Kelebekler

پروانه ها (Pervanehâ)

Yönetmenliğini Nasır Rufai’nin yapmış olduğu 2011 yapımı bir dram filmi KELEBEKLER.

Ailesi ile yurt dışına çıkacakken vizesi iptal edilen ve bu yüzden belli bir süre uzaktan tanıdığı bir akrabasının yanında kalmak zorunda olan Nigin’in bu süreçte yaşadıkları konu edinilmiş.

01

Filmde 17 yaşındaki Nigin ve Arkadaşlarının en kritik dönemleri anlatılıyor. Ailesinden uzakta, kendisine çok yabancı olan bir mahallede, başka bir evde ve iki yaşlı insanla günlerini geçirmek ilk başta Nigin’in fazlasıyla canını sıksa da bir parça mızmızlık yapıp ukala davransa da bir kaç gün sonra tanıştığı yeni insanlar vesilesiyle kendisinde büyük bir değişim boy gösteriyor.

02

Sanırım bu filmde en sevdiğim şey, diğer bir çok İran filmlerinde bulunan samimiyeti, doğallığı yakalayabilmemdi. Filmdeki en sevdiğim iki karakterden biraz bahsedip kalan kısmını sizin yorumlarınıza bırakmak istiyorum 🙂

Nigin’in evlerinde misafir olarak kaldığı ev sahibi yaşlı amca ve teyze beni en çok etkileyenlerdendi. Amca bayağı yaşlı olmasına rağmen oyunculuğu mükemmel ötesi çok sıcak ve doğal. Sanki kendisini belli bir role bürümemiş aksine günlük sıradan hayatını yaşıyormuş gibi filmde.

03

ÇOK DA ŞEKER 🙂

Bir de amcanın eşi rolüyle sevecen, güler yüzlü bir teyze karşılıyor bizi filmde. Kamera ne zaman teyzeye yönelse o zaman gülüyor. Filmin hiç bir sahnesinde suratının asık olduğunu görmedim.

04

Şahsen konunun işlenişini, oyunculukları, diyalogları çok beğendim. Bir çok sahnesini gülümseyerek izledim.

Aynı tadı almanız dileğiyle. İyi seyirler 🙂

Benginur Gündeşli

Altın ve Bakır

Tala ve Mes [Altın ve Bakır] – İran Filmi

“O’nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi.
evet; senin lütfunun mutluluğuyla, toprak altın olur.”

Neden insanlar onlara verilen nimetlerin farkına varmak için bir felaket beklerler, söyle bana.

İnsan aslında ne kadar da kör çevresindekilere.. Aralamıyor gözlerini inatla, dünyaya.

Yağmurlu bir güne uyandığında sen herkes gibi şikayet etme, gülümse! Bırak ıslatsın yağmur seni, yıkasın yüreğini.

Mutluluk, küçük şeyleri görmektir. Yerde yeni açmış bir çiçeği fark et! Her gün doğan güneşe selam ver bu sabah, bir gün onu göremeyebilirsin.

Sana yüzüme bazen tebessüm yerleştiren, bazen de gözlerimin dolmasına sebep olan bir filmle geliyorum bu sefer.

01

Seyyid Rıza ilim öğrenmeye geldiği Tahran’ın sessiz bir gecesinde eşi Zehra’nın hastalığıyla kitapların başından ayrılır.

02

Eşinin hastalığını duyduğunda, ellerin arasından kayıp gitmemesini istediği bir hazineye sahip olduğunu fark eder.

03

Seyyid Rıza için hayat artık -hayalindeki gibi- kitaplardan ibaret olmaz. Çocuklarına yemek pişirir, çamaşır yıkar, sabaha kadar evine para getirebilmek için halı dokur.

Aile emektir çünkü. Zehra’nın fedakarlığıyla ayakta tuttuğu aileye artık o da fedakarlığını sunacaktır.

04

Seyyid Rıza oğluyla katılmaya çalıştığı derslerden duyacaklarından çok daha önemli şeyler öğrenir, eşinin hastalığıyla. Hayatın karşısına çıkardığı her engele şükreder.

05

Duanın değerini yeniden öğrenir Seyyid Rıza.Etrafındaki her cana, canlıya yüreğiyle bakmayı öğrenir. Mutluluğun aslında tüm dünyada gizli olduğunu anlar.

07

Sevginin yürekten çıkıp dudaklardan dökülmesi gerektiğini anlar. Yüreğinde yeşeren duyguların sevdiklerinin gönlüne ulaşması gerektiğine karar verir.

09

Anlatmak istediği duyguları, konuları nazikçe yüreğine koyacak bu film, hayatındaki küçük ayrıntıları fark etmeni sağlayacak.

Kim bilir belki de, yanından geçip gittiklerinin farkına varma zamanı gelmiştir.

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir… Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar… İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır, gerisi çer-çöptür… Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü, aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!”

Betül Erkoç, Neptünlü Kedinin Defteri

Allah Yakındır

Hüda Nezdik Est [Allah Yakındır] – İran Filmi

Bedenler, ruhların gölgesi. Bu dünyada yudumladığın her duygu gerçek olamayacak kadar sahte. Yetiyor mu onu gördüğünde kalbinin atışı sana?

Kulağına çarpan her tını alışılmış, bayatlamış. Düşüncesizce harcıyorsun duygularını. Göz yaşların yok yere akıp gidiyor, halbuki ne değerli onlar.

Aramalısın artık. Karanlıklar içindeki küçük lambanı yak. Cılız ışık bir gün elbet şiddetlecek. Gölgelere bakmaktan ağrıyan gözlerine üzülüyorum. Güneşin parıltısı bile kıskanıyor çünkü onları, biliyorum.

Peşinde koştuğun bir şeyler var. Koşarken kırıp, döktüklerine bakıyor musun hiç? İlerlediğin yol uzuyor, canın sıkılıyor. Nefes alamıyorsun bazı geceler. Uyku seninle köşe kapmaca oynuyor sokaklarda. Elindeki kitap sabaha karşı düşüyor belki.

Yırtılmış sayfalar masamın üzerinde. Üzerine dökülmüş kelimeler var. Kan mı mürekkep mi ayırt edemiyorum.

“Yüreğim kanıyor ama heyhat! Bu yaraya merhem yok.”

01

Yüreğinin nerede olduğunu elbet biliyorsun ama beklemeyi bilmiyorsun. Sabret diyor birileri. Ne için sabredeceğim diyorsun. Haklısın! Sabretmeyi öğrenmen gerekiyor, beklenen bir gün zaten gelecek.

02

Kapının önünde umutla beklemek kapının açılmasından daha mı güzel, ne dersin?

03

Beklemek her daim umutla olmayacak yanında keder oturacak kimi zaman.

04

Şiirleri diğer sözlerle bir tutma! Onları herkes anlayamaz. Senin hislerinle benimkiler de aynı olmaz. Şiirler her ruha farklı fısıldar.

Kırgınken şiirler senin de sırtını sıvazlıyor gibi değil mi?

Bu filmi izlerken duyduğun şiir de bir gün tesellin olacak.

05

Bu fotoğrafın anlamını filmi izleyince anlayabileceksin. O saksıların arasında duran basit bir kasadan çok daha fazlası olduğunu anlayınca bu filmin değeri can bulacak zihninde.

Betül Erkoç, Neptünlü Kedinin Defteri.

Allah Yakındır

Tasavvufla ilişkisi olmayan birisinin bu filmi nasıl bulacağını bilemiyorum. Aşkın zerresini tatmamış bir damak ne der? Böyle bir damağın lezzetine ilkin ne sunulmalıdır?

Bir rüyanın bir rüya olmadığını, bir pin kodu görevi gören rüyaların hasıl olduğu yaşamların nasıl bir dönüşüme uğrayabildiğini nasıl anlatmalıdır bunu deneyimlememiş birisine?

Deli denilmez aslında onlara diyebilmek ne mümkündür?

Zaptedilemez ruhları arada bir şahlanıveren, uçarı-aşırı bulunabilen insanlara olan muhabbetimden bahsetmek için iyi bir yer midir film kategorisi?

Farsça neden kulağıma hoş geliyor? Şair olmak için daha uygun bir dil var mı acaba?

Ali Veziriyan adlı yönetmenden. Daha önce izlemediğim bir yönetmendi. Çok sevimli bir filmdi benim için. Yaşama olan coşkusu, neşesi ile deli zannedilen Rıza’nın yol izini izlemek isterseniz buyrun. Oyunculuğu da enfesti. Tasavvuf öğeleriyle bezenmiş, eski görünümlü bir film… Ve filmin en önemli oyuncusu bir kasa aslında.

Filmden bir anekdot:
– Nereye gidiyorsun, Rıza? Tamamen hazırlanmışsın.
+ Leyla’nın peşinden gidiyorum, Seyyid Yahya. Leyla’yı arıyorum.
– Leyla dün kendi ayağıyla sana gelmişti, sen gitmesine izin verdin.
+ Başka bir Leyla’yı arıyorum. Kimsenin benden alıp-götüremeyeceği. İstediğim zaman, kendisiyle konuşabileceğim, bize her şeyden daha yakın olanın.. Eğer aşık olursan, başka kimseye muhtaç olmayacağın (O Leyla’nın)..
– Allah her yerde hazırdır. Nerede kendini O’na daha yakın hissediyorsan, ona bakmalısın. Bir yetimle ilgilenince, ya da bir evsize barınak sağladığında, veya bir hasta ziyaretinde, ya da bir kırık kalbe merhem olurken..
+ İkisini birden sevemem. İnsan nasıl olur da Leyla’sız yaşar?
– Herkes Leyla’yı arıyor. Fakat, bazıları hata ediyor. Sadece Allah biliyor.

Yol İzi

Sadakat, Emek, Altın ve Bakır

İran filmleri ile tanışmam “Altın ve Bakır” sayesinde oldu. Ne aradığımı, ne ile karşılaşacağımı bilmeden başladım izlemeye.

Film bitince hiç ummadığım kadar hayran kaldım. Filmden öte bir kitap gibiydi benim için. Özenle yazılmış, özümsenmesi gereken, altı çizilecek bir çok cümle barındıran muhteşem bir şaheserdi, ki bundan dolayıdır birden fazla seyretmişliğim.

Hiç bıkmadan defalarca izledim, her izleyişimde de bir parça daha işlendi yüreğime.

Küçük ve sıcak bir atmosfere sahip ev, ilim aşığı bir eş ve talebe, kendisini eşine evine çocuklarına adayan bir kadın, bu kadının çektiği sıkıntılar ve bunlara sabırla göğüs germesi..

Birbirlerine olan destekleri, şefkatli bakışları, aşkın, sevginin en saf haliyle duruşları beni en çok etkileyenlerdendi.

Yine kısacık bizleri sıkmayan, akışına bırakıp izleyebileceğimiz ve bence İran’ın gurur kaynağı olacak değerde bir film. Hiç tereddütsüz izlemenizi tavsiye ederim.

Filmin son 5 dakikası onun gerçek manasını karşılayacak öneme sahip, ki en sevdiğim cümlesidir : “Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı..!
Çünkü aşk ilmi hiç bir kitapta yazmaz..”

Benginur

Şark’ın Şiiri İran Sineması ve Allah’ın Rengi

 

“Sen hem her yerdesin hem de görünmezsin.
Bir sığınak bulup; yalnızca senden saklanmayacağım.
Senin adından başka kimsenin adını anmayacağım.”

Yaşadığımız bir anda kalan hatırayı kapaklı kutulara koyup saklayabiliyoruz, okuduğumuz bir kitapta bir karakteri kendimize yakın hissedip ona can vererek hayatımıza misafir olarak alabiliyoruz, bir film izliyor, herhangi bir sahneyi aklımıza kazıyor, gözlerimizle fotoğrafını çekerek kalan yaşamımızda beraberce yaşayabiliyoruz.

Mevzu bahis olarak bu gözlerimizle çektiğimiz fotoğrafları alalım; filmleri… Şark’ın şiiri İran filmlerini. Sinema ile değerlerin iletilmesi mümkün mü, insanların kalbinde ve dahi aklında bir nebze olsun yer edinebilmek?

İran sinemasını Batı sinemasından farklı kılan, şüphesiz ki sinemanın şiirle yapılıyor olmasıdır. İran sinemasının derisine nüfuz etmiş şiirsellikte, asırlardır uygarlıkların beşiği olagelmiş Mezopotamya’dan beslenen Farsça’nın önemli etkisinin olduğu görülür. Edebiyat dili Farsça’nın söz dizimi ve söylenişindeki armoni, filmlerin şiirselliğini sağlayan temel motiftir.

Örneğin Muhsin Mahmelbaf’ın “Gabbeh” filmi kamerayla yazılmış bir şiir gibidir. Gabbeh, İran’ın güneybatısındaki Türk asıllı Bahtiyar aşiretinin kimliğidir ve aşiret mensupları dokunan her kilimde başlarından geçen olayları renklerdeki anlamlara gizleyerek dokumaktadırlar. Doğanın büyüsünün şiirle verildiği filmde Gabbeh, büyülü bir şekilde bedenine dokunmuş hikayesiyle ırmağın kıyısındaki yaşlı çiftin geçmişidir. Gabbeh’in beklediği amcası, evleneceği kızı suyun başında okunan şiirlerden bulur.

Bazı filmler de var ki içinde hem şiir hem Allah sevgisi hem de teslimiyet barındıran.

Cennetin Rengi…

Hikaye İran’ın bir dağ köyünde geçiyor. Filmin ilk saniyelerinde sizi simsiyah bir ekran karşılıyor. Bu simsiyah zemin izleyiciye diyor ki, gel benim gözümden gör, gel de hisset neler izleyeceksin…

Tahran’da yatılı okulda eğitim gören doğuştan görme engelli Muhammed, evreni parmak uçlarıyla anlamaya ve görmeye çalışan bir çocuktur. Yaz tatili için oğlunu köyüne götürmek üzere Tahran’a gelen babası ise içten içe oğlunun bu “kusurunu” kabullenmemekte, onu adeta bir yük olarak görmektedir. Muhammed ise babasını beklerken bir kuş sesi duyuyor ve uçsuz bucaksız karanlığında kuşu aramaya başlıyor. Bu kuş henüz yavru, annesinden ayrı düşmüş, yerdeki yaprakların arasında kaybolmuş küçücük bir kuş. Muhammed kuşun sesini takip ederek karanlık dünyasına rağmen onu buluyor ve zorlukla çıktığı ağaçtaki yuvasına bırakıyor. Muhammed’in gözlerindeki karanlık, adeta kalbindeki aydınlık oluveriyor. Sonunda köyüne dönen Muhammed ninesinin de yardımıyla küçük parmaklarını gözleri belleyip kainatı parmak uçlarıyla keşfetmeye başlıyor. Bizim aydınlık dünyamızdaki karanlıkları kendi karanlığında boğuyor. Muhammed’in yaşadığı köy, büyülü doğa görüntüleriyle bezeli bir şekilde çıkıyor karşımıza, bu açıdan kör bir çocuğun dünyasını aktarma gayesiyle tezat olarak görünse de aslında yönetmen, küçük Muhammed’in hayal dünyasının renkli bir panoramasını çiziyor. Muhammed’in okumaya ve etrafındakileri keşfetmeye karşı çok büyük bir yatkınlığı vardır. Ninesi Aziz bunun farkındadır ve Muhammed ile ninesi arasındaki şu diyalog oldukça dikkat çekicidir:

– Ellerin niye bu kadar beyaz nine?
– Öyle olduğunu kim söylüyor?
– Kendim anladım, ellerin bembeyaz.
– Ömrüm boyunca tarlada çalıştığım için kapkara ve nasırlılar.
– Hayır, ellerin yumuşacık ve güzel.

Küçük Muhammed babaannesinin ellerini sanki sınıfta Braille alfabesiyle kitap okuyormuş gibi her santimetrekaresine kadar yoklamaktadır. Aynı şekilde tarladaki ekinlerin her bir kıvrımını, nehrin kıyısındaki taşların şekillerini, ağaçkakanların seslerine de harfler ve sayılarla kendince anlamlar yükleyerek kâinat kitabını okumaktadır.

Film aynı zamanda bir Farsça dua ile başlıyor: “Ey gören fakat Görünmeyen! Yalnız seni ister, yalnız seni zikrederim.”

Bu duanın Bakara Suresi’ndeki 138. ayetten ilham aldığı ortadadır. Bu ayeti de nakledelim: “(Ey müminler! Deyiniz ki, bizim boyamız) Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak O’na ibadet edenleriz.” Zira söz konusu ayette de bahsedilen ve İslam’da “Sıbgatullah” olarak geçen “Allah’ın boyası“, inanan kişinin yaratıcıya kulluk etmesini sembolize etmektedir. Bir başka deyişle hayatını dinin direktifleri doğrultusunda şekillendirmiş ve yaratıcının rızasını kazanmayı gaye edinmiş kişi “Allah’ın boyası” ile boyanmış olur.

Muhammed’in babası ondan bir şekilde kurtulmak ister ve çareyi onun gibi görme engelli olan bir marangozun yanına çırak olarak vermekte bulur. Zira bu fikrinde muvaffak olmuştur. Muhammed marangozhanedeki ilk gününde ağlamaya başlar. Marangoz neden ağladığını sorunca şu cevabı alır: “Kimse beni sevmiyormuş ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.”

Muhammed’in babaannesine gelecek olursak, torununun evden gitmesi üzerine oğluna sinirlenerek evi terk etmeye kalkışır ve oğlu ona bir çeşit isyan eder. Biz bu iki sahnede de ortak bir sorgulama görüyoruz. Muhammed yaratıcıyı görmek adına Allah’ın kudretini, babası ise “vermediği” şeylerden ötürü yaratıcının iradesini sorgulamaktadır.

Muhammed’in okulun bahçesindeki yavru kuşu kurtarması, ardından ninesinin nehrin kıyısına vuran balığı alıp tekrar suya bırakmasını görüyoruz. O günün ardından Muhammed’in ninesi hastalanmış ve çok geçmeden hayatını kaybetmiştir. Perişan bir halde, oğlunu marangozun yanından almaya giden babası, ters dönmüş bir kaplumbağa ile karşılaşmış fakat oğlu ve annesinin aksine bu canlıya yardım etmemeyi seçmiştir. Daha sonra Haşim ile Muhammed’in üstünden geçtikleri köprü yıkılıyor, Muhammed nehrin azgın sularına kapılıyor ve biz bu gerilim sahneleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Haşim bir anlık tereddüt sonrası nehre atlıyor ve baba oğul sürüklenmeye başlıyor.

Haşim ve Muhammed nehirdeki kayalıklara çarpa çarpa sürüklenerek kendilerini Hazar Denizi’nde bulurlar. Haşim uyanıp oğlunu cansız bir şekilde yatarken görür ve büyük bir pişmanlıkla ağlar. O sırada esrarengiz bir şekilde Muhammed’in bir nevi gözü işlevini gören eli bembeyaz bir hale bürünür ve etrafına ışık saçar.

Ruhlarımızı ve gönüllerimizi Allah’ın rengiyle donatabilmek ümidiyle…

Hümeyra Özbek, Bir Acayip Blog

Her Şeb Tenhayi

Hayatın içinde yalnız mıyız? Ailemiz, eşimiz, sevdiklerimiz aslında yanımızda değiller mi?.. Her Gece Yalnızlık, yalnızlık kavramın farklı bir pencereden bakıyor.

Hamit ve Atiye yaklaşık 2 yıllık evli bir çifttir. Atiye, bir radyo programında evli çiftlere tavsiyeler vermektedir. Kendi evliliğinde de birtakım sorunlar ortaya çıkar. Atiye, bunları nasıl çözeceğini de düşünmeye ve yazmaya başlar…

Tedavisi zor olan bir hastalığa yakalanan Atiye, babasını aynı hastalıktan yıllar önce kaybettiği için ameliyat olmayı reddetmektedir. Ameliyat olmazsa yalnızca birkaç aylık ömrü kalmıştır. Ancak Hamit ameliyat seçeneğinden vazgeçmemiş ve karısını tatil amaçlı olduğuna ikna ederek Meşhed’e getirmiştir. Karısına burada bir türbeyi ziyaret etmesi için getirdiğini söylemiştir fakat ameliyat için de ikna etmeye çalışmaktadır. Atiye’nin aklında ise bambaşka fikirler vardır…

Hamit karısına çok iyi davranıyor ve hiçbir yaptığına, söylediğine kızmıyor, sinirlenmiyordur. Atiye ise bu durumdan oldukça rahatsız olmuş ve hastalığının ilişkilerini böyle etkilemesini istememektedir. İkilinin arasında bu durum sorunlara neden olmaya başlar. Atiye, Hamit’in kendisine sırf hasta olduğu için böyle davranmasını istememekte ve içinden geldiği gibi davranmasını istemektedir.

Atiye Meşhed’de iki kere türbeye gider. İkisinde de farklı kayıp olayları yaşar. Birinde yaşlı bir kadın kaybolmuştur, onu kayıp bölümüne bırakır. İkinci gün ise küçük Azeri bir kız çocuğu bulur. Kızla tüm gün vakit geçirir. Küçük kız kaybolmuştur ve ona sığınmıştır. Kendisi de farklı düşünceler içinde kayıptır aslında. Fakat o kime sığınacaktır? Kendini bu küçük kızla özdeşleştirir ve o gün kafasında farklı kararlar oluşmaya başlar.

O günü hiç unutmamak için küçük kızla fotoğraf da çektirir. Günün sonunda annesi küçük kızı bulur ve giderler. Atiye’nin ise Tahran’a dönüş günü gelmiştir. Trende giderken izleyiciye küçük kızla geçirdiği günün hatırası olan fotoğrafı gösterir. Bunun anlamı, ameliyat olmaya karar vermiş olduğudur. Atiye, yaşamdan ve sevdiklerinden vazgeçmeyecek ve onlara sığınacaktır. Hamit ile Atiye’nin birbirlerine olan aşkını, hiçbir hastalık gölgeleyemecektir…

Evlilikteki anlayışın, uyumun ve özverinin ne kadar önemli olduğunu anlatan Her Gece Yalnızlık filmi, dramatik sahnelerinin yanı sıra romantik sahneleriyle de dikkat çekiyor.

Zeynep Ece

Serçelerin Şarkısı

Serçelerin Şarkısı, paranın her şey olmadığını ve mutlu bir yuvaya sahip olmanın her şeyden önemli olduğunu anlatan harika bir aile filmi.

Kerim ve eşi Nergis, köyde yaşayan 3 çocuklu mutlu bir ailedir. En büyük kızlarının işitme cihazı bozulunca Kerim kendini Tahran’da daha çok para kazanmak için çalışırken bulur. Kızının sınav dönemi yaklaştığı için Kerim bir an önce yeni bir cihaz almak ister. Daha çok para kazanırsa kızına en iyi işitme cihazını alabilecektir…

Devekuşu bakıcılığı yapan Kerim, kızının işitme cihazı için patronundan avans istemeyi düşünürken devekuşlarından bir tanesi kaçar ve Kerim işten kovulur. Ertesi gün işitme cihazını tamir ettirmek için Tahran’a gider. Fakat tesadüfler birbirini kovalar. Motoruyla onu gören birisi onu motorlu taksi zanneder ve motora biner. Böylece Kerim, motorlu taksi işini yaparak günde çok fazla para kazanabileceğini fark eder. Günler birbirini kovalar, Kerim her gün farklı insanları bir yerden bir yere taşıyor ve çok para kazanıyordur. Kızı için bu işe başlayan Kerim gittikçe amacından uzaklaştığını fark etmez…

Kerim Tahran’da motorlu taksi işini yaparken küçük oğlu da evin yakınlarındaki içi çamur dolu su deposunu balıklarla dolu bir akvaryuma dönüştürme hayalini gerçekleştirmeye çalışıyordur. Balık almak için parası yoktur fakat çalışıp kazanacağına inancı tamdır. Arkadaşlarıyla birlikte dev bir akvaryum yapmak ve balık sayısını çoğaltıp satarak milyoner olmanın hayallerini kuruyorlardır. Ancak Kerim, çocukların bu hayallerini hiç önemsemez. O su deposunun çamurdan arınması ona imkansız gelmektedir. Çocuğunu bu fikirden vazgeçirmek için elinden geleni yapar ancak oğlu Hüseyin bu fikirden vazgeçmez. Kerim bir gün su deposuna gittiğinde orayı tertemiz suyla dolu, serçelerin yuva yaptığı bambaşka bir dünya olarak bulur…

Kerim, motorlu taksicilik işini yaparken birçok kez parayla sınanır. Ancak bu sınamalardan başarıyla geçer ve asla hak yemez. Kazandığı parayı ve eve getirdiği eşyaları komşularından, akrabalarından sakınmaya başlayan Kerim, hatasını çok geçmeden anlayacaktır.

Bir gün evde bir kaza sonucu Kerim düşer ve bacağını kırar. Günlerce yataktan kalkamaz ve çalışamaz hale gelir. Babasının durumuna üzülen büyük kızı, işitme cihazı çalışmadığı halde çalıştığını söyler. Oğlu Hüseyin ise babası çalışamadığı için günlük az bir yevmiyeye çalışmaya başlamıştır ve elleri yara bere içindedir. Ancak asla bu durumdan şikayet etmez. Kerim anlar ki, bu dünyada en önemli şey, iyi ve hayırlı evlatlar yetiştirmiş olmaktır. Paranın aile mutluluğuna hiç etkisi olmadığını da anlar.

Ailenin değerini anlatan Serçelerin Şarkısı, evinizde serçelerin şarkı söylemesi için neler yapmanız gerektiğini anlatıyor diyebilirim. Aile içindeki mutluluğu ve huzuru nerede aramanız gerektiğini fark edeceksiniz.

Zeynep Ece

Reng-i Hüdâ

 

rh

reng-i hüdâ,
1999,
iran islam cumhuriyeti.
sadece alıntılarını gördüğüm filmi izleme fırsatı buldum, tevafuk, hızlı okuma takıntımla ağrıttığım başımı dinlendirmek için film aramaya başlamıştım ki, el ele tutuşmuş çocukları heidivari bir havada görünce ilgimi çekti; filmin konusunun görme engelli bir çocuk üzerine olması da kararımı pekiştirdi.
uzun zamandır iran filmi izlemiyordum, hoş hayatımda izlediğim ikinci iran filmiydi gerçi ama olsun, bir değişiklik olmuş oldu benim için. ispanyol, fransa, ingiltere ve tabii ki bol bol abd izlemek bir yerde tek tipleştirmiş bendenizi. alışmışım nitekim perdede -pc ekranında- güzel giyimli-vücutlu erkekler-kadınlar; o yılın son modası olan otomobiller, eşyalar görmeye… iran filmlerini görünce ben garip, ben mahzun, ben suskun. anne ben batıcı oldum…
1999 yılında oscar’da ‘en iyi yabancı film ödülü’ne aday gösterilen ilk iran filmi olup, hakkını her karede fazlasıyla insani duygulara hükmederek vermiştir. film güzel, konu güzel fakat muhammed’i ve babaanne’yi canlandıran kişilerin profesyonel oyuncu olmaması ve muhammed’i canlandıran muhsen ramazani’nin gerçekte de görme engelli olması ile ortaya böyle harika bir film çıkmış olması daha güzel.
sağ olsun, majid majidi.
filmi izlemeyecek, hissedeceksiniz.

Günahkâr Notlar

Zümer Sûresi, 36. Ayet

“Allah kuluna kafi değil mi?” (Zümer 36)


Hayranlıkla izlediğim ve izlenesi İran filmlerinden biri daha. Bitirir bitirmez yazmam gerektiğini düşündürdü bana. Böylelikle hakkında yazdığım ilk sinema ve İran filmi de oldu, mübarek olsun. Yazalım, izlenmesine vesile olalım.
Farsça سيب و سلما (Sîb u Selma), Türkçesi Elma ve Selma. İlk bakışta adı garip ve tipik bir komediyi andırıyor. Ama aksine, doğunun hikmetli parmağıyla en baştan itibaren kalbinizin öyle yerlerine temas ediyor, öyle dokunuyor ki ruhunuza.. Burayı açmak için tabi önce biraz devrim sonrası İran sinemasından da bahsetmek gerekiyor. Şöyle ki; Hollywood’a alternatif oluşturmuş bu sinema. Öncekinin bol efektli, hareketli, kendi anlamında “cezbedici” varlığına, İran sineması bir çocuğun defterinin arasına koyduğu çiçekle, “işi bilen” birinin buhrandakine verdiği öğütle, küçücük ayrıntı ve metaforlarla, en basit sahnelerin ve cümlelerin bile ardında kokan buram buram felsefe ve hikmetle karşılık vermiş. Aslında böyle bir amaç da yok. “Şuraya da şunu bırakalım; hodri meydan” demez o. Ama arkasındaki zenginliği ve hikmet dağını hissettirdiği kesin. Daha fazlası için bkz. İran sineması.
Konumuza dönersek; Elma ve Selma, Selma’nın rüyasında bir genci kuran okurken görmesiyle açılıyor. Gencin okuduğu ayetler Zümer Suresi 35 ve 36. Mealen:
“Allah, onların yaptıkları en kötü şeyleri (günahları) dahi örter. Ve yapmış olduklarının en güzeliyle onların ecirlerini vererek, onları mükâfatlandırır (günahlarını sevaba çevirir).” “Allah kuluna kafi değil mi?”
Daha sonra olaylar gencin (Sadık) bir bahçede yere düşen elmayı ısırıp, helalliğinin peşine düşmesiyle gelişiyor. Haliyle amacının peşinde koşarken karşılaştığı insanları etkiliyor Sadık’ın bu hali. Biriyle yüz bininin bir olduğunu söylüyor, iki ısırık elmanın peşine düşüyor ve hak sahibinin şartının sınırlarını düşünmeden yerine getirmeye başlıyor. Yani garip vakitlerde yaşayan garip bir adam Sadık. Ve bu haliyle sanki bize de bağırıyor camın arkasından..
Bundan başka Selma’yla amcasının diyalogunda Seyyid Celal’in “Şimdi, her şeyi satmak istersen sat. Allah kerimdir. Bir şekilde geçimimi sağlarım” cümlesiyle Sadık’ın Zümer 36’yı “Allah kuluna kafi değil mi?” okuyuşunun eş zamanı ve böylece Selma’nın rüyasının da gerçekleşmesi birkaç dakika gerçekliğin başka bir boyutunda yaşatmaya yetiyor sizi. Selma’nın kafası karışık haline Allah’tan bir şifa oluyor Sadık böylece hiç hesapta yokken. Belki de filmdeki çobanın dediği gibi Selma’nın kaybolmasından mütevellit Sadık geldi. Şimdi Selma var ama Sadık’a kayıp diyorlar..
Filmde şahit olduğum ve genel olarak İran sinemasının gerçekliği yansıtma düşüncesinden kaynaklanan bir güzellik daha Sadık ile arkadaşının çekişmesinin gösterilmemesi. İsabetli düşündüğüme delil olup sevindirdi de beni. Film hakkında okuduğum bir yazıda belirtildiği gibi yatak odasına girmeyen kameranın yumruğu da es geçmesi! Naifliğin algının her yönünde müşahhaslaşması…
Bilerek ya da bilmeyerek, eldeki imkanların buna izin vermesinden de olabilir, film boyunca görüntünün renginin hikayenin ruhuna uygun bir “sır” oluşturması ve bu sırla mütenasip sitarın müzikleri de etkilenilmemesi mümkün olmayan durumlar oluşturuyor..
Velhasılı kelam güzelliği, hikmeti, gerçeği arayan gelsin beru! Yolculuğuna başlayabileceği güzel bir diyar olsa gerek Sadık’ın kendini kaybedip Selma’nın bulduğu yer..

Ayşe Ulucak, Hokka Kalem.