“Sen hem her yerdesin hem de görünmezsin.
Bir sığınak bulup; yalnızca senden saklanmayacağım.
Senin adından başka kimsenin adını anmayacağım.”
Yaşadığımız bir anda kalan hatırayı kapaklı kutulara koyup saklayabiliyoruz, okuduğumuz bir kitapta bir karakteri kendimize yakın hissedip ona can vererek hayatımıza misafir olarak alabiliyoruz, bir film izliyor, herhangi bir sahneyi aklımıza kazıyor, gözlerimizle fotoğrafını çekerek kalan yaşamımızda beraberce yaşayabiliyoruz.
Mevzu bahis olarak bu gözlerimizle çektiğimiz fotoğrafları alalım; filmleri… Şark’ın şiiri İran filmlerini. Sinema ile değerlerin iletilmesi mümkün mü, insanların kalbinde ve dahi aklında bir nebze olsun yer edinebilmek?
İran sinemasını Batı sinemasından farklı kılan, şüphesiz ki sinemanın şiirle yapılıyor olmasıdır. İran sinemasının derisine nüfuz etmiş şiirsellikte, asırlardır uygarlıkların beşiği olagelmiş Mezopotamya’dan beslenen Farsça’nın önemli etkisinin olduğu görülür. Edebiyat dili Farsça’nın söz dizimi ve söylenişindeki armoni, filmlerin şiirselliğini sağlayan temel motiftir.
Örneğin Muhsin Mahmelbaf’ın “Gabbeh” filmi kamerayla yazılmış bir şiir gibidir. Gabbeh, İran’ın güneybatısındaki Türk asıllı Bahtiyar aşiretinin kimliğidir ve aşiret mensupları dokunan her kilimde başlarından geçen olayları renklerdeki anlamlara gizleyerek dokumaktadırlar. Doğanın büyüsünün şiirle verildiği filmde Gabbeh, büyülü bir şekilde bedenine dokunmuş hikayesiyle ırmağın kıyısındaki yaşlı çiftin geçmişidir. Gabbeh’in beklediği amcası, evleneceği kızı suyun başında okunan şiirlerden bulur.
Bazı filmler de var ki içinde hem şiir hem Allah sevgisi hem de teslimiyet barındıran.
Cennetin Rengi…
Hikaye İran’ın bir dağ köyünde geçiyor. Filmin ilk saniyelerinde sizi simsiyah bir ekran karşılıyor. Bu simsiyah zemin izleyiciye diyor ki, gel benim gözümden gör, gel de hisset neler izleyeceksin…
Tahran’da yatılı okulda eğitim gören doğuştan görme engelli Muhammed, evreni parmak uçlarıyla anlamaya ve görmeye çalışan bir çocuktur. Yaz tatili için oğlunu köyüne götürmek üzere Tahran’a gelen babası ise içten içe oğlunun bu “kusurunu” kabullenmemekte, onu adeta bir yük olarak görmektedir. Muhammed ise babasını beklerken bir kuş sesi duyuyor ve uçsuz bucaksız karanlığında kuşu aramaya başlıyor. Bu kuş henüz yavru, annesinden ayrı düşmüş, yerdeki yaprakların arasında kaybolmuş küçücük bir kuş. Muhammed kuşun sesini takip ederek karanlık dünyasına rağmen onu buluyor ve zorlukla çıktığı ağaçtaki yuvasına bırakıyor. Muhammed’in gözlerindeki karanlık, adeta kalbindeki aydınlık oluveriyor. Sonunda köyüne dönen Muhammed ninesinin de yardımıyla küçük parmaklarını gözleri belleyip kainatı parmak uçlarıyla keşfetmeye başlıyor. Bizim aydınlık dünyamızdaki karanlıkları kendi karanlığında boğuyor. Muhammed’in yaşadığı köy, büyülü doğa görüntüleriyle bezeli bir şekilde çıkıyor karşımıza, bu açıdan kör bir çocuğun dünyasını aktarma gayesiyle tezat olarak görünse de aslında yönetmen, küçük Muhammed’in hayal dünyasının renkli bir panoramasını çiziyor. Muhammed’in okumaya ve etrafındakileri keşfetmeye karşı çok büyük bir yatkınlığı vardır. Ninesi Aziz bunun farkındadır ve Muhammed ile ninesi arasındaki şu diyalog oldukça dikkat çekicidir:
– Ellerin niye bu kadar beyaz nine?
– Öyle olduğunu kim söylüyor?
– Kendim anladım, ellerin bembeyaz.
– Ömrüm boyunca tarlada çalıştığım için kapkara ve nasırlılar.
– Hayır, ellerin yumuşacık ve güzel.
Küçük Muhammed babaannesinin ellerini sanki sınıfta Braille alfabesiyle kitap okuyormuş gibi her santimetrekaresine kadar yoklamaktadır. Aynı şekilde tarladaki ekinlerin her bir kıvrımını, nehrin kıyısındaki taşların şekillerini, ağaçkakanların seslerine de harfler ve sayılarla kendince anlamlar yükleyerek kâinat kitabını okumaktadır.
Film aynı zamanda bir Farsça dua ile başlıyor: “Ey gören fakat Görünmeyen! Yalnız seni ister, yalnız seni zikrederim.”
Bu duanın Bakara Suresi’ndeki 138. ayetten ilham aldığı ortadadır. Bu ayeti de nakledelim: “(Ey müminler! Deyiniz ki, bizim boyamız) Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak O’na ibadet edenleriz.” Zira söz konusu ayette de bahsedilen ve İslam’da “Sıbgatullah” olarak geçen “Allah’ın boyası“, inanan kişinin yaratıcıya kulluk etmesini sembolize etmektedir. Bir başka deyişle hayatını dinin direktifleri doğrultusunda şekillendirmiş ve yaratıcının rızasını kazanmayı gaye edinmiş kişi “Allah’ın boyası” ile boyanmış olur.
Muhammed’in babası ondan bir şekilde kurtulmak ister ve çareyi onun gibi görme engelli olan bir marangozun yanına çırak olarak vermekte bulur. Zira bu fikrinde muvaffak olmuştur. Muhammed marangozhanedeki ilk gününde ağlamaya başlar. Marangoz neden ağladığını sorunca şu cevabı alır: “Kimse beni sevmiyormuş ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde ‘Madem seviyor neden bizi kör etti? Neden kendisini görmemize izin vermedi?’ diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum, ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.”
Muhammed’in babaannesine gelecek olursak, torununun evden gitmesi üzerine oğluna sinirlenerek evi terk etmeye kalkışır ve oğlu ona bir çeşit isyan eder. Biz bu iki sahnede de ortak bir sorgulama görüyoruz. Muhammed yaratıcıyı görmek adına Allah’ın kudretini, babası ise “vermediği” şeylerden ötürü yaratıcının iradesini sorgulamaktadır.
Muhammed’in okulun bahçesindeki yavru kuşu kurtarması, ardından ninesinin nehrin kıyısına vuran balığı alıp tekrar suya bırakmasını görüyoruz. O günün ardından Muhammed’in ninesi hastalanmış ve çok geçmeden hayatını kaybetmiştir. Perişan bir halde, oğlunu marangozun yanından almaya giden babası, ters dönmüş bir kaplumbağa ile karşılaşmış fakat oğlu ve annesinin aksine bu canlıya yardım etmemeyi seçmiştir. Daha sonra Haşim ile Muhammed’in üstünden geçtikleri köprü yıkılıyor, Muhammed nehrin azgın sularına kapılıyor ve biz bu gerilim sahneleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Haşim bir anlık tereddüt sonrası nehre atlıyor ve baba oğul sürüklenmeye başlıyor.
Haşim ve Muhammed nehirdeki kayalıklara çarpa çarpa sürüklenerek kendilerini Hazar Denizi’nde bulurlar. Haşim uyanıp oğlunu cansız bir şekilde yatarken görür ve büyük bir pişmanlıkla ağlar. O sırada esrarengiz bir şekilde Muhammed’in bir nevi gözü işlevini gören eli bembeyaz bir hale bürünür ve etrafına ışık saçar.
Ruhlarımızı ve gönüllerimizi Allah’ın rengiyle donatabilmek ümidiyle…
Hümeyra Özbek, Bir Acayip Blog