admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Altın ve Bakır

Çok fazla kişinin bilmediği ancak oldukça değerli yapımları içerisinde barındıran İran sinemasının gözde örneklerinden bir tanesi olan Altın ve Bakır filminin yönetmeni Humayun Esediyan. Dram türünde hazırlanmış bir film olarak ön plana çıkan Altın ve Bakır da Behruz Şuibi, Cevat İzzeti, Nigar Cevahiriyan, Mihran Recebi ve Seher Devletşahi. Filmde, istemiş olduğu hocadan eğitim almak adına elinden gelen her şeyi yapan bir adamın hayatında meydana gelen değişimler anlatılıyor. Karakterimiz eğitimine öyle değer veriyor ki sırf istediği hoca Tahran’da diye bir anda eşiyle tüm eşyalarını toplayıp buraya yerleşebiliyor. Bu hocadan eğitim almak için dünyadaki diğer her türlü şeyi geri atıp toplumdan kendini uzaklaştıran karakterimizin yaşamı, karısı M.S. hastalığına yakalanınca tamamen değişiyor.

 

Bunun nedeni ise artık yaşamındaki öncelik sırasını eşine veren Seyyid Rıza’nın yaşamında meydana gelen değişimleri bu filmle beraber izlemeye başlıyoruz. Normalde Seyyid Rıza kendi eğitimi haricinde hiçbir işe karışmaz, eşinin ev işlerini tek başlarına yapması gerektiğini düşünürdü. Ancak M.S. hastalığı ile birlikte bir taraftan eğitimini alırken diğer bir taraftan da eşi ile olan hayatını düzenlemek zorundadır. Seyyid Rıza’nın eşinin ilk hastalık belirtileri Tahran’a geldikleri zaman ortaya çıkar. Eşinin saçını keserken onun canını yaktıktan sonra onda olan değişimleri eşine söyler. Ancak Seyyid Rıza bunun yalnızca Zehra Sadat’ın kuruntusu olduğunu, bu ara çok çalışıp yorulduğu için kendini kötü hissettiğini söyler. Zehra Sadat oldukça çalışkan ve iyi yürekli bir kadındır.

 

Öyle ki ev sahibesinin yanında bulunan ve herkesten saklanan kız Ayda bile onun iyiliğini fark eder. Bir gece artık Zehra Sadat çok fenalaşır ve hastaneye götürürler. Burada doktor muayenesi esnasında aslında eşi ile ne kadar az ilgilendiğini fark eden Seyyid Rıza, bu duygu değişimleri ile geceyi geçirir. Zehra’nın hastanede olduğu ilk gün bile aslında işinin ne kadar zor olduğunu, karısının bu kadar şeyi tek başına nasıl yapabildiği bilemez. Doktorun M.S. teşhisi koyması ve ailesinin belirtiler konusunda Zehra’yı ciddiye almadığını söylemesi ise duyduğu vicdan azabını arttırır.

 

Hastanedeki hemşire Sepide Hanım ile ilk başlarda yıldızı barışmayan Seyyid Rıza, sonrasında eşinin durumu ile birlikte Zehra’nın hastanede yaşayacağı zorluklara karşı ondan yardım ister. Zehra hastanedeyken çocuklar ile uğraşmak ise Seyyid’e kalır. Daha öncesinde Zehra’nın çok kolay bir şekilde yaptığı pek çok işlemin aslında ne kadar zor olduğunu anlamış olacaktır. Bu esnada Ayda ise onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışır. Seyyid, öğrencilere ders verecek kadar bilgili olsa da bunu yapmak yerine karısının kaldığı yerden halı dokumaya devam etmeyi tercih eder. Halıyı dokurken bir taraftan da derslerini tekrarlar, Böylece aslında iki işi de aynı anda yapmayı planlar. Uzun süren hastane döneminin ardından tekerlekli sandalye ile evine gelen Zehra’yı kızı ne yazık ki iyi bir şekilde karşılamaz.

 

Atıfe ile okula giden Seyyid Rıza, kızının dini kıyafetler giydiği zaman ondan kaçtığını sorsa da istemiş olduğu yanıtı alamaz. Cevapsız kalan bu soru onun canını sıksa da hayatında çok daha büyük sorunlar vardır. Bu esnada eve gelmiş olan Zehra ne kadar istese de artık evinin işlerini istediği gibi yapamaz hale gelir. En kolay işleri yapmak, yürümek bile onun için ciddi bir sorun haline geliyor. Mutfağını ev sahibesinin temizlemek istemesi ise bardağı taşıran son damla. Çünkü ona göre bir kadının mutfağını sadece o temizlemelidir. Kendini yetersiz hisseden Zehra Sadat çok daha hırçın bir ruh haline bürünse de Seyyid Rıza onu sakinleştirmeye çalışıyor. Ancak Zehra Sadat gerçekleri anlıyor, kocasının kalbinde yaşadığı umutsuzluğun farkına varıyor. Çok büyük bir kavga etseler de aralarında güçlü sevgi, bunları aşmalarına yardımcı olacaktır.

 

Bir taraftan ailesinin sorunlarını gidermeye çalışan Seyyid Rıza, diğer bir taraftan yeni yıla gelmeden bitirmesi gereken halıyı bitirmekle uğraşır. Ancak bu hiç kolay olmayacaktır. Zehra Sadat, ailesine yetersiz geldiği için eşine ikinci bir eş almasını ister. Seyyid Rıza ise bunu kabul etmez. Güneşli bir Cuma günü ailecek dışarı çıktıkları bir gün eşi Seyyid Rıza’dan ona Kur’an okumasını ister. Ancak Seyyid Rıza’nın gözleri o kadar kötüleşmiştir ki sayfaları açsa dahi ezberden okumak zorunda kalır. Zehra Sadat bunu bilse de yine de bilmezden gelir. Yine bir gün kapı arkasından hocasının dersini dinleyen Seyyid Rıza, diğer bir taraftan da Allah sevgisini kavrar ve onun lütfuna mazhar olmanın ne kadar zor olduğunu anlamış olur.

Deli Kız

Anne Şefkati

Bazen o kadar stres dolu günlerden geçeriz ki kendimizi ödüllendirerek rahatlatmak isteriz. Benim için film izlemek bu ödüllerin başında gelir. Kısa bir süre de olsa film izlemek yaşadığımız bu hayata bambaşka gözlerle bakmamıza vesile olur. İşte bu noktada “Anne Şefkati” isimli İran yapımı bu sinema filmi eminim sizin de kendinize ödül olarak göreceğiniz bir film olacak.

Çocuk yüreğiyle oldukça fazla bir yükü omuzlamış Mehdi karakteri gerçekten müthiş bir oyunculuk ve doğallık ile hayat bulup canlanıyor. O kadar gerçekçi bir oyunculuk ki bir ara kendimi hikâyenin gerçek bir olaydan alınmış olabileceğini düşünürken buldum. Kimsesizliği fırsata çevrilmiş ve kullanılmış, açlıktan ölmemek adına yaptığı hırsızlık yüzünden ıslah evine düşmüş yetim bir çocuğun, acı dolu hikâyesi en acıma duyguları körelmiş olan kişileri bile eminim duygulandıracaktır.  Öyle acılar çekmiş ki hiç biri annesizlik kadar acıtmamış bu küçük yavrumuzu.  Soğuk, karanlık ve sevgisizlik içinde dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan çocuğun sığındığı tek liman ise anne şefkati ve özlemi olacaktır. Hiç sevgi görmemiş bir çocuğun sevgiyle büyütülen çocukları gördüğünde yüzünde oluşan eksiklik duygusu ve imrenme halinin içimizi acıtmaması oldukça güç. Öldüğünü kabul etmediği annesini bulma hayaliyle hayata tutunmaya çalışan Mehdi, tutunduğu bu dalı gerçeğe dönüştürmek için elinden geleni yapacaktır.  Mehdinin hayali annesini bulmak ve sevgiye doymaktır, ancak onunla beraber kalan diğer çocukların hayallerini duyduğunuz da biraz tebessüm, biraz burukluk, birazda acıma duygusunun tüm vücudunuzu nasıl da kaplamış olacağına inanmakta zorlanabilirsiniz.

Karakterin gördüğü hayaller ile gerçekleri inkâr etmesi ile film doruk noktasına ulaşacaktır. Sahip olduğu bir kızıyla hayatının yükünü omuzlamakta zorlanan genç bir anneyi, kendi annesi yerine koyması ile olaylar zinciri başlar. Genç annenin minik kızının ise onu kolaylıkla ağabey olarak görmesi ve kısa sürede benimsemesi duygu dolu anlara tanıklık edecektir.  Genç kadın, psikolojik olarak sıkıntılı bir dönemden geçen bu çocuğa nasıl yaklaşması gerektiği konusunda emin değildir. Attığı adımları çocuğun yanlış anlaması oldukça muhtemel iken ona yaklaşmak mı yoksa onu tekrar ıslah evine göndermek mi arasında araf da kalan bu genç anne nasıl bir yöntem izleyecek? Mehdi içinde yanan anne şefkatine ve hayalini kurduğu anneye sahip olabilecek mi? Bu önemli iki sorunun cevabını izlediğiniz de alacaksınız ancak bu filmin İran sinemasına müptela olmanızı sağlayacağına kesin gözüyle bakıyorum.

Ve son bir not… Eğer anneniz hayattaysa ve yanınızdaysa bu filmi izledikten sonra nasıl büyük bir şansa sahip olduğunuzu anlayıp eliniz telefona gidecektir. Sözlerimi, yazar William Golding’in şu ölümsüz cümlesiyle sonlandırıyorum. “Sevdiklerinize zaman ayırın, yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır.”

Özgee

Ördeğin Uçuşu

Her insanın hayatında mutlaka bir evcil hayvan deneyimi az ya da çok olmuştur. Peki ya evcil hayvan dendiğinde aklınıza kedi, köpek, kuş, tavşan veya balık dışında hangi hayvan geliyor bilemem ancak ördeğin son sıralarda olacağına eminim. Son dönemler de tüm insanlığının dikkatlice izlemesi gereken, hayvan severlik gibi önemli bir konuya değinmesi ise “Ördeğin Uçuşu” filmini pek çok filmden ayırmaya yeter de artar bile.  Özünde sevgi olan bu film de sevgi,  iki insan arasında değil de bir çocuk ve bir ördek arasında kuruluyor ise konusu gerçekten de ilginç olmayı başarıyor demektir.

Başrol küçük bir çocukla bir ördeğe ait. Evet, yanlış okumadınız, başrolde bir de ördek var. Damı akan, tavanı neredeyse çökmekte olan bir evde korka korka yaşayan ev halkı bir de ördeğe ev sahipliği yapar. Daha önce hiç böyle ilginç bir kurguyu işleyen film izlemediğinize bahse girerim. Küçük Ali’nin yaralı ördeği iyileştirmek için evine almasıyla başlayan olaylar çocuğun onu iyice benimsemesiyle ve yanından ayırmamasıyla zirveye ulaşır. O kadar yanından ayırmaz ki artık evde, sokakta, sınıfta ve hatta futbol oynarken bile ördeği yanındadır. Yağmurun altında ıslanıp ördeğin hastalanmasından korkup, ağlayarak öğretmeninden izin almaya çalıştığını görünce gelecek nesile ait umutlarınız kabarabilir.

Bir yerde rast gelseniz uzaktan seveceğiniz bir ördeğin içine girdiği bir aileyi nasıl karıştırdığını görünce gülmekten kendinizi alamayacaksınız. Filmin türü dramda olsa pek çok komedi filmine taş çıkarmaya yetecek kadar komik diyaloglara da sahip. Ördek yüzünden delirmek üzere olan bir babanın sarf ettiği sözleri duyduğunuzda ise bu sahneleri kahkaha atmadan es geçmek neredeyse imkânsız.

Artık okul hayatını da etkileye başladığını fark eden babası ise bu soruna bir çözüm bulmuştur bile. Ancak bu çözüm ufaklığın hiç hoşuna gitmeyecektir. Final de çocuğun ördekle olan macerası nasıl son buldu? Yaralı ördek iyileşti mi? Babasının bulduğu çözüm işe yaradı mı? Bu soruların cevapları filmi izlemeyenler arasında merak konusu olacağı muhakkak. Ancak bu merakınıza son vermek ufak bir tuşa basmanıza bakar unutmayın. İyi seyirler…

Özgee

İpek Yolu

Karşınızda İpek Yolu; Fecr uluslararası film festivalinde; en iyi film, en iyi özel efekt, en iyi görüntü yönetmeni ödüllerini almış, İran yapımı aksiyon filmi. Film aynı zamanda Uluslararası tarihsel ve askeri filmler festivalinde Gümüş Kılıç ödülü almış. Genelde aile, dram, komedi türleri üstüne yoğunlaşan İran filmlerinin aksine, hızlı bir aksiyon filmi tecrübesi edinilmiş ve başarılı olmuş İranlılar. Film hikâyeye göre 11. yüzyılda geçiyor. Temel konusuna bakacak olursak, başarılı ve zeki, aynı zamanda yakışıklı olan Şazan bin Yusuf adlı genç, bir gün medresedeki ustası tarafından yanına çağrılır ve Süleyman Reisin gemisinde Çin’e yolculuk ve kâtiplik yapması için seçildiğini öğrenir. Maceralar bu şekilde ardı arkası kesilmeden başlar.

Filmin çekimleri sırasında, Basra Körfezi, Hindistan, Tayland ve Çin’e kadar gidilmiş görülmüş sahneler belirlenmiş. Bir gemi dolusu tüccarların tüm okyanusu geçişi ve başrollerimizin başından geçen maceralar filmi oldukça eğlenceli kılıyor. Dramatize yanı biraz fazla kaçsa da ufak kusurları göz ardı edilebilir. Filmde yapılan yolculuk boyunca bölgelerin kültürel ve ekonomik yapıları gayet uygun gözlemlenip harmanlanarak verilmiş seyirciye. Özellikle 11. yüzyıla uygun hale getirilmek için oldukça çalışılmış. Bu olumlu çalışmalar filmdeki büyük okyanus yolculuğunu oldukça epik bir hale getirmiş, günümüzde filmde geçen olaylar başınıza gelmeyecek olsa bile sonuçta 1000-1100’lü yıllarda olma ihtimalleri oldukça fazla.

Filmde tek merkezli baş rolden ziyade birden fazla karakter öne çıkarılmış ve tarihselleştirilmiş. Yusuf ise içten içe lider özelliği aldırılmış. Anlatının içerisinde 8 belki daha fazla farklı macera geçiyor. Korsanlar, köle olmaktan kurtulan bir prenses güzeli kadın, mistik özellik kazanmış hayalet gemiler, büyüler vb olaylar fantastikleştirmiş filmi. Bütün bunlarla boğuşan kahramanlarımız bir de susuzlukla uğraşıyorlar. Dramatize noktasında bu yüzden biraz fazla olduğunu söylemiştik. Ancak epik bir yolculuk için senarist istediği her türlü belayı kahramanlarının başına getirmekte özgürdür.

Film müzikleri; Kwong Wing Chan tarafından yapılmış, giriş müziği biraz başarısız, bu kadar aksiyon dolu bir filmde üflemeli çalgılardan oluşan bir orkestranın bu kadar yavaş ritimler kullanması filmin dram yönünü daha da ağırlaştırmış. Filmde dikkat çeken bir diğer özellikte herkesin Farsça konuşuyor olması. Dünyanın doğu tarafındaki yolculukları boyunca tüm ülkelerde Farsça konuşulması ihtimali yok, bunu da İranlı yapımcıların maddi olanaksızlıklarına veriyoruz. Görüntü özellikleri konusunda ve efektlerde ödül almış olmasına rağmen, oyuncuların yakın dövüş eğitimleri biraz eksik kalmış. Kavga sahneleri daha iyi olabilirdi ancak bu açığı başarılı epik konu kapatıyor.

Film iyi ve kötü karakterleri seyirciye tam anlamıyla göstermiş, asla merakta kalmıyor ya da şüphelenmiyorsunuz, nede olsa bir aksiyon filmi bu ve odaklanmamız gereken filmin aksiyon ve eğlendirici derecede hızlı gidiyor olması. IMDB puanı 6,6 olan film tahmini 8 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilmiş. Bu bütçede kameralara farklı lensler de dâhil belli ki. Çünkü çekimlerde görüntü renklerinde lenslerin payı oldukça büyük ayrıcalık vermiş. İran filmlerinin IMDB ortalaması genelde 6 civarlarında olmasına rağmen, belki de İran yapımı ve dili Farsça olan en iyi aksiyon filmlerinden bir tanesi olarak görülebilir.
Tavsiye durumumuza bakacak olursak, aksiyon ve tarihi bir araya getiren ve geçmiş yüzyıllardan hoşlananlar için ideal bir film İpek Yolu. Bir filmde önemsediğiniz değerler eğer epik hikâyelerden oluşması ve tarihi bir kahramanlıksa bu film size göre. Günümüzde çekilen teknolojik filmlerdeki uçan robotların aksine, olabilir ya da böyle bir şey olmuş mudur? diye sorduran filmler hoşunuza gidiyorsa İpek Yolu’nu beğeneceğiniz kesin.

Sanatlı Kahve

Altın ve Bakır

Her insanının günlük yaşamı içerisinde belli amaçları, istekleri vardır. Hayalini kurduğu bir iş, hak ederek almak istediği bir ev veya okumak. Zamanın değişmesiyle amaçlarda değişir ama hep vardırlar. Peki ya biz bu amaçlar için çabalarken, planlar yaparken yolunda giden şeylerin ne kadar farkındayız? İşte “Altın ve Bakır” filmini izledikten sonra kendine bunu soruyor insan. Gündelik hayatın zorluklarında insanın sahip olduklarına karşı şükretme duyguları körelmiş olabilir. Bu filmle şükrederek insani duygularımızı hatırladığımız kesin.
Hayatının büyük bir bölümünü ilme adayan ve ilimin güzelliğini ailesine yansıtarak onları çok seven bir babanın yaşayabileceği zorlukları anlatıyor bu film. Büyük Alimler onu ders okutacak bilgiye sahip görürken bile, yine de bunu kabul etmeyerek tüm zamanını daha fazla ilim öğrenmeye harcamak istediği sırada, aniden çok sevdiği fedakâr eşinin ailedeki önemini tecrübe ederek öğrenmek zorunda kalan bir baba. Eşinin, herkese karşı ne kadar düşünceli, iyi biri olduğunu, zor günlerde iyilikler hanesinin kapısından içeri girdikçe daha iyi anlar. Sıradan günlerde sizin için çok küçük, karşılıksız yaptığınız iyiliklerin zor günlerde size ne kadar somut ve manevi destek olabileceğini hiç unutamamak üzere öğreniyorsunuz. Film size zorlukları adeta yaşatırken, iyiliklerin getirdiği güzellikleri de bir o kadar hissettiriyor.
Her karakterden ayrı bir şey öğreniyorsunuz. Anneannesinin sakladığı saf bir kıza değer vermenin size hiç tahmin edemeyeceğiniz şekilde geri dönüşünden, bir annenin küçük kızına öğrettiklerinin anne evde olmadığında ne kadar önemli olduğuna kadar öyle çok öğreneceklerimiz varmış ki… Hele birde ailede annenin önemini öyle bir anlıyorsunuz ki, bu filmi izledikten sonra sizi kendinden çok düşünen annenizin veya eşinizin en ufak bir sağlık şikayetinde “yorgunluktandır” sözünün söylenmesine bile müsaade etmeyeceksiniz.
Bir yudum çay içememenin bile ne demek olduğunu hissederek MS hastalığının önemini daha bir iyi anlayacaksınız. Her an adını duyabileceğiniz bu hastalık için filmden öğrendiğiniz tıbbi bilgilerin bir nebze de olsa erken teşhis için sizi aydınlatabileceğini düşünüyorum. Eminim ki sizde benim gibi filmi izledikten sonra küçük bir araştırma yapıp bir hastalık için daha, kendi çapınızda önlem almış, tedbirli olacaksınız. Her sahnesi insani duygularınıza dokunarak size bir şeyler katacak…

Evren Buğa

Allah Yakındır

Senaryosunu ve yönetmenliğini Ali Veziriyan’ın üstlendiği “Allah Yakındır” filmi, dünyevi aşktan ilahî aşka geçişin en güzel örneklerinden.

Çevresi tarafından akıl sağlığı yerinde olmadığı düşünülen ve “deli” olarak bilinen Rıza’nın, köye öğretmen olarak gelen Leyla’ya olan aşkı ve akabinde manevi aşkı bulma yolculuğunda yaşadıkları anlatılıyor.

Rıza, aslında fazla saf ve iyi niyetli bir gençtir. Abisi Yunus öldükten sonra annesiyle birlikte yaşayan Rıza, motosikletle insan taşımacılığı yapmaktadır. Köyün okul yolu bozuk olduğu için oraya araba gidememektedir. Böylece, köy okuluna öğretmen olarak gelen Leyla’yı da okula Rıza götürüp getirmeye başlar. Aralarında dile gelmeyen bir yakınlaşma başlar fakat işler Rıza’nın istediği gibi gitmez. Leyla’sı, uğruna yemeyi içmeyi kestiği aşkı, başka bir adamla evlenir.

Bu evliliğe engel olamayan Rıza, iyice derbeder olur. Adeta hayat amacını ve yaşama sevincini kaybeder. Rıza’nın içindeki aşk yavaş yavaş Allah aşkına dönüşecektir…

Aradan geçen yıllar her şeyi değiştirmiştir. Bir tek şey dışında; Rıza Leyla’yı aramaya devam etmektedir. Fakat aradığı başka bir Leyla’dır artık… Bu sırada oğlunun durumuna üzülen annesi, iyileşmesi için oğlunu türbeye getirir. Burada iki ruh da huzura kavuşacak ve Rıza, bambaşka bir insan olarak o türbeden çıkacaktır.

Motosiklet taşımacılığını bırakan ve türbede Seyyid Yahya ile birlikte her geçen gün Allah aşkına yaklaşan Rıza, artık her istediğinde yanında olabilecek, her daim onu dinleyecek ve en önemlisi onu terk etmeyecek olan maşuku arama yolculuğundadır. Bir gün, gördüğü bir rüya üzerine türbeye gelen öğretmen Leyla ile Rıza karşılaşırlar. Leyla, ona yaşadığı mecburiyetleri ve başından geçen hikâyeyi anlatır. Hayatın getirdiği tüm o zorluklardan sonra, Rıza hangi aşkın yolundan gidecektir?

Filmin, Leyla ile Mecnun’un bir uyarlaması olduğunu söylemek yanlış olmaz. Rıza artık Mecnun’dur. Tıpkı Leyla’sına kavuşamayan Mecnun gibi, tüm maddi varlıklarla ilişkisini kesmiş ve Allah aşkına ulaşmıştır. Kavuşamadığı aşkına da böylece kavuşmuştur aslında.

İnce mesajların da yer aldığı filmde, olayların yavaş seyri, izleyiciyi hikâyenin içine alıyor. Leyla ile Mecnun efsanesine de ufak dokunuşlar yapılan filmin sonu ise, yoruma açık bırakılmış. Aşkı hiçbir yerde değil, yalnızca içimizde aramamız gerektiğini anlatan bu film, mutlaka izlenmeli.

Zeynep Ece

Gülçehre

Vahid Musaiyan’ın yönetmenliğini ve senaryosunu üstlendiği film; Gülçehre, Sovyetlerin işgalinden kurtulup akabinde Taliban’ın boyunduruğu altına giren Afgan halkının yaşamla olan mücadelesini, tüm acılarına rağmen ümitlerinin tükenmeyişini konu edinmekle birlikte;  Mesut Reygani’nin oyunculuğunu üstlendiği Eşref Han karakterinin Afgan halkının yüzünü güldürmek ve savaşın izlerini biraz da olsa unutturmak için dedesinden kalan Gülçehre isimli sinema salonunu inşa edip Afgan halkına film izletmek için verdiği mücadeleyi konu ediniyor…

Eşref Han; Afgan halkının yeteri kadar acı çektiğini, açlık kadar; hayata tutunmanın, umudun da önemli olduğunu düşünmektedir, bu yüzden kadın erkek demeden insanları eğitmek ve bir şeyler öğretmek amacıyla sinema salonunu faaliyete geçirmek için uğraşmış, devletten izin almış ama karşısına Molla Kadir (Taliban) engeli çıkmıştır. Katı İslami kurallarla halka baskı yapan Molla Kadir; sinemanın yapılmasını istememiş; radyo, tv ve sinemanın haram olduğunu ileri sürerek ve özellikle kadınları kapsayan;  çok ağır cezalarla insanları tehdit etmiş, halkı sindirmeye çalışmıştır.

Filmde göze çarpan başka bir karakter ise güzeller güzeli Ruhsare (Laden Mustofi) dir; Ruhsare vatanını, halkını seven fedakâr bir doktor ve Eşref Han’a yardım eden insanlardan biridir. Kadınların değerli olmadığı o toplumda insanları iyileştirmek, yaralarını sarmak, umut ışığı olmak için çaba harcayan Ruhsare; Eşref Han’a sinema salonunu açması konusunda çok destek vermiş, en büyük yardımcılarından biri olmuştur. Büyük uğraşlar ve emekler sonucunda sinema salonu açılmış ve yine aynı gün saldırıya uğramıştır, bu olayı takip eden bi kaç gün içerisinde de Eşref Han yakalanmış ve halkına yardım etmenin bedelini canıyla ödemiş, Molla Kashar tarafından idam edilmiştir…

İyi bir senaryo, yönetmen ve oyunculara sahip olan bu filmin efektleri ve görselliği muazzam bir biçimde ayarlanmış; müzik unsuru da unutulmayarak filme farklı bir sıcaklık katılmış,  hiçbir detay atlanmadan tasarlanmıştır.

Hafızamda uzun yıllar yer edeceği aşikâr olan bu film gerçekten beni derinden etkilemiş ve bende o dönemi, o dönemin insanlarını araştırma, öğrenme isteği uyandırmıştır ama dönemin şartlarını seyirciye aktarmada yeterlilik seviyesi oldukça yüksek olmasına rağmen, hissiyat beklentilerimin altında oldu. Konu edinilen dönemin şartları seyirciyi filmi izlerken ağlatabilme potansiyeline sahip fakat duygunun yeterli olmayışı yadsınamaz bir gerçek.

Elif Sena

Son Bekâr

Her gün bir biri ardına gelen günlerin yoğunluğundan ve monotonluğundan şikâyet eder dururuz. İşte bu duruma 90 dakika da olsa kısa bir mola vermek isterseniz ben bu filme bir bakın ve mutlaka izleyin derim.  İsmi ilk etapta eğer bekârsanız ve hala evlenememekten muzdarip iseniz sizi mutlaka kendine doğru çekecektir. Son derece doğal, hayatın içinden, eğlenceli ve konusu aşk olup da bu kadar özgün ve farklı bir olay örgüsüne sahip bir filme rastladınız mı bilemem ama ilk kez rastlayacaklarının sayısının fazla olacağından eminim.

Peki ya sizce evliliğe doğru atılan ilk adım olan kız istemek ne kadar zor olabilir? Bunun cevabı biraz da kaç kere istemeye gittiğinize bağlıdır. Eğer 43 kere kız istemeye gittiyseniz ve hepsinden eli boş döndüyseniz durumunuz gerçektende vahim ve umut vaat etmiyor demektir. Kız istemeye gitmekten usanmış ve çıldırmasına ramak kalmış bir babanın, aslında nasıl da bu hayatta tek varlığı olan oğlunu kaybetme ve yalnızlık korkusuyla baş başa kaldığını gördüğünüz de gülmeye ara verip kısa süre duygusal anlar yaşayacaksınız.

Başrolde olan Veli karakterinin ise usta bir oyunculuk ve doğallıkla hayat bulması filmi izleyenleri biraz daha filmin içine çekiyor. 30 yaşına dayanmış bir adamın, tek isteği kendine uygun bir eş bulmaktır. Ancak bu o kadar da kolay değildir ve bu isteğe giden yollarda bazı hatalar yapar ve bunların farkına varması tamamen bir tesadüf eseri gerçekleşir. Bu tesadüfler silsilesi onu hayatının kadınına doğru götürecektir. Filme ince ince işlenen espriler ise adeta filme tat katacak ve size keyifli dakikalar yaşatacaktır. Komedi filmi sevenler için komedi kelimesinin altını gerçek manada dolduran, güldürürken de size bir şeyler katacak, yeni şeyler öğrenmenize vesile olacak ve en önemlisi argo kullanmadan da güldürebilecek bir film arıyorsanız artık aramanıza gerek kalmadı doğru yerdesiniz.

Finalde ise  “Son Bekâr” filmine adını veren karakterin bekârlığa veda edip etmediğini merak edebilirsiniz. Ancak bu izleyenler arasında ufak bir sır olarak kalacak. Sonunda muradına erdi mi yoksa tüm çabaları sonuçsuz mu kaldı? Bunun cevabını aldığınızda yüzünüzdeki gülümseme hiç solmasın… Şimdiden diyorum çene kaslarınızı güçlendirmeyi unutmayın. Zira bol kahkaha atacaksınız.

Özgee

Cennetin Çocukları

Cennetin Çocukları 1997 yapımı bir İran filmi olmakla beraber aynı zamanda İran’ın en ünlü yönetmeni Mecid Mecidi filmidir. Cennetin Çocukları filminde başrol oyuncular olarak ise Amir Farrokh – Ali, Bahare Sıddıki – Zehra, Rıza Naci – Baba, Fereşte Serabendi – Anne, Daryuş Muhtari – Ali’nin öğretmeni, Nefise Cafer Muhammedi – Rüya, Muhammed-Hasan Hüseyniyan – Rüya’nın babası, Muhammed-Hüseyin Şehidi – Ali Rıza, Kazım Asğarpur – Büyükbaba isimleri yer almaktadır. Aile ve  dram türünde olan bu İran filmi tüm eleştirmenler tarafından tam not almış ve İran dışında kendisine gösterim yeri bulan tek filmdir. Oscar’a aday gösterilmiş ancak ödül alamamıştır. ABD’de izlenme rekorları kırmış hala Mecid Mecidi denilince izlenmesi gereken filmler olarak gösterilmektedir. Cennetin Çocukları filmi Tarhan’da çekilen en düşük bütçeli film özelliğini de taşımaktadır. 180.000 dolar harcanmış ve bütçesinin kat kat üstünü yönetmenine geri vermiştir.

Ali kardeşinin ayakkabısını yaptırmak üzere evden çıkar. Annesinin istediği diğer malzemeleri alıp eve dönmek ister. Ancak Ali kız kardeşinin bir çift pembe eski ama güzel ayakkabılarını kaybeder. Yoksul bir aile oldukları için yeni bir ayakkabı alma şansları yoktur. Bu yüzden babalarından dayak yememek için onlara da hiç bir şey anlatmazlar.  Ali için artık serüven başlar. Her sabah ayakkabılarını kardeşi giyer öğlenleri ise Ali ayakkabıyı giymektedir. Okula geç kalmamak için koşarak gitmekte yine de her gün geç kalmaktadır. Bir gün bir koşu yarışmasında üçüncü olana bir çift spor ayakkabı verildiğini duyar. Bu yarışmaya canla başla hazırlanır ve katılır. Ali koşarken kardeşinin onun okula yetişmesi için koşmasını, koşarken başına gelenleri ve bir çift küçük ayakkabının başlarına açtığı büyük serüveni düşünür. Ali koştukça kardeşinin de paralel olarak koşan sahneleri verilir. Bu sahne Majid Majidi’nin imzasıdır. Ali’nin ve kız kardeşinin serüvenini en iyi anlattığı sahnedir. Peki, Ali yarışı kazanabilecek midir? Kardeşine babası duymadan yeni bir spor ayakkabısı alıp onun her gün koşturmadan okuldan dönmesini izleyebilecek midir? Ali ve kız kardeşinin beraber kullandığı ayakkabı onlara ne kadar süre dayanacaktır?

Cennetin Çocukları filmi ilk sahnesinde bir ayakkabı tamircisinin bir kız çocuğuna ait ayakkabıyı tamir etmeye çalışmasıyla başlar. İran filmlerinde ilk sahneler filmin ismini, konusunu ve gidişatını etkileyecek unsurları gösterir. Majid Majidi bu film için çocukları konu almış onların bir çift ayakkabısından kocaman bir serüven çıkartmıştır. Bu filmde kadınlar ikinci planda değil tam olarak merkezde yer alırlar. Ayrıca değerli varlıklar olarak gösterilirler. Diğer İran filmlerinde gördüğümüz tüm ezilen hor görülen kadın figürü bu filmde yok olur. Cennetin Çocukları filminde değer verilen kadınlar vardır. Ali kız kardeşi için kendini parçalar. Ona bir çift ayakkabı alabilmek için çok ter döker. Ali’nin babası annesine kendisini ev işleriyle yormaması konusunda uyarır. Kızını sever ve ona şefkat gösterir. Tüm bu sahneler kadına değer verildiğini öne çıkartan ironik sahnelerdir.

Cennetin Çocukları sizi siz olarak olduğunuz yerden alıp çok eski zamanlarda Tahran’a götürecek. Ali ve kardeşinin dramatik serüvenini izlerken Ali ve Zehra olmak isteyeceksiniz. Kardeşliğin, fedakarlığın, sevginin, aile olmanın önemini anlatan çok özel ve güzel bir film. Kendinizi çok zorlamadığınız sürece ağlamanız olanak yok ancak Ali’nin çok gerçekçi ve yaşayarak oynadığı bazı ağlama sahnelerinde birkaç damla akıtabilirsiniz. Cennetin Çocukları zaman harcamaya değer ve birkaç damla gözyaşına bedel bir filmdir. İzlediğinizde zamanınızı boşa çalan filmlerden olmadığını anlayacaksınız. Ali’nin ve kardeşinin dramatik serüvenini bir süre unutamayacaksınız.

Menekşe G.

Gülçehre

Yakın fakat maalesef uzak kaldığımız coğrafyaların acı hikâyelerinden küçük bir kesit bulacaksınız Gülçehre’de. Tarih ve kültürü, sinema ile korumaya çalışan insanların cehalet ile savaşı, yıllardır bitip tükenmek bilmeyen, hatta insanların yaşamının bir parçası haline gelen Afganistan savaşının tam da ortasında yaşanıyor. Dünyadan koparılmaya çalışan toprakların çilesi, bir avuç iyi insan çevresinde dönen olaylar ile anlatılmaya çalışılıyor. Filmin konusu, Afganistan’ın ulusal film arşivi ile tarihi ve kültürünün Taliban tarafından yok edilmeye çalışılması, ayrıca mevcut olan bir adet sinemanın da kapatılması üzerine kurulu. Ancak bu olayların içerisinde yer alan herkes, kendi hikâyesi ile izleyiciyi hüzünlendiriyor. Olayların gerçekler ile olan bütünlüğü ise yapımın dram ve hüznünü daha da yukarılara taşıyor.

Öncelikle insanın içine işleyen bir müzik karşılıyor sizi filmin başında. Anlıyorsunuz ki, yüreği cız ettiren bir şeyler var burada. Savaş şartlarının çetinliği bir yana, bitmek tükenmek bilmeyen savaşın bu insanlarda yarattığı tahribat çok net bir şekilde gözler önüne seriliyor. Ayrıca insanların dünyadan koparılmaya çalışılması, sanat ve sinema üzerinden gerçekleştiriliyor. Televizyonların dahi olmadığı bir düzen düşünün. İnsanların gelişimi, bilgilenmesi, başka diyarlar ile olan iletişimi tamamen koparılarak din savunuculuğu yapılıyor. Taliban’ın Afganistan üzerindeki tahrip edici etkisini anlatan bu sanatsal yapım, sizi de pek çok konuda sorgulamaya itecektir.

Ayrıca filmde İslam’ın yanlış ellerde olması ile ne gibi yanlış sonuçların elde edildiği gözleniyor. Halkın hem geçmişini hem de geleceğini ortadan kaldıran güçlerin, bunu din adı altında gerçekleştirmesi ise oldukça ironik. Nitekim İslam yakıcı ve yıkıcı bir din değildir. Gülçehre, sinemanın bu güçler tarafından yakılıp yıkılma hikâyesini, aşk, hoşgörü ve arkadaşlık kavramları çerçevesinde yaşanan bir dram olarak anlatmaktadır. Bölgenin gerçeklerine ışık tutan yapım, televizyonu dahi olmayan insanların bize uzaklığı gibi bizim de onlara ne kadar uzak olduğumuzu hatırlatıyor. Onların bizden uzak olması gibi bizim de onlara uzak oluşumuz ve yaşanan ağır dram gözler önüne seriliyor. Filmin son sahneleri ise daha da yükseliyor ve can yakıcı hale geliyor. Yüze vurulan gerçekler, izlediğinizin savaşta yaşanan romantik ve mutlu sonlu bir hikâye olmadığını gösteriyor. Gerçeklerin böyle tozpembe sahneler ile anlatılamayacağı gerçeği dikkat çekiyor.

Ayrıca Gülçehre‘nin size düşündüreceklerinden biri de kadınların İslam’daki yeri olacaktır. Allah’ın emaneti olan kadınların, nasıl yok sayıldığı ve adeta cansız bir varlıktan farksız görüldüğü yapım, yine İslam’ın yeterince tanınmadığı ya da yanlış ellere emanet edildiğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Genel itibariyle, savaş, sinema, aşk, kültür ve adaletsizliklerin ele alındığı eser, sanatsal açıdan oldukça niteliklidir ve özellikle son sahneleri ile izleyiciyi etkisi altına almaktadır. Başarılı İran yapımlarından biri olarak değerlendirebileceğiniz eser, sizi de pek çok konuda düşündürecek bir yandan da hüzünlendirecektir.

Hurie