Kategori arşivi: Yazarlarımızdan

İran Sineması Film Eleştirmenleri Ekibimiz

Altın ve Bakır

Film iki çocuklu bir ailenin Tahran’daki ev taşıma sahnesiyle açılıyor. Biraz hayal kırıklığıyla başladım aslında filme. Ancak filmdeki kadın karakter Zehra’nın samimiyeti iki dakikada filmin içerisine dâhil ettiriyor. Çekimler ve görüntü kalitesi biraz zayıf kalıyor ancak konunun işlenişi oldukça akıcı. Bir molla olma yolunda din talebesi olarak eğitim gören Seyyid oldukça utangaç bir karakter. Bu kadar pasif ve utangaç olması biraz rahatsız edici.

Film 2011 yapımı olmasına rağmen çekim kalitesi oldukça düşük kalıyor. Bazı noktalarda oyuncular filme dâhil olamamış ve karakterlerini yapmacık oynamışlar hissi uyandırıyor. Çoğu zaman bir karakterin iyi niyetli mi davrandı yoksa kaba mı davrandığını anlayamadım. Ama bu durum negatif bir etki yaratmadı, daha çok merak uyandırdı. Film ilerledikçe karakterler hakkında daha net bir düşünce oluşuyor.

Molla olma yolunda olan Seyyid, eşi hastalanınca çok fazla zorluk çekiyor. Çocukların bakımı, bir yandan eşinin hastane masrafları, derslere gidememesi birçok sıkıntı yaşamasına sebep oluyor. Eşine olan hassasiyeti gerçekten insanın içine dokunuyor. Filmle ilgili en çok hoşuma giden ayrıntı ise filmdeki Ayda karakterinin dinlediği Türkçe şarkıydı.

Altın ve Bakır filminde eşine gönülden bağlı olan bir adamın aşkı dışında MS hastalığı ile ilgili de birçok bilgi sunuluyor. Hastalık konusu işlenirken bir yanda ailenin ne kadar zorluk çektiği açıkça görülebiliyorken diğer yanda bu hastalıktan bihaber olan insanların ne kadar umarsız olduğunu görebiliyorsunuz. İster istemez ailenin yaşadığı sıkıntılar da insanın vicdanını sızlatıyor. Ancak bu durum filmde oldukça samimi bir şekilde dile getiriliyor.

Film ilerledikçe MS hastalığı ile baş eden bir ailenin ne kadar büyük sıkıntılar çektiğine içten bir şekilde tanık oluyorsunuz. Film bu haliyle de oldukça etkili. Ancak duygu yoğunluğunun izleyiciye daha çok aktarılması için daha fazla fon müziği kullanılsaymış daha fazla dikkat çekeceğini düşünüyorum.

Filmin sonuna geldiğimde fark ettim ki film ufak ayrıntılarıyla insanı gerçekten etkiliyor. Sıkıcı bir film kesinlikle değil, izlediğinizde insanlık namına birçok şey öğretiyor izleyene. Sanki tüm film bir şefkat buharıyla sarılmış ve bunu filmi izlerken de rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Bazı noktalarda neden böyle yaptı sorusu akla gelebiliyor, ancak bu nedenler üzerine ufak bir düşününce kişilerin bunu geleneklerinden ve inançlarından ötürü yaptığını fark ediyorsunuz. Filmin başında insanı rahatsız eden Seyyid’in pasifliği ve utangaçlığı filmin sonunda insanı rahatsız etmekten çıkıyor ve yaptığı fedakârlıklar ile insanı hayran bırakıyor.

Irene Monk

Gülçehre

2011 yılında çekilmiş İran yapımı “Gülçehre“, müzikleri, çekim mekanları, değindiği konular ve anlattığı hikayeler ile izleyiciye hem görsel ve işitsel bir şölen sunuyor hem de çarpıcı konuları, sade ve etkili anlatımı ile seyirciyi içine çekiyor. Savaşın bitmediği topraklarda günlük hayatın normal akışını farklı bir bakış açısıyla ele alan bu film, yaklaşık iki buçuk saatlik akışında izleyiciyi derinden etkiliyor ve bu etki film bittikten sonra da devam ediyor. Gülçehre, tıpkı günlük yaşantımız gibi, içinde mizah, hüzün, aşk, idealler ve arkadaşlık bağları gibi pek çok önemli duygu ve unsur barındırıyor. Yalnız bu duygu ve unsurların dışında, yakın geçmişinde komünist bir yönetim olan, Ruslarla savaşı yeni bitirmiş ve Taliban gibi pek çok farklı grubun iç savaş içinde oldukları ve dolayısıyla halka da zulüm yaşattıkları bir Afganistan’da geçtiğinden, bölge halkının yaşam mücadelesi de hikayenin önemli bir kısmını oluşturuyor.

Gülçehre filminde en önemli karakterlerden biri olan Eşref Han, bölge halkı tarafından oldukça sevilen ve saygı duyulan, sinem tutkunu, orta yaşlarda bir kişidir. Gerek dönemin Afganistan’ında yönetimi ele geçiren yobaz güçlerin baskısı ve yasakları, gerekse halkın konu hakkındaki bilgisizliği ve ön yargıları nedeniyle sinema fikrine kimsenin yanaşmaması ve sinema kültürüne olan tahammülsüzlük Eşref Han’ı derinden üzmektedir. Burada Eşref Han’ın idealist tutumu, gençlerin savaş dolayısıyla katledildiği, sakat kaldığı zamanlarda, halka günlük hayatlarının içindeki savaş halinden kaçmak için bir alternatif, bir çıkış yolu sağlayacaktır. Eşref Han idealleri için, aile mirası bir sinema salonu olan ve filme ismini veren “Gülçehre”de mücadele verecektir. Biz de Eşref Han ile birlikte, bu tanıdık mücadeleyi izlerken, bir yandan kültür sanat aktivitelerinin devamını sağlayabilmek için verilen uğraşa, bir yandan da bu kanlı savaş ortamı içerisinde yaşam mücadelesi verilişine tanık oluyoruz.

Filmin bir diğer önemli özelliği ise, çoğu savaş filminin yanı sıra, Gülçehre’de bir iç savaş halinin sıradan insanların sıradan hayatlarına olan yansıması oldukça başarılı bir şekilde ele alınmıştır. Konuya böylesi bir yaklaşım da, beraberinde yalın ve etkileyici bir savaş – dram filmi ortaya çıkarmıştır. Çoğu filmde çok başarılı ve yüksek bütçeli savaş sahneleri görmüşüzdür, ancak pek azında bu savaş halinin günlük hayatta evi için alışveriş yapan ya da işine gitmeye çalışan, sokaktaki sıradan insanın hayatına pratikteki etkisi ele alınmıştır. Gülçehre filmini bu kadar etkileyici ve başarılı yapan noktalardan birisi de, ülkedeki kadın sorununu ele alış biçimidir. Filmde bu konu hakkında çok dikkat çekici ve gösterişli sahneler ya da diyaloglar bulunmasa da, burada da sade ve etkili anlatım ile kadının günlük yaşantısında, iş hayatında, evlilik, aşk, arkadaşlık konularında yaşadıkları zorluklar ve kısıtlamalar; kız çocuklarının ise içine doğdukları ayrımcılık ve engelleyici yaşam tarzı açık bir şekilde izleyiciye aktarılıyor.

Kozan Ç.

İpek yolu

İpek Yolu filmi senaryosunun kamera karşısına başarılı bir şekilde aktarıldığının kanıtı. Müzikler, karakterler, hikâye oldukça güzel işlenmiş. Filmin hikâyesi 11. Yüzyılda geçiyor ve bu döneme ait birçok bilgi veriyor. Şiraz Medresesi’nin fen biliminde oldukça yetenekli olduğu bilinen Şazan Bin Yusuf filmin başkahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Yusuf fen bilimlerine hevesli olduğu gibi en büyük hayallerinden birisi de yelken açarak denizlerde yolculuk yapmak.

Medrese hocası onun bu isteğini biliyor ve Süleyman Reis’in Çin’e düzenleyeceği bir yolculukta onu katip olarak göndermeyi teklif ediyor. Yusuf’un en çok istediği şeylerden biri bu tarz bir deniz yolculuğu olduğu için düşünmeden kabul ediyor. Ancak hocasının da ondan bir isteği var, gittiği gördüğü yediği içtiği her şeyi ve her yeri not alacak. Yolculuk sırasında gökyüzünde gördüğü yıldızlara varana kadar hepsine de bu not defterinde yer verecek. Yusuf’un kâtip olarak gemiye alınmasıyla beraber maceralar başlıyor.

Film 2011 yapımı. Gemilerde yelken açılışlarına verilen efektler bile çok güzel yansıtılmış. Oyuncular da karakterleri oldukça kaliteli bir şekilde yansıtmışlar. Yaşanılan maceralar oldukça akıcı bir şekilde ilerliyor ve bir sonraki noktada ne yaşanacağı konusunda merak uyandırıyor. Ayrıca kölelik gibi kavramlarda denizcilerin ve tüccarların nasıl işlerini yürüttüklerine dair de ufak bilgilendirmeler var. Denizcilik alanına ilgi duymayan bir izleyiciyi bile ekrana kilitleyebilecek türden bir akıcılık yaratılmış. Mantıksız ayrıntılara yer verilmemiş ve herkesin anlayabileceği şekilde denizcilik tabirleri izleyiciye aktarılmış.

Filmde işe acemi olarak başlayan Yusuf’un nasıl ustalaştığını görüyoruz. Bir filmin olmazsa olmazı tabii ki kötü karakterler. İpek yolu filminde de bu karakterlerden oldukça mevcut. Ancak konu öyle güzel işlenmiş ki kötü karakterlerin varlığı bile filmi oldukça zevkli hale getiriyor. Tabi bir de aşk var. Genel görüş gemide bir kadının olmaması gerektiğidir. Bu nedenle filmde kadın karakter geçeceği pek tahmin edilemiyor. Ancak filmdeki kadın karakterin filme dâhil olması oldukça sinsice yapılmış. Bu noktada olay örgüsünün iyi işlendiği de görülebiliyor.

Yine en çok dikkat çeken ve filmin izlenmesini daha da keyifli hale getiren diğer bir nokta seçilen güzel müzikler. Olaylar anında tam olması gereken yerlerde müzikler eklenmiş. Duymaya pek alışık olunmayan farklı melodilerin müzik olarak seçilmiş olması bu İran filmini oldukça farklı kılıyor.

Bir filmde en çok aranılan şeylerden biri de görüntü kalitesidir. İpek Yolu filminde bu konuda es geçilmemiş ve her ayrıntı özenli bir şekilde incelenmiş. Her anlamda mutlaka izlenmesi gereken bu İran filmi tabiri caizse karakterlerin yaşadıklarıyla insanın içini ısıtıyor.

Irene Monk

Davul Dengi Dengine

Başlangıcında film karelerinin sunumu farklılık yaratıyor. En başta yeni evli bir çiftin zorluklarıyla görüntüler başlıyor. Daha sonra yetimlere yardım için para toplayan bir adam karşımıza çıkıyor. Film aslında belirli bir hikaye etrafında toplanmıyor, daha çok bir konu üzerine toplanıyor. Bu konu etrafında da farklı yaşamla ele alınıyor. Ele alınan konu ise fakirlik.

Filmde erdem sahibi insanlar ve tüm zorluklara rağmen ayakta durmaya çalışanlar çoğunlukta. Benim en çok dikkatimi çeken ve etkileyen cümle bu filmde “Ne güzel olurdu gerçekten, insanlar ölünce kitap olsalardı.”.

Filmin oldukça güzel bir konusu var ancak biraz durağan ilerliyor. Daha fazla olay örgüsü isteyenler için biraz yavaş akan bir film olarak değerlendirilebilir. Ancak ağır şartlarda yaşamlarını sürdüren insanlara dair bu filmin başka türlü bir akışa sahip olması beklenemez.

Farklı insanların hayatları ekrana aktarılırken fark ettiğim nokta kitaplara her hikâyede bir şekilde değiniliyor olması. Bu kadar ağır ilerleyen bir filmde beklenmedik şekilde aralara sıkıştırılan espriler filmin rehavetini ortadan kaldırıyor. Bazı noktalarda filmin çekim kalitesi düşük gibi geldi, ancak bu kısım hikâyenin geçtiği ortam sebebiyle de bana öyle gelmiş olabilir. Genel olarak konunun ilerleyişi iyi. Farklı kişilerden bahsediliyor olsa da kişilerin hayatları arasındaki geçişler düzgün bir şekilde aktarıldığı için anlam karmaşasına sebep olmuyor.

Konu daha hızlı bir şekilde incelenebilir gibi geldi bana, en azından bazı noktalara fazla ayrıntı eklenmeseymiş daha akıcı bir film haline getirilebilirmiş. Çünkü özellikle filmin ortalarından sonra konu gittikçe ağırlaşıyor. Tabiri caizse yavan bir anlatımla ilerliyor. Bu da bu noktalarda filmi sıkıcı hale getirebiliyor. Yine de sonunda ne olacak ve tüm bu insanların hayatları hangi noktada birbirleriyle bağlanacak ve nasıl sonuçlanacak insan merak ediyor. Bu da filmin sonunu getirmeye olanak sağlıyor.

Davul dengi dengine konsepti filmin ilk başlarında oldukça dikkat çekiyor ve bu düşüncede olan insanların yaşadıkları akabinde verdikleri kararlar üzerine olaylar gelişiyor. Aslında insanların genel olarak dengi dengine olma kıstası tamamen parayla ilgili. Eğer bir kişinin ekonomik durumu sizinle eşit düzeyde değilse o kişi size denk olmuyor. Ancak filmde durumun böyle olmadığı çok net bir şekilde anlatılıyor. Kendisi yanlış yaparken, başkasının yaptığı aynı hatayı yüzüne vuran insanların nasıl terbiye edileceği konusu da işleniyor.

Film içerisinde komedi de mevcut ancak ağırlık olarak üzgün bir sakinlik var. Neyse ki bir noktadan sonra bu düğüm çözülüyor ve tatmin olmuş bir şekilde filmi sonlandırabiliyorsunuz.

Irene Monk

Son Bekâr

Son Bekâr filminin konusu gerçekten çok ilginç. Tam 43 kere evlenme teklifi reddedilen Veli, evlenip güzel bir yuva kurmak istiyor. Ancak nedense bu konuda yüzü bir türlü gülmüyor. Yapılan espriler oldukça içten ve insanın yüzünü güldürüyor. Veli’nin hüsranla sonuçlanan denemelerinde bile izleyici güldürülebiliyor.

Şans eseri Veli, doğru eş nasıl bulunur konusunun işlendiği bir sınıfa denk geliyor ve burada öğrencilerin ders konusu haline geliyor. Veli neden bu kadar uzun süredir kendine bir eş bulamaz bunun sebepleri hakkında bir proje hazırlanması sınıf geçme notu olarak isteniyor. Filmin çekim kalitesi pek kaliteli değil. Ancak bu durum izlenmesine herhangi bir engel teşkil etmiyor. Veli’nin neden evlenemediği incelenirken hem babası hem de Veli’nin başına oldukça komik olaylar geliyor. Hatta baba karakteri o kadar samimi yapılmış ve espriler o kadar güzel yerlere yerleştirilmiş ki birçok anlamda komedi filmlerine taş çıkaracak kadar güzel bir şekilde işlenmiş. Olaylar gelişirken kullanılan müzikler de oldukça güzel kurgulanmış.

Filmde kullanılan espriler basit gelebilir ancak öyle akıllıca yerlerde kullanılmış ki hepsi bir araya geldiğinde tüm konuyu çok kaliteli bir hale getiriyor. Filmin şöyle bir güzellikte mevcut. Her yaştan kişinin rahatlıkla izleyebileceği tarzda yapılmış. Aileyle beraber oturulup rahatça izlenebilir.

Ben filmi izlerken oldukça keyif aldım. Karakterlerin hepsinin ayrı bir özelliği var ve hepsinin hayatlarında farklı olaylar gelişiyor. Birbirlerinden ayrı bu insanların bir araya getirilişleri o kadar doğal işlenmiş ki bir sonraki noktada filmin nasıl ilerleyeceği tahmin edilemiyor. Bu da filmi daha tatlı hale getiriyor.

Film ilerledikçe karakterler aslında sonunu tahmin edebileceğiniz bir oyunun içerisine giriyorlar. Bu tarz senaryolara Türk halkı olarak çok aşinayız aslında ama bu filmde yine bu konu oldukça güzel işlenmiş. Komedi olması ise ayrı bir zevk veriyor. Oyuncular sanki rol yapmıyorlar da gerçekten o karakterlere sahipler. Baba karakteri, anne karakteri, Veli’nin mimikleri, Peri hanımın kızgın tavrı hepsi oyuncular üzerine tam olarak oturmuş.

Keyiflenmek biraz gülümseyebilmek için tercih edilebilecek bir film olmuş.

Irene Monk

Gülçehre

Filmin konusuyla ilgili en büyük dikkat çeken şey yaşanmış bir olaya dayanıyor olması. Başladığı ilk dakikadan itibaren Afgan halkın yaşam şekline göre bilgiler vermeye başlıyor. Sinemanın yasaklandığı bir dönemde savaş ve zulüm içerisinde olan halka bir nebze de olsa moral olması için yeniden sinemanın açılması için uğraşılıyor.

Eşref Han bu noktada en çok uğraşan kişi olarak filmde karşımıza çıkıyor. Devletin bile baş edemeyeceği güçlere sahip olan ve sanata karşı olan kişilerin tehditlerine rağmen oldukça azimli bir şekilde topluma yararlı olacağını düşündüğü sinema hizmetini sunmaya çalışıyor. Afgan ve İran halkının genel yaşamı düşünüldüğünde aslında o kadar katı olmadıkları beni oldukça şaşırttı. Bu filmde de kadınlara özel olarak değer veriliyor olması çok hoşuma giden bir durum oldu. Tabi her toplumda olduğu gibi dar görüşlü insanlara örnek olarak yaratılan karakterler de mevcut.

Afgan halkının sinemayı rahat rahat izleyebilmesi için Eşref Han bozulan film aygıtını düzeltmek için İran’a yolculuk ediyor. Bu süreçte yaşadığı sıkıntılara rağmen yılmaması gerçekten insana ilham veriyor. Ancak filmin konusunun yavaş işlendiği kanısındayım. Gereksiz ayrıntılara yer verildiği için izlerken sıkıcı bir sürece girilebiliyor.

Filme ait çekimler oldukça kaliteli. Konu nedeniyle özel efektlere zaten gerek duyulmamış. Ancak konunun geçtiği alanlar izleyiciye net bir şekilde aktarılabilmiş. Filmin geneline bakıldığında sanki sessiz geçtiği izlenimine kapılabiliyorsunuz. Sanırım bu his filmde fazla müzik kullanılmamasından kaynaklanıyor. Aslında başlangıç anında nefis bir müzikle filme giriş yapıldığı için bu konunun çok güzel ve değişik müziklerle renklendirileceği konusunda ümitliydim. Filme bu tarz bir düşünceyle başlamış olmam da bende filmin ilerisi için böyle bir etki yaratmış olabilir.

Film içerisinde aslında çok tatlı ufak hikayeler var, örneğin Gülçehre isminin nereden geldiği gibi. Ayrıca farklı ve kaliteli eski yapım filmler hakkında da birçok öneride bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında Gülçehre filmi aslında bir arşiv niteliği taşıyabilir. İçerisinde izleyicilerde merak uyandırıp izleme isteği uyandıracak başka film isimleri de geçiyor.

Gülçehre” sanat ve film aşığı kişiler için duygusal sayılabilecek bir film olmuş. Savaşa, tehditlere, karanlığa rağmen amacından vazgeçmeyen Eşref Han’ın ısrarla sinemasını açma çabası filmin değerini arttıran en önemli nokta aslında.

Irene Monk

İpek Yolu

İpek Yolu, çekimi ve  görselliği ile bir başyapıt olmasa da, tarihi ve macera dolu hikayesi izleyiciyi kendine çekmeyi başarabilmiş İran yapımı bir filmdir. Bu sürükleyici filmde, ünlü Süleyman Reis’in gemi ile Çin’e yolculuğu ve yanına katip olarak seçilen Şazan Bin Yusuf’un yol maceraları anlatılıyor. Bu yolculuk sırasında bir çok farklı toprak, topluluk ve kültüre şahit oluyoruz. Bu farklı kültür ve toplulukların karşısında karakterlerimizin başlarına gelen olaylar, karşılaştıkları manzaralar oldukça ilginç ve bazen bir o kadar da korkutucu olabiliyor. Biz de İpek Yolu filminde Süleyman Reis, Şazan Bin Yusuf ve diğer karakterler ile bu ilginç yolculuğu deneyimliyoruz.

Filmin ana karakterlerinden olan Süleyman Reis yola çıkan iki kaptandan biridir ve neredeyse ilahi denilebilecek bir adalet anlayışı vardır. Tam bu noktada filmin temel sorunlarından biri, karakterlerin mutlak iyi ve mutlak kötü yapıda oluşturulmuş olmalarıdır. Sayıları bile neredeyse denk olan bu mutlak iyi ve mutlak kötü karakterler de filmi gerçeklikten uzağa taşımış, vurgulanmak istenen adalet duygusu ve kahramanca tavırlar, ne yazık ki anlatılan hikayenin önüne geçmiştir.

Ancak karakterlerdeki bazı sorunlar dışında, film genel olarak akıcı bir hikaye ve olaylar zincirine sahip. Bu nedenle de İpek Yolu filmi seyircisi için keyifli bir iki saat sunuyor. Burada her ne kadar doğru alternatiflerin önerildiğini düşünmesem de, köle ticareti, kadına karşı oluşmuş sorunlu bakış açısı vb gibi konulara değinilmiştir. Film kadına karşı olan tutumda çok başarılı bir mesaj vermemiş olmasına rağmen yine de filmin önemli bir kısmında bu sorunu göstermiş olması mesaj anlamındaki bu eksikliği bir nebze gideriyor.

Son olarak İpek Yolu’nda dostluk ve düşmanlık, sevgi ve nefret, adalet ve eşitsizlik gibi pek çok zıt konunun karakterler üzerinden işlenmesini görüyoruz. Çıktıkları bu zorlu yolculukta, bu farklı ve uç kişiliklere sahip karakterlerin başlarına gelen ilginç olayları, zorlukları ve engelleri denizcilerin gözünden izliyor ve deneyimliyoruz. Aksiyonun zirve yaptığı sahnelerde ise kamera çekim açıları, hikayenin sunumu oldukça iyi. Mutlak iyi karakterlerden ise, bütün eleştirilerin dışında, alınacak çokça ders ve örnekler var. Deniz yaşamının zorlu hayatında, denizcilerin ve dönemin kötü şartlar altındaki yaşantılarını gözler önüne seren İpek Yolu filmi, aksiyon seven izleyiciler için iyi bir alternatif olabilir.

Kozan Ç.

Altın ve Bakır

“O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. Evet, senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur.”
Tahran’a ilim öğrenmek için yerleşen Seyyit Rıza ve eşi Zehra’nın öyküsünü konu alan Hümayun Esediyan yönetmenliğindeki İran yapımı film; aile, aşk ve drama içerikli.
Sosyal konuların çok ince işlendiği filmde tüm zamanını öğrenmeye ayırmak isteyen Seyyit Rıza, eşinin MS hastalığına yakalanmasıyla çocuklarının ve evin tüm sorumluluğunu üstüne alır. Aile ilişkilerini de çok akıcı işleyen film küçük şeylerden mutlu olmanın ve insanoğlunun aslında her gününe şükretmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Sekiz yıllık evliliklerinde birbirlerine ilk kez sesini yükselten çiftin sonrasında birbirlerine mahcubiyeti, Zehra’nın isyan ederken gözlerinden akan yaşın samimiyeti, eve gelen hemşire karşısında Seyyit Rıza’nın telaşı kesinlikle hayat dersi niteliğinde. Filmin son sahnelerinde Seyyit Rıza’nın eşi Zehra’ya ezberinden okuduğu sure ve son cümlesi için bile izlemeye değer bir film.

Maddi ve manevi yıpranan aile, şartlar ne olursa olsun birbirlerine bağlılık, aşk ve tevekkül ile tüm zorlukların aşılabileceğini ilmin sadece kitaplarda değil insanın özünde öğrenildiğinin altını çizen Altın ve Bakır ailenizle birlikte izleyebileceğiniz bir başyapıt. Filmin aralarında Hakan Peker ezgisini duymakta ayrı keyif 🙂

Nerden nereye diyeceğiniz filmin finaliyse içinize işleyen son nokta.

Suna Gülsoy

Gülçehre

Buram buram tarih kokan ve sizi gerçek bir hikâyenin içine sürükleyecek bir film arıyorsanız Gülçehre isimli bu film bu iş için adeta biçilmiş bir kaftan… Tesadüf eseri karşılaştığım bu film oldukça güzel bir kurguya ve son derece iyi bir oyunculuğa ev sahipliği yapıyor. Dedesinden babasına ondan ise kendisine geçen bu ata yadigârı sinema salonunu tüm zorluklara rağmen ayakta tutmaya çalışan Eşref Han karakteri güzel bir oyunculuk ile tekrar hayat bulup canlanıyor. Sanata gönül vermiş kişiler olarak tek serveti ellerinde kalan filmler olunca, onları korumak için mücadele eden insanları görmek beni olduğu gibi eminim siz izleyecekleri de etkileyip, heyecanlandıracaktır.

Fakirlik ve terörle mücadele etmek zorunda kalmış bir ülkede idealist bir kişinin yapmış olduğu davranışlar hala bir umudun var olduğunu söyler gibi. Bu yönden acıların yangın yerine döndüğü ülkede insanların yüzlerinde küçük bir tebessümü yaratabilmek ve tüm bu geri kalmışlığın tozunu atabilmek için sinemayı ve sanatı bir çıkış yolu olarak gören bu film oldukça enteresan bir hikâyeye ev sahipliği yapıyor. Hele ki bu hikâye gerçek bir olay örgüsünden yola çıkmış ise daha fazla insanı kendine doğru çekiyor. Terörün tüm soğuk yüzünü bu eserle fark etmemek mümkün değil. Televizyon ve haberlerden adını duyduğumuz terör örgütlerinin ilk hedefleri hep sanat ve kültür eserleri olmuştur. Bu filmde de buna sıklıkla vurgu yapılıyor.

Film sadece terörün sanat üzerindeki etkisini anlatmakla kalmayıp üstüne birde evrensel bir soruna parmak basıyor. Ne mi bu sorun? Tabi ki kadınlara yapılan ikinci sınıf insan muamelesi… Hastalandığında bile kadın doktora muayene olmayan bir erkek hasta ile kadınların film izlemesini bile yasaklayan bir zihniyet örneğini bu filmde görebilirsiniz.

Göreceğiniz üzere bu film de olduğu gibi tek bir eserle pek çok konuya değinmek sanatın ve sinemanın gücünü bizlere nasıl da gösteriyor. Son olarak filmin isminin nereden geldiğini tıpkı benim gibi eminim görenler merak etmiştir. Anlamı nereden mi geliyor? Bunu da izleyip göreceksiniz ama şunu söyleyeyim şaşırma garantisi veriyorum. Bu filmi izlediğiniz de sinemaya olan bakış açınız değişecek bundan eminim.

Özgee

Kertenkele

Rıza bir gece hırsızlıktan ötürü yakalanıp hapishaneye girer. Hapishane müdürü yani Mücavir oldukça katı bir insandır ve mahkumların ruhunu tertemiz yapmak ister. Kendisini hapishane müdürü olarak değil de insanların ruhlarını tedavi eden bir insan olarak görür mahkumları da ruhları hasta birer insan… Mücavir Bey Rıza’yı her fırsatta hücreye gönderir. Hatta bir gün hapishane duvarında takılı kalan bir güvercini kurtarması için onunla iddiaya girer ve eğer kurtarırsa bir hafta hapishane işlerinden uzak kalacağını kurtaramazsa da bir hafta hücrede kalacağını söyler. Rıza güvercini kurtarır fakat yine bir hafta hücreye mahkum edilir.

Rıza’nın mahlası da buradan gelir. Düz duvara kertenkele misali tırmanabilir. Hatta sağ üst kolunda da kertenkele dövmesi vardır. Filmin adı da bundan ötürüdür.

Rıza bir gün hapishane revirini temizlerken ilaç dolabından bir şişe ilaç aşırır. Odasına gidip intihar etmek ister ama bir mahkum arkadaşı ona engel olmaya çalışır. Boğuşmaları esnasında Rıza’nın kolu camla kesilir ve hastaneye kaldırılır. Oda arkadaşının Hoca olduğundan habersiz bir şekilde sohbet etmeye başlarlar. Rıza imanı olmayan bir insandır. Allah’a ve Cennete inanmaz. Arkadaşının cübbesini görene kadar Hoca olduğunu anlamaz. Hoca Rıza’ya Allah’tan ümidini kesmemesini, sabretmesini söyler ve Rıza yine hayıflanır. “Bütün Hocalar mı vaaz veriyor?” der. Bunun üzerine Hoca okuduğu kitaptan bir bölümü paylaşır Rıza ile.
– İnsanlar her şeyi marketten alır. Ancak dost satan market olmadığından dost satın almazlar ve yalnızlığı seçerler. Eğer bir dost istiyorsan; gönlümü al.
+ Peki gönül almak nedir?
– İnsanlarla yakınlaşmak demektir. Bu ise günümüzde tamamen unutulmuş bir şeydir.
+ Bunu nasıl yapabilirim?
– Sabırlı olmalısın. Hem de çok…

Bunun üzerine Hoca duşa girmek için cübbesini çıkarır havlusunu alır ve banyoya yönelir. Bunu Rıza’nın cübbesini alıp kaçma ihtimalini düşünerek yapar ve yanılmaz da. Rıza, Hoca’nın cübbesiyle hastaneden çıkmayı başarır.

Sınırdan çıkmak için Jakson adında bir arkadaşından yardım ister ve sınıra yakın bir köyden sahte pasaport hazırlamak üzere onu bekleyen arkadaşıyla buluşmak üzere trene biner. Trenden indikten sonra köyden birkaç kişi Rıza’yı köyleri için atanmış bir imam sanır ve doğruca köye götürürler.

Asıl hikaye buradan sonra başlıyor benim için. Rıza bundan sonraki hayatına bir müddet hoca olarak devam eder. Hoca olmanın verdiği mesuliyet ve insanların ona koşulsuz bir şekilde kendilerini teslim edişi Rıza’nın içinde saklı olan vicdanını ve sevgiyi ortaya çıkarır. Rıza ne derse ona inanan bir cemaati vardır artık. Peşinde de devamlı sorular soran Mücteba ve Gulam Ali adında iki genç.

Rıza bu köyde insanların saf ve temiz kalplerine ulaşır. Son vakte kadar bunu anlayamaz belki ama sahte imamlık onu bambaşka bir mecraya taşır ruhunda. İnsanları, iyiyi, kötüyü, sabrı ve en önemlisi hastanedeki oda arkadaşı Rıza hocanın da dediği gibi Allaha ulaşma yollarının insan adedince olduğunu anlar.

Bir gün Gulam Ali’yi sevdiği kızın yanında görür. Rıza buna aldırış etmez tabi çünkü hâla sınır dışına çıkmanın yollarını arar. -Her ne kadar Jakson’ın yardımıyla ona sahte pasaport hazırlayan Mahmut Mutezidi hapise girmiş olsa da. – Gulam Ali, Rıza Hoca’ya iyi bir insan olmadığını bazı bazı aklına kötü fikirler geldiğini Kur’an ezberleyemediğinden ötürü yakınır. Rıza, Gulam Ali’ye söylediği fikrine kapılır esasında ama kendine şu sözleri söyler: Sen insansın ve tüm insanlar yanlış şeyler yaparlar. Bu insanın doğasıdır. Allah bu kadar katı değildir. Eğer bu işe tümüyle karşı olsaydı bize bunu yapma yeteneği vermezdi.
Rıza bir gün kendi kaldığı hapishaneye vaaz vermeye gider vaazında duygulanarak “Allah sadece iyi insanlara ait değil. Allah suçlularında Allah’ıdır” der. Akabinde Mücavir Bey hocadan şüphelenir Rıza’yı sahte imamlık yaptığı camide yakalar.

Kitap okurken merakımdan her seferinde son sayfayı okuyan bir insan olarak bu filmin sonunu da oldukça merak ederek izledim.

Rıza imamlık yaptığı köyde kendisiyle buluşurken izleyiciye de kendi kendini sorgulama fırsatı veriyor arada. Tüm kötü davranışlar insan için var olmuştur ancak bunlara rağmen Allah’a ulaşmanın yollarını aramak gerektiği düşüncesinden alıkoyamıyor insan kendini filmi izlerken. Biz adeta her şeyin Allah’tan geldiğini unutarak yaşıyor ve yaşadığımız kötü durumların sonuçlarının bize iyi bir getirisi olduğunu düşünemiyoruz. İhtimaller dahilinde yaşıyoruz fakat en ufak bir olumsuzlukta bize ne gibi getirisi olacağını düşünmeden pes ediyoruz. Bu film sabrın ne kadar makul bir şey olduğunu anlatıyor insan için.
İşlediği konu itibari ile belki biraz bilindik ama işleyiş şekliyle oldukça orijinal olması da filmi benim gözümde daha izlenilir kılan bir özellikti.
Filmin zekice tasarlanmış 114 dakikalık süresi boyunca seyirciyi karakterin ortak etmeyi muazzam bir şekilde başaran yönetmenin filmi tasarlayış şekli gerçekten alkışı hak ediyor görsel efektlerin gerektiği kadar kullanıldığı bu film şaşırtmaları ve olay analizleriyle seyirciyi zinde tutmasını başarıyor, filmin en önemli özelliği ise kuşkusuz performanslardır.
Filmin sonunda söylenen şarkıdan ötürü belki de; duygulandığımı itiraf etmek isterim. Reşid Behbudov’a ait bir Azeri mahnıdır. Sözleri İstanbul Türkçesiyle paylaşmayı borç bilirim.
Sokaklara su Serptim ki
Yar geldiğinde toz olmasın
Öyle gelsin öyle gitsin
Aramızda laf olmasın-aramız bozulmasın

Semavere ateş verdim
Fincana şeker
Yarim gittiğinden beri tek kaldım
Bir haftadır tek kaldım

Ne azizdir yarin canı
Ne tatlıdır yarin canı

Fincanlar raftadır
Her biri bir taraftadır
Görmedim bir haftadır
Yarim yok bir haftadır

Ne azizdir yarin canı
Ne tatlıdır yarin canı

Sokaklara su Serptim ki
Yar geldiğinde toz olmasın

Çeviri şahsıma ait olup yanlış olması durumunda affınıza sığınırım.
” Dünyada hiçbir insan yoktur ki, onu Allah’a ulaştıracak bir yol bulmasın.”

Elif Sena