE MADAR

Bir anne şefkatini anlatmak için hangi kelimeleri yan yana getireceğini bile şaşırıyor insan. Acaba yanlış bir söz sarf eder miyim diye kılı kırk yarıyor. Tüm buhranların içerisinde açan bir kardelen çiçeği anne. Destanların, şiirlerin, hikayelerin asıl kahramanları…

Sinema sanatında da yeri ayrı annenin…Her yönetmen, o olağanüstü duyguları bünyesinde barındıran bu mucizeyi kendi penceresinden ele almış ve beyaz perdeye aktarmış. Ben de günün önemine ilişkin olarak, ‘anne’ temalı, çölde kum tanesi sayılacak eserlerden birine dikkatlerinizi çekmek istedim. Yönetmenliğini Rasul Mollaguli’nin yaptığı 2006 yapımı bir dram filmi Mim Mesle Madar…Türkçesi ‘Anne Gibi…’

Gülşifte Farahani, Hüseyin Yari ve Cemşit Haşimpur’un gerçekten kayda değer bir performans sergilediği filmin konusuna değinelim. Sepide başarılı bir keman virtüözüdür. Eşi Süheyl de ülkenin önemli diplomatlarından biri. İkili arasında tutkulu bir aşk vardır. Sepide’nin hamile olması, çiftin mutluluğun katbekat artırır. Çift, bebeklerinin cinsiyetini öğrenmek için doktora gittiklerinde hayatlarının akışını etkileyecek gerçeği öğrenir. İran-Irak savaşında sağlık görevlisi olarak çalışan Sepide, bu esnada kimyasal gaza maruz kalmıştır. Bu durum da çocuğunun sakat doğma riskini artırmıştır. Eşi Süheyl, bu durumdan hoşlanmaz. Çocuktan kurtulmanın yollarını arar. Ama Sepide bunu kabul etmeyecektir. Oğlu Said’in doğması ile de zaten eşini çoktan terk etmiştir. Artık, Sepide ile oğlu Said’i zor günler beklemektedir. Sepide, oğlunun sağlığı için tüm fedakarlığını ortaya koyarken, diğer yandan da onun hayata tutunması için olağanüstü bir çabanın içerisine girer. Burada da anahtar olarak müziği kullanır. Sepide, engelli çocuklardan kurulu bir orkestra kuracaktır. Ancak, bir yandan Süheyl’e duyduğu özlem, çocuğunun da babasına biriktirdiği hasret, işi zorlaştıracaktır. Yoğun bir duygu seli yaşatacak olan film, annenin evladı için gösterebileceği fedakarlıklar, oldukça etkileyici bir biçimde ele alınmış. Filmin müzikleri, duygusallığın zirve yapmasına en büyük katkıyı sunuyor diyebilirim. Her nota adeta bir gözyaşı gibi akıyor piyanonun tuşlarından, kemanın tellerinden…Sizi filmin o can alıcı müziğiyle baş başa bırakıyorum…

İlkay Göçmen, Kolektif Sanat

Gerçeğin Gölgesinde: Nahid

İranlı yönetmen Ida Penahande’nin ilk uzun metrajlı sinema filmi Nahid, 2015 Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış Gelecek Vaat Eden Film Özel Ödülü kategorisinde yarıştı ve festivalden Avenir ödülüyle döndü. Filmin oyuncu kadrosunda; Asgar Farhadi’nin Bir Ayrılık (2011) filminde tanıdığımız Sareh Bayat yer alırken Pejman Bazeghi, Navid Mohammad Zadeh, Milad Hossein Pour, Pouria Rahimi de Sareh Bayat’a eşlik eden diğer önemli isimler.

2015 yapımı olan Nahid, tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini ve bu eksende toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin söz konusu olduğu filmde Nahid’in bir anne ve bir kadın olarak derin bir mücadelesini, vicdanını, seçim yapmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Eşinden genç yaşta boşanmış olan Nahid, 10 yaşındaki oğluyla birlikte Kuzey İran’da Hazar Denizi kıyısında küçük bir kasabada yaşamaktadır. Çocuğun velayeti İslami İran’daki yasalara göre babaya verilir. Fakat baba, Nahid’in tekrar evlenmemesi koşuluyla çocuğun velayetini anneye vermeyi kabul eder. Nahid’in hayatı kendisi ile evlenmek isteyen başka bir adamla tanışınca değişir. Bu yeni ilişki Nahid’i anne ve kadınlık arasında sıkıştırır. Oğluyla sevdiği adam arasında bir tercih yapmak zorunda kalan Nahid, kendisini bir çıkmaza sürükler.

Nahid; eski kocası, abisi, oğlu ve sevdiği adam arasında kalmış, kıskacın içinde hep bir yetme ve yetişebilme derdinde. Sevdiği adamın yanında iken oğlunu, oğlunun yanında iken sevdiği adamı özlüyor. Orta Doğu’daki kadın sorunu işleyen bu film kadın – erkek ilişkisini gayet başarılı bir şekilde ele alırken, Nahid’in annelik mi? kadınlık mı? duygusu altında, seçime zorlandıran baskıyı ve ahlaki değerleri çok iyi anlatmıştır. Boşanmış bir kadının sorunlarına odaklanan, geçici evlilikleri (muta) sorgulayan, kadınların hayatlarını ve sorunlarını bize yansıtan, bizi gerçeklerle yüzleştiren bir film, Nahid. Bunların yanı sıra Nahid’in çocuğun da etkisi altında kaldığı görülüyor. Yıkılmış bir aile ve tekrar evlenmek isteyen Nahid’in bunu oğluna nasıl açıklayacağı konusunda bir çekingenliği vardır. Oğlunun vereceği tepkiden korkuyordur. Demek – dememek arasında bir tereddütte kalmıştır. Ailevi sorunlar ve baskı çocuğa yansımış ve okula gitmek istememiştir. Fakat Nahid’in ailesi destek çıksaydı bu durum hiç yaşanmamış da olabilirdi.

Filmde anlatıldığı gibi birçok ülkede bu sorun vardır. Halbuki bir kadın boşanmış olsa da; anne de olabilir, aşıkta olabilir, tekrar evlenebilir de… Neden hep kadınlar bir şiddetin, baskının eşiğinde ya da içinde! Küçük bir kasabada yaşamış olması insanların dedikodu yapması, toplumsal baskı, kadının üstünde statü kurulması. Sen sadece bir annesin ve annelik vazifesini yap demek gibi sığ düşünceler vardır. Bir nevi kadın, annelik ve annelik yapmak gibi kavramların altında yok ediliyor. Bir baskı görmediğini hisseden tüm kadın aslında her şeyi yapabilir.

Her birey özgürdür! Kültürel anlamda bir değişim söz konusu olması gerek. Geleneksel toplumlarda kadının pek bir önemi yoktur. Onların en önemli görevi anne olmak, çocuğuna bakmak, ev işi yapmaktır. Bu düşünceden ne zaman koparsak o zaman gelişme kat etmiş oluruz. Gün geçtikçe bazı filmler, gözümüze bu gerçekleri bu yaşantıları çarpar ve bizler etkisinde kalırız. Farkındalık her zaman için öncüdür. Toplumun kıskacından kurtulmak için bir şeyler yapmak zorundayız. Bize yapılan baskıya baş eğmemeliyiz. Aksini dik bir şekilde karşılık vermeliyiz.

Gül Çelik, 5Haber

İnsan İle İnsani Arası: Bir Ayrılık

İran sineması zor şartlarda kendini var edebilmiş sinemadır. İranlı yönetmenler gerek kendi ülke sınırları içinde ve gerek ülke dışında çektikleri filmlerde kendi kültürlerini yansıtmayı asla bırakmamışlardır. Köklere bu denli bağlılık sinemalarına muazzam bir lezzet vermiş ve İran sinemasını dünya çapındaki film festivallerinde ön sıralara taşımıştır.

İran sinemasının son yıllarda dünyaya bakan yüzü Asgar Ferhadi 2011 yılında gösterime girmesiyle tüm sinema dünyasında büyük bir etki yaratan filmi Bir Ayrılık ile Oscar ödülünü kazanan ilk İranlı yönetmen olmuştur. Böylece İran sineması aleyhindeki önyargılı turum bir kez daha yıkılmıştır.

Ferhadi “Bir Ayrılık” filminde boşanmanın eşiğinde olan orta sınıf bir çiftin birbirlerine ve en sonunda da kendilerine yabancılaşmasını kompoze eder. Yönetmen İranlı orta sınıf bir ailenin minimal hikayesi ve problemleri üzerinden evrensel problemlere temas eder. Bir yanda Alzheimer hastası bir baba ve bir yanda da eğitimine devam eden kızları ve de birbirlerinden kopmak istemeyen ama kopmak zorunda olan karı koca… Asgar Ferhadi klasik aile hikayelerini alışık olunmayan bir dille ele alır. Bu ele alış biçimi onun sinema dilinin yansımasıdır. Filmlerinde bireylerin yaşamlarına dair aldıkları kararları ve bu kararlar sorası gelişen olayları realist bir dille işler. Toplumda erkek olmak, kadın olmak, çocuk olmak, etkin ve pasif birey olmak konusunda oluşturduğu dünyalar, izleyici üzerinde soğuk duş etkisi yaratır.

Bir Ayrılık filminde aile üyeleri tartışmalarını birbirleri ile konuşarak gerçekleştirir. Kadının da söz hakkı erkek ile eşittir. Çocuk figürünün aile içindeki önemi ve söz hakkı ise şaşırtıcı derecede kuvvetlidir. Tüm bunların yanında anne figürü çekirdek aileyi bir arada tutmaya çalışırken baba figürü ise kültürel bir miras olan geniş aileyi önemsemektedir ve bu yüzden de hasta babasını bırakıp başka bir yere gitmek istemezken anne ise çocuğu ve kocası ile daha iyi bir gelecek için bulundukları yerden ayrılmak istemektedir. Genel geçer bir durum olarak İran’da göç; savaş, yaptırımlar ve toplumsal buhranlar neticesinde gerçekleşirken Bir Ayrılık filminde tamamen daha iyi bir hayat ve eğitim imkanları doğrultusunda yapılmak isteniyor.

Asgar Ferhadi’nin “Bir Ayrılık” filmi konusu ve işleyişi ile izleyiciyi çaresiz bırakan bir film. Ferhadi filmde yaşanan olayları ve karakterleri tamamen izleyicinin inisiyatifine bırakır. Filmde kimin haklı ya da haksız olduğunu, hangi olayın iyi ya da kötü olduğu ve sonuçlarının beraberinde getirdiği şeylerin kıstasını izleyicinin vicdanına bırakır. Bu durum izleyiciyi hem filme daha çok bağlar hem de düşünmeye iter. Böylece sinema esas görevlerinden birini yerine getirmiş olur.

Yönetmenin oyuncu yönetimi, müzik kullanımı, diyaloglar… filmin anlatım dilini kuvvetlendirirken alt metnindeki öğretici mesajları ile farklı ama tanıdık bir film bir ayrılık

Süleyman Yakupoğlu, 5Haber

Cennetin Rengi

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuğun, Muhammed’in sadece dokunma ve duyma hislerini kullanarak dünyayı ve çevresini anlama çabasını konu edinmektedir. Muhammed’in annesi hayatta değildir. Babası ve iki kız kardeşi ve birde çok sevdiği babaannesi şehre uzak bir köyde yaşamaktadırlar. Muhammed şehirde okula devam etmektedir. Fakat yaz dönemi geldiği için okul kapanır ve Muhammed köye babasının yanına dönmek durumunda kalır.

Babası yeni bir eş adayı ile evlenmeyi düşünmektedir fakat görme engelli Muhammed’in bu evlilikte sorun olacağını düşünür ve onu köye getirmek istemez. Dram türündeki İran yapımı bu film baba -evlat ilişkilerini, görme engelli bir çocuğun hayatın anlamını, Allah’ı anlama çabasının yoğun duygular içinde işlemektedir.

Hayatı kapalı gözler ile yakalamaya ve ona dokunmaya çalışan bir çocuğun hikayesinde, insana dair çok şey var. Sosyal Hizmet gönüllülerinin bu filmden keyif almanın dışında da çok şey elde edeceği kanaatindeyim.

Sosyal Çalışma

CENNETİN RENGİ’Nİ GÖRMEK

Biliyorum hiç belli olmayacak. Ancak yazarken en çok duygulandığım yazı bu olacak… 1999 yapımı “Cennetin Rengi” filminden bahsetmek istiyorum. Bu filmdeki duygular öyle gerçekçi ki… Bir film insanı bu kadar etkileyebilir. Yazarken bile filmin bazı sahnelerini düşündükçe içim parçalanıyor. Yönetmen, muhtemelen bu çarpıcı etkiyi yaratmak istemiş ve çok güzel başarmış…

Cennetin Rengi, görme engelli bir çocuk olan Muhammed’in hikayesini anlatıyor. Tahran’daki körler okulunda yatılı eğitim gören Muhammed, yaz tatili için ailesinin yanına gelir. Babaannesi ve iki kız kardeşi onu sabırsızlıkla beklerken; babası onu almaya bile geç gelmiştir. Annesi öldüğü için, babası yeniden evlenecektir. Ancak Muhammed kör olduğu için, onu bu evliliğe engel olarak görür ve ondan kurtulmayı ister….

Görme engelli bir çocuğun dünyası bu kadar güzel anlatılır. Muhammed’i canlandıran çocuk oyuncu Muhsin Ramazani de görme engelli… Yani rol yapmıyor, kendini oynuyor. Öyle güzel oynuyor ki… Bazı sahneleri gerçek hayatında da yaşadığını anlıyorsunuz. Bunu bilmek sanki insanı çok daha derinden etkiliyor. Hani bir an, “Film icabı, rol icabı işte…” dersiniz ya… İşte burada diyemiyorsunuz!

Muhammed ve babaannesi Aziz’in sevgileri görülmeye değer… Her sahnesi akıllarda kalacak kadar etkili… Babaannesi ona okumasını öğütlerken “…Senin durumunda meslek sahibi olmuş pek çok insan var. Tek engel cehalettir…” diyor. Yaşlı, eğitim almamış, köylü bir kadının ferasetine hayran kalıp “İnsan olmak başka bir şey…” diyorsunuz.

Bir sahnede Muhammed, elinden tutan babaannesine “Senin ellerin bembeyaz, aziz…” diyor. Babaannesi “Ne beyazı, iş yapmaktan nasırlaşmış, kırışık kuru bir el işte…” diye cevaplıyor. Muhammed bunun üzerine “Sen çok iyi birisin. Senin ellerin bembeyaz…” diye karşılık veriyor. Anlıyoruz ki Muhammed’e göre iyiliğin ve iyilerin rengi beyaz!

Filmde öyle dokunaklı sahneleri var ki… Hele Muhammed’in ağladığı sahne insanın içini koparıyor. Yanında kaldığı marangoz ustasına “Kimse beni sevmiyormuş. Ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum. Beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde “Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi? diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti. Ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum. Ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.” dediği sahne için bile seyredilir.

Cennetin Rengi‘nin sade, duygu yüklü, sürükleyici ve etkileyici bir anlatımı var. Yönetmen Mecid Mecidi çok başarılı… Senaryo da kendisine ait… Filmde oyunculuk, müzik, görsellik hepsi mükemmel… Yer yer belgesel tadında görüntüler var. Aldığı ödülleri fazlasıyla hak ediyor. İran sinemasını takdir etmemek mümkün değil… Onlar bu işi biliyorlar.

Cennetin Rengi‘ni görmediyseniz mutlaka seyredin. Film, gören görmeyen herkese bir şeyler söylüyor. Bu filmi seyrederken bir kez daha anladım ki, engelliyi engeli değil; engeli nedeniyle istenmemek, işe yaramaz görülmek ve sevilmemek üzüyor… Muhammed engeli ile barışık, sevgi dolu bir çocuk. Onu üzen ve zorlayan engeli değil. İstenmemesi ve sevgiden mahrum kalışı…

Aliye YÜCEL

Cennetin Rengi

Yeni yılda  izlediğim bir film hakkında yazarak devam etmek istiyorum. Filmin adı “Cennetin Rengi” orijinal adı ile “Rang a Khoda (Reng-i Hüdâ)” yani “Tanrının Rengi”. Film endüstrisi ve reklam sisteminin gücü bir arada düşünülürse batı kültürünün üretmiş olduğu filmlerin kalitesi yadsınamaz bir gerçektir. Gene de profesyonellik ve kapitalizm kendi antitezini doğurarak bağımsız sinemanın kapılarının aralanmasını sağlamıştır. Güney Kore, Hindistan ve İran gibi ülkelerden yönetmenlerin ortaya koyduğu olağanüstü filmler bağımsız sinemanın oldukça güçlü örneklerini sergiliyor.

1999 yılında İranlı ünlü Yönetmen Mecid Mecidi’nin senaryosunu yazıp yönettiği Cennetin Rengi izlemeye başladığınız andan itibaren izleyiciyi sessiz bir bilgelikle kendisine çekiyor. Film Muhammed Ramazani isminde görme engelli bir çocuğun eğitim gördüğü Tahran Görme Engelliler Okulunun yaz tatiline girmesi ile başlıyor. Yönetmen filmin ilk  beşinci dakikasında görme engelli Muhammed’e yuvasından düşen yavru kuşu el yordamı ile buldurur ve ağaca tırmandırarak çığlıklar atan anne kuşun yanına bıraktırır. İzleyenler dünyanın en masum ve savunmasız kahramanını işte bu ilk beş dakikada baş tacı eder. Filmin geri kalanı artık kıyamet kopmadıkça izlenecek ve akılda kalan bütün soru işaretleri tek bir el hareketi ile ötelenecektir. Bu küçük kahramanlığın öncesinde Muhammed; okul bahçesinde saatlerce babasının gelmesini beklemiştir. Diğer öğrencilerin aileleri gelmiş ve yaz tatilini geçirmek üzere İran’ın çeşitli şehirlerine gitmişlerdir. Baba geçte olsa gelir ve evlerine gitmek üzere okuldan ayrılırlar.

Küçük Muhammedin ailesi İran’ın yemyeşil bir dağ köyünde yaşamaktadır. Annesi bir kaç yıl önce ölen Muhammedin Babası, iki kızı ve yaşlı annesiyle birlikte sade bir hayat sürmektedir. Baba komşu köyden genç bir kadınla evlenmek ister ve görme engelli oğlunun yeni evliliğinde uğursuzluk getireceğine inanmaktadır. Bir yandan evini yenilerken bir yandan da oğlundan kurtulmanın yollarını aramaktadır. İran dağlarının eşsiz tabii güzelliği içerisinde zaman geçip giderken olaylar hiç kimsenin istediği gibi gelişmeyecek ve dramatik bir hal alacaktır.

Gerçek hayatta da görme engelli olan Muhsin Ramazani oynamış yada yaşamış olduğu rol ile izleyenin düşünce dünyasını doyuracak kadar başarılıdır. Gözleriyle görememesi tabiata ve Tanrı ya olan merakını artırır ve herşeye dokunarak hissetmeye, anlamaya çalışır. Küçük Muhammed, kendi gibi küçük ellerini hissetmek için her uzattığında, dokunduğu sadece bir nesne değil sizin de kalbinizdir. Gönlünüzün derinliğinde kullanılmamaktan toz tutmuş olan karşıdakini anlama ve hissetme duyularınız harekete geçer ve kendinizi mutlu hissettirir. Acıma duygusu değildir hissettikleriniz, endişe etmeyin. Sadece uzun zamandır kimseye karşı kullanmadığınız karşıdakini anlama ve hissetme duyularınızın contaları gevşemiş su sızdırmaya başlamıştır.

Sinema izleyicinin nabzını tutan uluslararası Imdb sitesindeki oy oranı 10 üzerinden 8,2 yıldız alan film, kült filmler arasında olduğunu göstermiştir. Film Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da gişe rekorları kırarak Oscar Ödülüne aday gösterilen ilk İran filmi olmuştur. Kanada Montreal Film Festivalinde Filmin Yönetmeni Mecid Mecidi Büyük Ödüle layık görülmüştür. Mecid Mecidi İran Sinemasını küresel film endüstrisinin gündeminde tutmaya devam edeceğe benziyor. İzlemiş olduğum bu ikinci film ile İran Sinemasını daha yakından takip etmem gerektiğini inanıyorum. Cennetin Rengini izledikten sonra yaptığım küçük bir araştırma sonucu Çok sevdiğim İranlı Müzisyen Muhsin Namcu’nun bu filme bir şarkı bestelediğini de öğrendim. Ben şarkıyı keyifle dinlerken filmi izleyecek olanlara da iyi seyirler diliyorum.

Serdar ÖZCAN, Okur ve Gezer

Allah Yakındır

Dün gece izleyebildim nihayet. Tasavvufla ilişkisi olmayan birisinin bu filmi nasıl bulacağını bilemiyorum. Aşkın zerresini tatmamış bir damak ne der? Böyle bir damağın lezzetine ilkin ne sunulmalıdır? Bir rüyanın bir rüya olmadığını, bir pin kodu görevi gören rüyaların hasıl olduğu yaşamların nasıl bir dönüşüme uğrayabildiğini nasıl anlatmalıdır bunu deneyimlememiş birisine? Deli denilmez aslında onlara diyebilmek ne mümkündür? Zaptedilemez ruhları arada bir şahlanıveren, uçarı-aşırı bulunabilen insanlara olan muhabbetimden bahsetmek için iyi bir yer midir film kategorisi?.. Farsça neden kulağıma hoş geliyor? Şair olmak için daha uygun bir dil var mı acaba?

Çekimlerinden, oyunculuklardan, filmden bahsetmek biraz yavan kalacak bu manada. Çok sevimli bir filmdi benim için. Yaşama olan coşkusu, neşesi ile deli zannedilen Rıza’nın yol izini izlemek isterseniz buyrun. Tasavvuf öğeleriyle bezenmiş, eski görünümlü bir film… Dini film kategorisinde geçiyor:

Hüda Nezdik Est (Allah Yakındır)

Şöyle bir anektod var filmde:

– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.
+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.
– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.
+ Başka bir Leyla’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği. İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın.. Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..
– Allah her yerde hazırdır. Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın. Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..
+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?
– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Yol İzi

Tala ve Mes

Özellikle dram alanında dünyanın yükselen yıldızı İran sineması. Hayatının içerisinde yer alan ancak yaşandığı anda çok da umursamadığınız bir çok detayı beyazperdede önünüze seriyor ve ‘Gerçekten de böyle oluyor’ cümlesini size defalarca kurdurtuyor. Yaşantınızda yer etmiş objeleri bir kadrajın içerisine ustalıkla yerleştiriyor ve ‘değer’ kelimesinin belleklerinizdeki karşılığını genişletiyor…Ciltler dolusu kitaplardan alacağınız bir mesaj, etkileyici bir sahnede vücut bulabiliyor.

Sadelik ve yalınlığın hakim olduğu ülke sinemasında, İtalya’da başlayan gerçeklik akımından etkilenildiğini söylesek yanılmış sayılmayız. Mesajın duru bir şekilde aktarılıp, böylesine derin bir etki bırakmasını sağlamak gerçekten kolay bir şey değil. İşte İran sinemasının bu duruluğunun en güzel örneklerinden olan, tam manasıyla da keşfedilmediğini düşündüğüm bir filmden söz etmek istiyorum. Farsça adı ‘Tala ve Mes’…Türkçesi ise ‘Altın ve Bakır’…

Homyoun Assadian’ın ilk filmi Altın ve Bakır. Oyuncu kadrosunda, Negar Javaherian, Sahar Dolatshahi, Mehran Rajabi, Behrouz Shaibi ve Javad Ezati gibi isimler var. Film, Seyid Rıza’nın ilim ve irfan öğrenmek için ailesiyle gittiği şehirdeki yaşam mücadelesini konu alıyor. Eşi Zehra Sadat hastalanınca bütün yükü omuzlamak zorunda kalan Rıza, bir yandan derslerini aksatmamaya çalışır, bir yandan da halı dokumacılığı yaparak evin giderlerini karşılamak için uğraşır. Bu iş göz sağlığını da olumsuz bir şekilde etkiler. Çocukların bakımı için de gecesini gündüzüne katan Rıza, zorlu bir hayatın üstesinden gelmek için tek kişilik bir seferberlik ilan etmiştir. Gözleriyle ilgili problemi de yakınındaki kimseyle paylaşmaz ve ders alamaz, veremez bir hale gelir.

İşte, hayatta üzerine düşülmeyen detaylar, filmde öyle güzel bir şekilde sergileniyor ki, küçük şeylerden mutlu olmanın bütün sırlarını sizlerin önüne seriveriyor. Adeta bir hayat dersi niteliğinde olan finalde ise herkes kendi üzerine düşen payı alıyor.

Anekdotlarıyla izleyiciye duygu seli yaşatan film, sorumluluklarımızı da hatırlatıyor bize. Hayatın inişlerini anlatıyor…İşte o inişlerde takınılması gereken tavrı hafızalara mıh gibi kazıyor. Bir gönle dokunmanın verdiği mutluluğu ustalıkla anlatıyor. Altını çizeceğiniz kitap dolusu satırlar vaat ediyor…

O satırlardan birinin altını ben çizeyim… “İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz…”

Filmde bu satırlardan çok var. Buyurun onları da siz çizin.

İlkay Göçmen, Haber Point