Kategori arşivi: İktibaslar

İran Filmleri Üzerine Alıntı Yazılar

Howze Naghashi (Resim Havuzu)

İşte aşkın en zirvesinde şefkat peleriniyle esen rüzgarda o masum duruşuyla bizi bekleyen bir kadın, bir maşuk, bir anne, Meryem (Nigar Cevahiriyan) ve şehvetten uzak fakat pişmanlık ateşiyle yanan bir erkek, bir aşık, bir baba, Rıza (Şahap Hüseyni).

Konuşurlarken, hani daha ağızlarından bir kelime çıkmadan hemen önce mahcup olmaya başlayan insanlar vardır; peltek insanlar. Onlar diğer insanlardan, onlar bizlerden farklıdır. Ben böyle inanıyorum daha doğrusu. Pelteklik mahcubiyeti arttıran sebeplerden biridir benim için. İşte ben bu filmi izlerken aşkın o ateşini kuvvetlendiren, aşkın o yakıcılığını ve cazibesini yükselten bir şeye şahit oldum ama adını koyamadım. Samimiyet? Muhabbet? Fedakârlık? İyi niyet? Hoşgörü? Sadakat?…

Hayır hayır, bunların hiçbiri değil. Bu saydıklarımızın hiçbiri aşka haricen zerrece dokunabilecek şeyler değil, bunlar zaten parça parça aşkın içinde olan fakat aşkın sabitesi olmayı başaramayan şeyler. Benim bahsettiğim tamamıyla daha farklı bir kavram. Bu filmi izlerken adını koyamadığınız o şeyin cazibesi sizi alıp bir buçuk saat boyunca bir ateşin etrafında dolandırıyor, sıcaklığını, kendisine çeken cazibesini hissettiriyor fakat sizi içine atmıyor. Meryem ve Rıza’nın aşkından sonra o ateşin içinde değil dışında kalıyor olmanız canınızı daha çok yakıyor. Çünkü insan iki ateş arasındadır. Aşkın ateşi içinde yok olmuyorsanız, cehennem ateşinin içinde helak oluyorsunuz. Başka bir seçeneğiniz yok.

Meryem ve Rıza, diğer insanlardan farklı. İçinde yaşadığımız dünyanın içinde yaşadığımız çağında içinde bulundukları durum, hastalık olarak nitelendiriliyor belki fakat bu filmi izleyip de kim böyle hasta olmak istemez ki? Onları birbirleriyle tanıştıran daha doğrusu tanışmalarına vesile olan şey de zaten onları diğer insanlardan farklı kılan durumları. Film kısa bir tanışma hikâyesinin hemen ardından olayın göbeğine giriyor. Mutlu bir ailenin olmazsa olmazlarını ortaya sererek; bir anne, bir baba ve bir evladın hayatlarının bir iki haftalık kesitini sunuyor. Burada filmi anlatacak değilim, zaten film yazılarının nasıl yazıldığını bilmemekle birlikte filmi anlatan yazıları da sevmediğimi belirteyim fakat şunu söylemeden de geçersem yazdığım bu yazı çökecekmiş gibi hissediyorum. Bu filmi bir ben izleseydim ve yeryüzünde başka kimse izlemeseydi, yönetmen bu durumdan şikâyetçi olmazdı. Fakat ben izledikten sonra benden sonra da bir kişinin izlemesini istiyorum. İstiyorum denemez aslında buna, benden sonra da bir kişinin izlemesi gerekiyor. Böyle zamanlarda Nietzsche’nin şu sözü geliyor aklıma, “Büyük insanlar zorunludur.” O büyük, o benim gibi muhakkak bu filmi izlemesi gereken ama filmin varlığından bile habersiz olan o insan bu filmi kaçırmıştır, ıskalamıştır belki. Yazıyı okuyup filmi izleyen birçok kişi, söylediklerimin çoğunu hatta belki hiçbirini göremeyecek, bulamayacak filmin içinde. Canımız sağ olsun. Ama o bir kişi izlerse… O izledikten sonra zannediyorum zorunluluk yerini bulmuş olacak hem yönetmen için, hem senarist için, hem oyuncular için hem benim için. Bu yazıyı böyle, yani kelimeleri cümleleri yorarak anlatmayabilirdim belki ama dilim başkasına dönmüyor. Bunca yorgunluğa rağmen yazdım çünkü bu benim yükümlülüğümdü. Nietzsche’den bir söz söyleyip de buraya İbn-i Arabi’den bir söz bırakmamak edepsizlik olurdu. O halde şunu hatırlayalım, “Benim dayanağım yükümlülüğümdür”.

Resim Havuzu (Howze Naghashi)”

Bir filmden çok daha fazlasıydı benim için, çok film izlemiş biri değilim fakat izlediklerim içinde de en iyisiydi.

Hüsameddin Bayraklı

Cennetin Rengi (1999)

Cennetin Rengi 1999 İslami İran yapımı dramatik filmdir. Özgün adı Rang-e Khoda (Reng-i Hüda)’dır. İngilizce konuşulan ülkelerde The Color of Paradise adı ile gösterime sunulmuştur. Özgün ismi Allah’ın Boyası anlamına gelmektedir. Mecid Mecidi’nin senaryosu yazıp yönettiği filmin önemli rollerinde Hüseyin Mahcub, Muhsin Ramazani ve Selame Feyzi oynamışlardır. Film, çevresini sadece dokunarak ve duyarak anlamaya çalışan görme engelli küçük bir çocuğun dünyasını masalsı bir üslupla anlatır.

Filmin Konusu:

Küçük Muhammed (Muhsin Ramazani), Tahran’daki bir körler okulunda yatılı olarak eğitim görmektedir. Kör olarak doğmuştur ve çevresindeki dünyayı dokunarak ve işiterek anlamaya çalışmaktadır. Okulu yazın tatile girdiğinde babası onu almak ve köyüne götürmek üzere okula gelir. Muhammed’in annesi ölmüştür ve babası yeni bir evlilik planlamaktadır. Özürlü bir çocuğun evlilik planlarını bozacağından endişelenen baba sürekli olarak ondan kurtulmak için çareler arar. Köyde ise Muhammed’i yazı birlikte geçirecekleri sevecen iki kız kardeş ve yaşlı ninesi beklemektedir. Ayrıca filmin sonunda çocuk yine masalsı bir şekilde canlanmaktadır.

Film Hakkında Notlar:

Filmin yönetmeni Mecid Mecidi’nin bir önceki filmi Bacheha-Ye Aseman (Cennetin Çocukları) (1997) Amerikan Akademi Ödülü’ne aday gösterilen ilk İran filmi olmuştu. “Cennetin Rengi” ise bir Asya filmi olmasına rağmen ABD’de gişe rekoru kırarak yine bir ilki gerçekleştirmiş ve dikkatleri tekrar yönetmenin üzerine çekmişti.
Filme çeşitli yarışmalarda 10 ödül verilmiş, 8 kez de ödüle aday gösterilmiştir.

Film İran dışında ilk kez 1 Eylül 1999’da Kanada’da Montréal Film Festivali’nde gösterilmiştir. Bu festivalde “Büyük Amerika Ödülü” yönetmen Majid Majidi’ye verilmiştir.

Filmdeki çocuk oyuncu Muhsen Ramazani (Muhammed) gerçek hayatta da görme engellidir.

Yorumum:

Mecid Mecidi. Bu adamın filmlerini çok seviyorum ben, özellikle Cennetin Rengi’nden ayrı olarak bir de “Cennetin Çocukları”nı izlemenizi tavsiye ederim. Eminim bu hüzünlü ayakkabı hikayesini de beğeneceksiniz. Cennetin Rengi filmine dönersek film başlarken simsiyah bir ekranla başladı, Muhammed ile empati kurmak güzeldi. Muhammed’in “gözünden” dünyayı yaşattı 1 saat 25 dakikalığına da olsa. Muhammed ağladıkça ben ağladım, Muhammed sevdikçe ben sevdim doğayı, babaanneyi, kardeşleri, kuşları, balıkları, ağaçları her şeyi…

Muhammed’i babasının marangozun yanına çırak verdiği sahnede kütüğe oturur oturmaz ağlamaya başlayan Muhammed’e ustası soruyor “Aileni mi özledin?” diye. “Kimse beni sevmiyormuş. Ben ona ağlıyorum. Ama sebebini biliyorum. Beni kör olduğum için istemiyorlar. Öğretmenimiz Allah’ın körleri sevdiğini söyler. Ben de bir keresinde madem seviyor neden bizi kör etti, neden kendisini görmemize izin vermedi, diye sormuştum. Öğretmen de Allah’ın görünmez olduğunu söylemişti. Ama O’nu her an her yerde hissedebilirmişiz. Ellerimizi uzatırsak O’na ulaşabileceğimizi söylemişti. O günden beri her yerde Allah’ı arıyorum. Ellerimi uzatıp O’na ulaşmayı bekliyorum.” İşte bu sahnede kendimden utandım.

Bir de babasının evlilik için Muhammed’i engel olarak görmesi çok acı bir şeydi. Bu Muhammed gibi hassas bir çocuğa yapılan en büyük haksızlık.

-Nine senin ellerin neden beyaz?
+Benim ellerim beyaz değil ki oğlum, çalışmaktan kapkara oldular..
-Hayır nine, senin ellerin bembeyaz, iyiliğin rengi bu..

Şimdilik bu kadar, eminim beğenirsiniz. İzlediğinizde yorumlarınızla görüşlerinizi bildirirseniz çok sevinirim!

Görüşmek üzere!!

Caniko

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır (2011)

Altın ve Bakır bizlere okumayı seven,ilme aç, kendisini geliştirmeye ve öğrenmeye Seyid Rıza’nın öyküsünü anlatan bir İran filmi‘dir. Eşi Zehra ise kendisini ailesine adamış ve varlığını ailesine sunan birisidir. Başarılı bir eğitim almasına rağmen kendisini sürekli eksik hisseden, okumaya ve ilme hiçbir zaman doymayan Seyid Rıza Tahran’da medreseye giderek kendisini daha da geliştirmek ister.

Seyid Rıza tüm zamanını öğrenmeye adamak ve kendisini geliştirmek isterken kendisine ve çocuklarına aşkla bağlı olan eşi Zehra’nın hastalandığını öğrenince tüm dünyası başına yıkılır. Ortaya çıkan bu zamansız MS hastalığından dolayı, ilim dışında öğrenmesi gereken şeyler de olduğunu gözlerinin önüne serecektir. O hayatında eksik olanı fark edecektir. O plan yapanların en hayırlısının Cenab-ı Allah olduğunu fark edecektir. Eşinin hastalığından sonra daha fazla tevekkül etmesi gerektiğini anlayacaktır.

Taha Yasin ÖNAL, Mümince

Cennetin Çocukları

Cennetin Çocukları (1997)

İki kardeş düşünün, birbirini ölesiye seven ve birbirinin bütün eşyalarını paylaşan. Bir tarafta geçim sıkıntısı yaşayan bir aile ve bir tarafta ise birbirlerinin eşyalarını kullanmayı dert dahi etmeyen iki kardeş. Şimdi de kendi çocuklarınıza bakın ve onların kardeşleri ile eşyalarını paylaşmamalarını düşünün. Cennetin Çocukları filmi aslında bizlere kardeşliğin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor.

Ali kardeşinin ayakkabılarını tamir ettirmeye götürmüştür. Gelirken yolda onları kaybeder. Ailesi zaten geçim sıkıntıları yaşamaktadır. Bu nedenle babalarına kardeşinin ayakkabıların kaybettiğini asla söyleyemezler. Zaten söyleseler de babalarını yeni bir ayakkabı alacak paraları ve maddi durumları yoktur dur. Bu durumda Ali ve Zehra bir ayakkabıyı iki kişi kullanmaya karar verirler. Bu nedenle Zehra dersten çıktıktan sonra ayakkabısını bir mahalle arasında değişirler. Zehra ayakkabıyı çıkarır ve Ali ayakkabıyı giyerek koşarak derse yetişmeye çalışır. Ama Ali her seferinde derslerine geç kalır. Bu yüzden öğretmenlerinden sürekli azar işitir.

Bir gün Ali üçüncülük ödülü ayakkabı olan bir yarışmaya katılmaya ve bu yarışmada üçüncü olarak ayakkabı kazanmaya ve bu ayakkabıyı kardeşi Zehra’ya hediye etmeye karar verir. Bu güzel İran filmini izlemenizi ve kardeşliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamanızı diliyoruz.

Taha Yasin ÖNAL, Mümince

Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi

Hazreti Muhammed filmini çekmeden önce araştırmak için Mekke ve Medine’ye gittiğimde Hz. Muhammed’in huzuruna gidip dua ettim ve bu filmi çekerken bu yolda bana ilham vermesini diledim.” Majid Majidi

Serçelerin Şarkısı‘, ‘Cennetin Çocukları‘, ‘Cennetin Rengi‘ ve ‘Baran‘ gibi filmlere imza atmış, uluslararası çapta tanınan İran’lı Yönetmen Majid Majidi’nin, Hz. Muhammed’in doğumu ve çocukluğunun 12 yaşına kadar olan ilk yıllarını anlatan “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi henüz vizyona girmeden büyük tartışmalara ve eleştirilere sebep oldu…

Hz. Muhammed’in hayatını ve İslam’ın doğuşunu konu alan kaliteli film sayısı maalesef çok az… Majidi’nin neredeyse bütün filmlerini izlemiş ve kendisini seven bir sinefil olarak bu filmi merakla bekliyordum…

Ve yönetmenin geçmişteki çalışmalarına güvendiğimden, propagandaya dalıp sinemayı es geçmeyeceğini biliyordum.

Majidi’nin filmi, en başta İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in desteğini aldı. Hamaney 2012 yılında film setini ziyaret ederek filme olan desteğini göstermiş. Hz. Muhammed’in hayatı hakkında bir film yapma cesareti üzerine bir de film setine olan bu ziyaret, yönetmenin omuzlarına binen sorumluluğu ve çalışmasındaki titizliği daha da attırmış olsa gerek…

Majidi ayrıca çalışmasında Oscar ödüllü birçok ismi kadroya dahil etmeyi de başarmış. Bu isimler arasında Oscar ödüllü Amerikalı özel efekt uzmanı Scott E. Anderson, 3 Oscarlı –ki bunlardan ikisi Apocalypse Now ile Son İmparator filmleri de bulunuyor- İtalyan görüntü yönetmeni Vittorio Storaro ve gene dünyaca ünlü Hint müzik yapımcısı Allah-Rakha Rahman da bulunuyor.

Majidi filmini çekmeden önce Müslüman coğrafyasına ilişkin hassasiyet açısından, henüz senaryo aşamasındayken tüm Müslüman ülkelerle olduğu gibi Türk Diyanet İşleri Başkanlığı ile de temasa geçmiş. Diyanet, senaryoya dair düşüncelerini paylaşmış ve Majidi’nin bu tespit ve değerlendirmeleri kısmen dikkate aldığını açıklamış.[1] Elbette yönetmenin kendi filmini oluştururken her öneriyi yerine getirmesi mümkün değil; ama bu hassasiyeti gözetmesi bile takdire şayan…

Majid Majidi, 2012’de Türkiye’de bir davette, bu projesini anlatırken “Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı kullanırdı” gibi kimine göre radikal bir açıklamada bulunmuş. Gelin görün ki bu söylem bile kimileri için ne kadar rahatsız edici…

Gerçekten de sinema artık bu kadar önemli ve bu önemi kavrayan yegâne ülkelerin başında hiç kuşkusuz ABD ve İran geliyor…

Bir kaynağa göre dünya sinemasında Hz. Musa’yı anlatan 250, Hz. İsa’yı anlatan 120 civarında film çekildiği varsayılıyor. Hz. İsa ve diğer peygamberleri anlatan yüzlerce film varken İslam dinini ve Hz. Muhammed’i anlatan film sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor. Çoğumuzun aklına Antony Quinn’li “Çağrı” dan başka bir film de gelmiyor…

Majidi’nin 40 milyon dolarlık bütçeyle 7 yılda tamamladığı film, İran tarihinin en yüksek bütçeli filmi olarak kabul ediliyor. Bu sebeple göz dolduran kalabalık bir kadro ve ciddi emek sarf edilerek çekilmiş filme bir de Majid Majidi ismi eklenince dolayısıyla beklenti de yüksek oluyor…

Kendi adıma bir filmin başarısını, iyi bir film olup olmadığını değerlendirdiğim kriterlerim oldukça basit… Bu film beni içine, o yarattığı sihirli dünyaya çekiyor mu? Bir izleyici olarak filmin içinde kayboluyor muyum? Evet… Sinematografik açıdan gerek görselleriyle gerekse müzikleriyle film beni aldı götürdü. Müzikleri en beklenmedik zamanda içime doldu, içimde bir nehir oldu aktı, taştı…

Film, temelinde savaşlardan ve acılardan çok Hz. Muhammedin doğumundan 12 yaşına kadar olan çocukluk dönemini kapsıyor ve onun gelişini müjdeleyen mucizelere yer veriyor. Üç saat süren filmin neredeyse ilk 2 saati Hz. Muhammed’in doğumunu konu alıyor. Son bir saat ise 12 yaşına kadarki hayatını…

Filmin tamamına yakınında İslamiyet öncesi anlatıldığı için İslami ögeler zaten pek yok…

Kız bebeklerini gömen bir kavmin ortasında bir dünyada buluyoruz kendimizi…

Beklenen kurtarıcının işaretlerinin belirmesi, bir peygamberin ayak seslerinin insancıllığıyla, yardımseverliğiyle ve güvenilirliğiyle duyulmasının ardından inananların heyecanı ile putperestlerin endişesinin ve bu farklı duyguların yarattığı karmaşanın muhteşem bir şekilde görselleştirilmesine şahitlik ediyor, Hz. Muhammed’in doğumuyla ve sonrasında mucizeler veya işaretlere tanık oluyoruz.

Duygusal yoğunluğumuzu arttıran ve adeta cennetten bir köşe olan elma bahçesi ve balıklı sahne gibi onun bulunduğu her yerde bereket artıyor. Tasvir edildiği sahneler muazzam ötesi…

Âmine ve Peygamber’in süt annesi Halime’nin birlikte görüldüğü, bebek Muhammed’in Halime’den ilk kez süt emdiği sahneler kalplere dokunuyor…

Ebrehe ordusu ve ebabil kuşlarının yer aldığı sahnelerin etkileyiciliği ise tarifsiz… Ya kuşların Kâbe’nin etrafında döndüğü, Abdülmuttalib’in olanları hayretle izlediği o sahne…

Peygamberimizin dedesi Ebu Muttalip ve amcası Ebu Talip’in himayesinde büyürken, gelecekteki mucizelerinin izlerini de görüyoruz.

Filmdeki Muhammed’i sinemada eşine pek rastlamadığımız bir peygamber profili olarak yorumlayabiliriz. Peygamberin doğumundan önceki olaylara bakması, o günkü Mekke’nin portresini çizmesi, Muhammed’in bebeklik ve çocukluk yıllarını mercek altına alması filmi klasik bir peygamber biyografisi olarak değerlendirmemizi engelliyor.

Hz. peygamber elbette tüm insanlardan üstün fakat o, insanüstü bir varlık da değildi. Majidi, bu hassas ve ince çizgiyi çizerken, Muhammed’in bu yönünü ön plana çıkarmak istemiş ve çok da güzel yansıtmış. Muhammed’i meyve toplayan, çobanlık yapan, diğer çocuklara hurma dağıtan, annesine ve sütannesine, amcasına, dedesine ve muhatap olduğu herkese sevgisini gösteren bir çocuk olarak izliyoruz.

Zaman zaman filmde Arap kabilelerinin o dönemdeki sosyal ve yönetimsel ilişkilerine ve aile bağlarına da tanık oluyoruz.

Bir sahnede Habeşistan komutanı ile Abdulmuttalip arasında geçen diyalogda Habeşistan komutanı, büyük paralar harcayarak bir mabet inşa ettiklerini, duvarlarını altın ile kapladıklarını, sadece bir duvarında bulunan altınların tüm Mekke’yi satın alabileceğini, ancak gene de insanların Kâbe’yi kutsal sayıp, geldiklerini söylüyor. Bunun üzerine Abdulmuttalip, “benim tek bildiğim Kâbe’nin duvarlarının taştan olduğudur” şeklinde manidar bir cevap veriyor. (Bu manidar cevapla, günümüzde peygamberimizin sakal-ı şerifinin dünyanın dört bir yanına yayılmasını ve hemen her camide bulunup kutsal günlerde görücüye çıkmasını aklımıza getirmeden edemiyorum.)

Filmde Majidi, ayrıca Kuran’daki bazı ayetlerin nasıl çıktığını da kendine has tarzıyla aktarıyor.

Bunun yanında birçok sahnede, Hz. Muhammed’in kadınlara verdiği değeri görme imkânımız da oluyor.

Bir baba, eşini döverek ”yine kız doğurdun, zaten anca bu işe yararsın” derken bir yandan da yeni doğmuş kız bebeğini gömmeye hazırlanıyor. O sırada annesi yalvarıyor fakat baba ısrarla kız bebeği gömmek istiyor. Tam o sırada Muhammed yanlarına gidiyor ve kızı o mezardan alıp sevmeye başlıyor. Bunu gören baba yanına gidince de adama kötü birşey söylemek ya da yapmak yerine “ne güzel bir kızın var, gözlerine bak, aynı sen… Büyüt ve yetiştir ki bu güzel gözlerinin benzeyeceği çocuklar getirsin sana” diyor.

Kız çocuğunu öldürmek üzere olan bir adamın o minik gözlere bakarken geçirdiği değişim o an kalplerimizi eritiyor…

Film, Müslümanlığın diğer dinlerden farklı olarak ezilen insanların, fakirlerin ve mağdurların dini olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor.

Ya bir papazın, Muhammed’le konuşup, onun peygamberliğini sorgularken “yaradanı nerede bulursun” diye sorması ve Muhammed’in ise “kırık kalplerde bulurum” şeklinde cevap vermesi…

Ve bunun gibi nice sahne…

Majidi, filminde Ümeyyeoğulları’na da (Emeviler) deyinmiş. Birkaç sahnede bu aile/kabileye karşı çok net tavır koyulduğunu görüyoruz. Ebu Leheb ile onun Emeviler’e mensup eşi Cemile arasındaki şöyle bir diyalog geçiyor:

Cemile: Ben Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasındaki savaşın bitmesi için kurban seçildim. (barış için yapılan evlilikten bahsediyor.)

Ebu Leheb: Bu barış için kurban sensen, Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları’nın savaşı bitmeyecek demektir!

Filmde ayrıca Ümmü Cemile’nin dünya menfaatine, mevki makama karşı olan zaafı ile hırsı da özellikle vurgulanarak Emevi soyuna eleştirel bir bakış aktarılmış (ama filme eleştiri getirenler nedense bundan bahsetmiyor!).

Eleştirilere değinecek olursak; Majidi’nin filmi, sinematografik yapısından ziyade daha çok şu sebeplerden eleştirildi: “Hz. Muhammed’in bir filmde canlandırılıyor olması”, canlandırılacaksa da “hangi bakış açısıyla (yada mezhep bakışıyla) canlandırıldığı”, “filmde olmaması gereken unsurlar” ve “olması gerekirken yer verilmeyen unsurlar”…

Kimi İslamcılar, “bedeni göründü” “eli göründü”, “Şii kaynaklara göre yapılmış” diyerek muhalefet olmanın tek ve en doğru olduğu sanrısıyla eleştirel yönde hareket ediyorlar.

Hele kimilerine göre bunların hepsi batılılar tarafından İslam’ı yıkmak için gerçekleştirilen sinsi bir planın küçük parçaları! Bu tür eleştiri biçimi, eleştiriden daha çok baktığı her meselede bir haçlı saldırısı görmenin hazzından kendini alamayanların bakışı olarak yorumlanabilir.

Majidi’nin filmine yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı akıldan ve insaftan yoksun… Bu eleştiriler daha çok yönetmenin İran’lı olmasından dolayı mezhepsel bir temel üzerinden yürüyor. Dolayısıyla bu zümre bunun “alt tarafı bir film” olduğu gerçeğinden uzaklaşıp eleştirirken acımasızlaşıyor, çirkinleşiyorlar…

Oysa Majidi, filmini çekme amacı olarak ‘dünyada Hz. Muhammed’e karşı yapılan karikatürler ve terörle İslamofobi’yi körükleyen propagandalara karşı, doğru olan Hz. Muhammed’i ve İslam’ı anlatmak için çektiğini, hatta tek bu filmin yeterli olmayacağını ve İslam’ın adil ve merhametli yüzünü anlatabilmek için başka filmlerin de çekilmesinin şart olduğunu’ söylüyor.

Gelin görün ki Mısır ve Suudi Arabistan daha filmi izlemeden ‘haram’ ilan ettiler.[2] Ne acı ki Majidi, ilk tepkiyi Müslüman coğrafyasından görüyor!

İnsan böyle olunca sormadan edemiyor! Kendilerine gelince ‘insan inançlarına saygılı davranmalısın!’ söylemiyle konuşup İslamiyet’e gelince nereden söveceğini şaşıran ahmak güruhundan ne farkınız kaldı! Düşmana gerek yok. Yeterince Müslümanımız var!

Filmde Hz. Ömer yokmuş! Hz. Ebubekir yokmuş! İran’lılar Hz. Ömer’i sevmezmiş! Nasıl olur da sevmezmiş! Bu film Şii bakış açısıyla yapılmış! Şii propagandası yapılıyormuş! İran sinemasından çıkan bir filmin nasıl Türk (yada Sünni) bakış açısıyla yapılmasını bekliyorlar acaba!

Oysa Hz. Muhammed çocukken Hz. Ömer henüz hayatta değilmiş… Hz. Ebubekir ise onun yaşıtıymış.

İşin daha da ilginç ve komik olanı ise Majidi’nin, kendi ülkesinde de Sünnilere çok taviz verdi diye eleştirilmiş olması!

Filmi izleyenlerden biri olan İslam hukukçusu Prof. Dr. Hayrettin Karaman ‘Yönetmen’in ‘Muhammed’ filmini çekerken gayet hassas davrandığını, Hz. Muhammed’in çocukluğunu anlattığı halde yüzünü göstermediğini, sadece arka profilden çekim yaptığını ve filmde fıkhi açıdan hiçbir sakınca olmadığını, aksine öğretici ve faydalı bir film olduğunu’ belirtiyor.

Sinema eleştirmenlerinin, muhafazakâr kesimden farklı olarak filmi, gerek konu olarak gerekse sinematografik açıdan Mustafa Akkad’ın “Çağrı” filmi ile kıyaslamakla yetinmesini anlayabiliriz.

Fakat filmi eleştirel yaklaşan İslamcılarımızın neredeyse tamamı sinemadan çok anlıyorlar olsa gerek! filmi eleştirirken “Çağrı” filmiyle kıyastan imtina etmiyorlar.

Kendi adıma, her iki filmi birbiriyle yarıştırmaktan başarısından ziyade içerikleri ve imkanlarını kıyaslamayı daha doğru buluyorum.

İki film arasında konu olarak fark, üçlemenin – ki bu durum izleyicide bir yarıda kalmışlık hissi yaratmıyor- ilk filmi olan ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ filminin Peygamberimizin çocukluğuna odaklanıyor olması…

Oysa “Çağrı” filmi Müslümanlığın çıkışını ve yayılışını anlatıyor.

1976 yapımı Çağrı’yla kıyaslandığında kuşak farkına dikkat etmek gerekiyor. Böyle değerlendirdiğimizde Majidi, teknolojiyi de kullanarak yeni neslin beklentilerini de karşılıyor. Belki bir anlamda Çağrı’nın misyonunu devam ettiriyor. Ayrıca Hz. Muhammed’in yaşamındaki farklı dönemlerinin anlatılmasına rağmen iki filmde de başka bir figürün öne çıkması da kaçınılmaz bir durum…

Şaşıracaksınız ama her iki filmin ortak bir yönü var. O da her iki filmin de ilk çıktığında aynı kesim tarafından tepki görmüş olması!

Çağrı filmi çıktığında da benzer cenahtan gene benzer tepkileri aldığını, “Sahabiler yerine nasıl gavur oynar” diye tepki gördüğünü ama aynı senaryo ve sahnelerin Müslüman aktör ve aktrislerle yeniden çekildiğinde kimsenin izlemediğini, vaktiyle Mustafa Akkad’a kimsenin destek olmadığını, o çok Müslüman Suudi krallarının ve Arap emirlerinin yönetmene sırt çevirdiğini, filmi çekmekten umudu kesen Akkad’ın sonunda Kaddafi’nin desteğiyle istediği finansa kavuştuğunu biliyor muydunuz?[3] ve [4]

Hatta Mustafa Akad Çağrı filmi için yola çıktığında Danışma Kurulu kendisine, “Hz. Peygamberi gösteremezsin! Teklifi bile abes! Ebubekir ve Ömer de olmaz! Keza Osman da olamaz! Ali ise hiç olmaz!” anlamında bir cevap vermiş. Akad, “E peki İslam’ın doğuşunu kiminle anlatacağım” dediğinde filmde görüleceği üzere “Hamza ve Zeyd” cevabını almış!

Bu arada Mustafa Akkad’a destek olmayan ülkelerden birisi de Türkiye imiş. Hatta Akkad, Selahaddin Eyyubi filmini çekmek için Büyükçekmece’de plato kurmuş ancak kimse destek olmayınca ABD’ye dönmüş.[5] Peki daha sonra nasıl mı ölmüş? El-Kaide’nin (!) intihar saldırısında…

Muhammed filmine dönecek olursak; filmin anlatmaya talip olduğu konunun Majidi’ye yüklediği zorluğu görmezden gelemeyiz.

Ya yönetmenin bu zorluğu aşmak için sanatından verdiği ödüne ve maruz kaldığı baskılardan kurtulmak için kendine has meşhur anlatım dilini bulandıran uzlaşı arayışına ne demeli…

İslamcılar, filmde İslam dini için çok önemli iki figür olan Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ebubekir’in yer almamasını, Hz. Hamza’ya ise çok az yer verilmesini, bunlara rağmen Hz. Muhammedin amcası Ebu Talip’in –üstelik bir ehli sünnet gibi ölmemesine rağmen (miş)- filmde gerekenden fazla ön plana çıkarıldığı, Muhammed’in bebekliğinde Hıristiyanlıktaki azizler gibi nurlandırılarak gösterildiği, yüzünü göstermese ve sesini vermese de filmde peygamberin cisminin gösterilmesi, bir oyuncunun, bir insanın Muhammed’i oynuyor olması –ki sesi filmde kullanılmıyor; Peygamberimiz konuştuğunda bir sessizlik oluyor ve söyledikleri alt yazılarla veriliyor- ve tüm bunlardan ötürü “Şii propogandası” ile yaftalanması…

Unutmadan, Şii’ler yaptı izlemeyin diyen aynı cahil sürüsü yine İran yapımı Hz. Yusuf dizisini her ramazan kendi kanallarında yayınlayıp durmuyorlar mı! Belki de onu başka İran yapmıştır!

Peki, Majidi’nin filmi halkın bu husustaki duyarlılığını hiçe mi sayıyor? Hayır. Aksine Majidi, Çağrı’nın bir adım ötesine gidiyor ama daha da ileri gitmekten imtina ile kaçınıyor. Hemen hemen her sahnede Muhammedi arkadan gösteriyor. Kaldı ki gösterilen kişi müjdelenmiş olsa da henüz bir peygamber değil, bir çocuk.

Nitekim filmde saçı, boyu, elleri, giyim tarzı gibi sunulan ayrıntılar bütün literatürde defalarca anlatılan şeyler…

Hz. Muhammed’in doğumunda annesinin ona sarılıp mucizevi bir ışık altında resmedildiği sahne, İslamcı cenah tarafından kilise gravürlerine benzetiliyor… Bu sebeple de resmedilen atmosfer, Hz. İsa veya Hz. Musa’yı anlatan filmlerle bir tutuluyor. İşin ilginci, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın geçtiği filmlerde de “nurlandırmaya” hiç rastlamıyoruz!

İslamcılarımıza göre “Nur” sadece Hıristiyanlara atfedilen bir şey olsa gerek! Oysa Hira mağarasında parmakları arasından sızan güneşe bakan Hz. Peygamber sahnesi ne kadar büyüleyici…

Ebu Talip’in “Müslüman gösterildiği” eleştirisi de anlamsız olduğu kadar abartılı ve gereksiz bir söylem… Kaldı ki Ebu Talip filmde, tüm İslam hasımlarını karşısına alarak Hz. Peygambere sahip çıkan, son nefesine kadar onu muhafaza hatta müdafaa eden birisi… Ve Hz. Muhammed’i anlatan üç saatlik filmde neredeyse okyanusta bir damla adeta…

“O, o kadar büyüktü ki, bir filme indirgenemez” diye başlanıp sıralanan bu mesnetsiz ve anlamsız eleştiriler tam bir cehalet saçması…

Filmde bir sahnede hastanın ellerine dokunarak hastaya şifa olan Muhammed’in “ölüleri dirilttiği” yönündeki eleştiri ise kötü niyet okuyuculuğundan öte bir şey değil…

Hafif bilim kurgu tadındaki mucize sahnelerine yönelik eleştirilerin de siyasi maksatlı olduğunu düşünüyorum.

Bu bir filmdir ve bir filme, filmi kutsamadan bir film gibi yaklaşmak gerekir. Filmi izlemek her şeyine evet demek anlamına da gelmez. Bu çerçevede film, gerek prodüksiyon kalitesi gerekse şiirsel anlatım bakımından Hollywood seviyesinde… Şiirsel naifliğe sahip olmasının yanında anlatısı ve duruşuyla da modern bir film…

Bu eleştiriler bir yönüyle olağan karşılanmalı, çünkü birçok açıdan paramparça olan Müslüman toplumların, hepsine birden seslenmeyi başarmak, tümünün değerlerine, duygularına karşılık gelen tercümenin gerçekleşmesini sağlamak şimdilik günümüz dünyasında mümkün değil.

İslam dininin doğuş amacı ile günümüzün Müslüman coğrafyasında yaşanan sorunları değerlendirdiğimizde, insan kendi kendine “ne olmalı iken ne olduk” diyor.

Bundan ötürü Majidi’nin filmi, başta Müslüman dünyasına ve diğer dinlere tabi insanlara mesajı ile adeta parıldıyor; günümüz İslam coğrafyalarında yaşanan sıkıntıları değerlendirdiğimizde ise İslamofobi ile mücadele anlamında daha da anlam kazanıyor.

Kısacası Muhammed filmi, İslam coğrafyasında üretilmiş en nitelikli örneklerden biri…

Müslüman dünyası peygamberin neresinin göründüğünü tartışadurun! Bana göre sevgiyi, şefkati, peygamberin çocukluk yıllarını esas alan bir film çekilmiş…

Sinema sanatında Hz. Peygamberi anlatım dili, tüm gelenekçi reflekslere rağmen, Mustafa Akad’ın devrimsel adımıyla ve Majid Majidi’nin müthiş yenilikçiliğiyle ciddi bir mesafe kat etti.

Bu arada filmin son kısmında izleyiciye mesaj vermek için kullanılan ayetler ‘dinler arası diyalog’ tartışmalarında kullanılan ayetleri içeriyor.

Filmin diğer dinlerle bir ortaklık arama çabası kimilerini rahatsız ediyor olabilir. Çünkü günümüz dünyası, ortaklıklardan daha çok farklılıkları ön plana çıkartmayı kendine iş edinmekte…

İslam dünyası, belki cephede kaybettiği savaşı sinemanın da katkısıyla zihinlerde kültür savaşıyla kazanacaktır.

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi… Bir film… Teknolojisiyle, konusuyla, çekildiği mekân ve müzikleriyle harikulade…

Volkan DURMAZ, Mağara Dergisi

Dipnotlar:

[1] Bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ Filmi Hakkında 3 Kasım 2016 tarihli Basın Açıklaması.

[2] “Iran film portrays the Prophet Muhammad, drawing criticism” 26 Mart 2015

[3] Moustapha Akkad, Film Comment

[4] Moustapha Akkad, Film Comment

[5] “Çağrı: İslamiyetin Doğuşu’nun Yönetmeni Mustafa Akkad’a İstanbul Fethi’ni Filmleştirmek İçin Gereken Parayı Vermemiştik” Sadi Çilingir, 5 Mayıs 2013

Bu Film Herkese İyi Gelecek

Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi ve Serçelerin Şarkısı gibi filmleriyle dünyanın yüreğine dokunan İranlı yönetmen Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ adlı yeni filminde yine yüreklere hitap ediyor. Film, muhteşem görselliği, etkileyici atmosferi ve anlamlı mesajlarıyla İsamofobi’ye güçlü bir itiraza dönüşüyor.

Beklenen gün geldi, daha yapım aşamasında tartışmalara konu olan Mecid Mecidi’nin yeni filmi ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, dün vizyona girdi. Konusu itibariyle İslam dünyasının yakından takip ettiği filmi sinema çevreleri de merakla bekliyordu. 40 milyonu bulan devasa prodüksiyonu, Suudi Arabistan ve Mısır’da konan yasaklar, Akkad’ın ‘Çağrı’sına yapılan vurgular ve son olarak filmin İran adına Oscar’a aday gösterilmesi ilgiyi doruğa çıkardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın olumlu görüş bildirmesiyle Türkiye’de gösterime giren ‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, Hz. Muhammed’in hayatını konu eden Mecidi üçlemesinin ilk filmi. Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Baran ve Serçelerin Şarkısı gibi unutulmaz filmleriyle tüm dünyada büyük beğeni toplayan yönetmen Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in hayatını da adeta bu çizgiyi devam ettirircesine çocukluk üzerinden ele almaya başlamış. Usta yönetmen, Fil Vakası, Hz. Muhammed’in doğumu, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarından nübüvvete uzanan olayları, klasik İslam kaynaklarına yaslandırarak 3 saatlik bir görsel yolculuğa dönüştürüyor.

DÜNYA ÖLÇEĞİNDE BİR YAPIM

Görüntü yönetimindeki başarısı ve Mecidi’nin estetik olgunluğunu yansıtan şık kadraj, geçiş ve planların yanı sıra, ustalıklı görsel efektleriyle dikkat çeken film, günümüz dünya standartlarının üzerine çıkmayı başarıyor. Oscar ödüllü Hintli müzisyen A. R. Rahman’ın müzikleri ve gerçekliğe uygun biçimde oluşturulan etkileyici atmosferi, seyirciyi büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Mecid Mecidi, Fil Hadisesi başta olmak üzere Hz. Peygamber’in doğumu ve kimi mucize sahnelerinde yalnızca minimalist tarzda değil ana akım yapımlarda da büyük bir yönetmen olduğunu kanıtlamış.

ANCAK BU KADAR HASSAS OLUNUR

Gelelim filmin tartışma konusu olan Hz. Peygamber’in temsili ve olayların tarihsel gerçekliği meselelerine. Şunu kesin bir dille ifade edelim ki, Mecid Mecidi bir sinemacının gösterebileceği en yüksek hassasiyeti göstererek İslam inancının ‘tüm anlayışlarını’ gözeterek ortak bir dil yakalamayı başarmış. İslam’ın sahih kaynaklarına aykırı tek bir bilgi barındırmayan film, sahneleriyle de bu bilgilere sadık kalmış. Hz. Muhammed’in gösterilmesi mevzusunda aynı itidalli tavrı sürdüren yönetmen çocukluk ve gençlik yıllarını yüzünü göstermeden, sesi duyurmadan temsil sorununu büyük ölçüde çözüyor. Temsili karakterin yüzü gösterilmiyor, sözleri altyazı ile veriliyor. Filmin jeneriğinde temsili canlandıran oyuncuların isimlerine dahi yer verilmiyor. Hal böyle iken temsil mevzusundan yola çıkarak filme ve yönetmene ağır suçlamalarda bulunmak izahı mümkün bir durum değil. Aynı çevrelerin her yıl Ramazan ayında ekranlarda boy gösteren ve diğer peygamberlerin konu edildiği film ve dizilere bu tarzdan bir temsil itirazı yapmaması da ayrı bir tartışma konusu.

ELEŞTİRİLER HAKKANİYETSİZ

Yönetmen filmde hemen her sahnesini klasik siyer kitaplarına yaslamış. Filmde amcası Ebu Talip’in öne çıkarılarak Şii anlayışın vurgulandığı, Ebu Talip’in Hz. Peygamber’e olan desteğinin abartıldığı yönündeki yorumlar siyer okuma noktasındaki eksikliği gösteriyor. Zira ilk siyer kaynağı olarak anılan İbn-i İshak’ın meşhur Siyer’i ile İbn-i Kesir, Taberi, İbn-i Sad gibi Ehli Sünnet’in başucu kaynakları Ebu Talip’in Hz. Peygamber’i cansiperane biçimde koruduğu ve yeğeni için hayatını defalarca tehlikeye attığı olaylarla doludur. Öte yandan mucize sahneleri noktasında lirik bir üslubun tercih edildiği doğrudur ve bunun isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber’e atfedilen sayısız mucizevi olay kayıtlı iken Mecidi’nin bunların yalnızca bir kısmını filme konu etmesi neden sorun teşkil ediyor, anlamak mümkün değil. Bununla birlikte filmi İslamofobi’ye bir cevap olarak planladığını söyleyen yönetmen Hz. Peygamber’in kölelik, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, kadın hakları, inanç ve fikir hürriyeti, hayvan hakları, sosyal adalet ve merhamet gibi çağımızın en önemli sorunlarını çarpıcı sahne ve diyaloglarla aktarmayı başarmış ve bu yönüyle vaadini yerine getirmiş. Dolayısıyla filmi Şii propagandası olarak yorumlamak ya da temsil meselesi nedeniyle ağır ithamlarda bulunmak hakkaniyetle uyuşmaz. Hz. Peygamber’e duyduğu muhabbeti herkesçe bilinen, nebevi mesajları tüm sinemasına incelikli biçimde işleyen, her konuşması, her açıklaması Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi ve bağlılığı yansıtan bir yönetmeni peygambere saygısızlık ya da düşmanlıkla suçlamak zulümdür.

DAHA FAZLA MECİDİ OLSAYDI

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi‘, İslamofobi’nin tavan yaptığı bu dönemde sinemanın gücünden yararlanılarak dünyaya İslam’ın mesajını anlatmaya çalışan iyi niyetli ve çok görkemli bir film. Mutlaka gidin, görün.

Kalbi kırıklardan, kalp kıranlara…

Ne korkunç bir ironidir bu, İslam bir sevgi dinidir diyenin, aynı dine inandığını söyleyen şiddete meyilli psikopatlarca katledilmesi…

Cahiliye devrinde inat ve ısrar edip, Asrı Saadet’ten dem vurmak, inceliği, derinliği, imeceyi, tasavvufu unutup, inancı, salt rutin hareketlerden ibaret sanmak, kindarlığı, dindarlık gibi algılamak, modern zamanların, ibretlik ve hayretlik çelişkisi olsa gerek. Haddini aşmak, ahkam kesmek, karşındakine kesin hüküm vermek, din adına kendini biricik yetkili görmek, canının istediğini kâfir ilan etmek, ne basit, ne kolay, ne rahat, ne doğal, hani kul hakkı yemekten de, şirkten de bihabermiş gibi… Üstelik yine gelip, şekilde takılıyor, içeriği ıskalıyor ahali, özü umursamıyor, oysa ilk emir, oku. Evet, oku, sonra bil, öğren, anla… Uzun bir bekleyişin ardından, nihayet 325 gibi hatırı sayılır bir kopyayla gösterime giren Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi (Muhammad: The Messenger of God) filminde, saf sevgiyi ve şefkati görüyoruz, asla şiddet ve nefret dilini ve eylemini değil! Zorbalık ve zalimlik, insana özgü, ne yazık ki… Batının da, doğunun da intikam arzusu, dayatma, zorlama ve kan akıtma tutkusu, malum. Kin, öç, intikam, insan denen doğaya düşman canlının, iliklerine dek işlemiş, en nihayetinde… Çünkü cennet dünyada, cehennemi yaşamanın, yaşatmanın başkaca bir mantıklı açıklaması yok!

İranlı Mecid Mecidi, sevdiğimiz, saydığımız usta bir yönetmen, hiç kuşkusuz. O, duygu yüklü, küçük ölçekli, şiirsel filmler çekti, sinema tutkumuza çok şey kattı. İşte “Cennetin Çocukları”, “Cennetin Rengi”, “Baran”, “Serçelerin Şarkısı” ve dahası… İnanan ve kendini yoluna, doğrularına adayan bir adam Mecidi, tüm zorluklara ve önüne konulan engellere rağmen, Hz. Muhammed’in çocukluk ve gençliğini çekme ısrarı, son peygamberi yanlış aksettirmeye çabalayanlara inat, onu tane tane anlatmak, hal böyleyken… Öyle ya, kalbi kırıkların peygamberiydi o, kalp kıranların değil!

Yanlış hatırlamıyorsam, dört sene evvel, Mardin Film Festivali’nde, “Peygamberimiz günümüzde yaşasaydı dinimizi anlatmak için mutlaka sinemayı kullanırdı” demişti. Kuşkusuz, haklılık payı var. Elçilik vazifesine, aktarmak ve yaymak da dâhil! Sinema da, en çok izlenen, etkilenilen, insanın içine işleyen sanat dalı, yoksa bunca Hz. İsa ve Hz. Musa filmi çekmek neden? Pentagon, niye dünyanın en büyük savaş aygıtıyla yetinmeyip, Hollywood projelerine, destek atıyor, maddi, manevi? Geçtiğimiz asırda, kurulan propaganda bakanlıklarının, sinemaya abanması sır mıydı? Yooo, sadece beyazperdenin gücünü, cezbetme alanını ve kalıcı olmasını fark ettiler. Biliyorsunuz, bu IŞİD denen insanlık düşmanı çete, en son teknolojiyi kullanıp, pahalı prodüksiyonlarla, kafa kesme filmleri çekiyor. Peki, onların bu korkunç ve kan donduran görüntüleri dünyaya yayma nedeni, salt vahşilik ve delilikle açıklanabilir mi? Hayır, aksine bir planı gösterir, zalim batının ötelediği, örselediği, içleri nefretle dolup taşan tipleri, büyüler, mıknatıs gibi kendine çeker. Elbette, kötü örneklerin varlığı, doğru, düzgün ve haklı amaçla bir tutulamaz, hani mesele kavrandıysa ne ala…

Haliyle, Mecidi için, minimalizmden bu kez vazgeçmiş, hep anlattığı öykülerinden azade bir işçilik bu diyenler de olacaktır. Lakin bu proje, sinema sanatının da ötesinde, yönetmen için resmen kutsal bir görev, deyim yerindeyse. Doğal olarak, Hollywood şablonu, bu meram için biçilmiş bir kaftan, duyguyu vermek ve sarsmak adına müziğin kullanımı, dönemin ruhunu kuşanan, hani neredeyse kusursuz sanat yönetimi, sağlam ve albenili bir sinematografi, mevzunun şifresi, yani olacak o kadar. Şii ve Sünni ayırımı çoktan başladı bile, işte Mısır ve Suudi Arabistan yasakladı filmi, dünyada 55 İslam ülkesi var (hepsini toplasan bir Almanya ekonomisi etmiyor demeyeceğim), kaçında vizyon diyecek, bunu zaman gösterecek. Ancak filmin hedefi, elbette başta batı olmak üzere tüm dünya, ulaşılmaya çalışılan diğer dinlere mensup olanlar, dinleri reddedenler, lamı cimi yok, gaye özetle bu.

Resmen 40 yıllık Çağrı – İslamiyet’in Doğuşu filmi dışında, akılda kalıcı, çarpıcı ve evrensel bir yapıt yoktu, listelerde, arşivlerde… Hala televizyon kanallarında dönüyor, bayramlarda ve ramazanda sürekli gösteriliyor. Halepli Mustafa Akkad kadar, sinema adına kimsenin yararı olmadı, bir dinin uzak diyarlarda tanınmasına, o da El-Kaide’nin bombalı saldırısında, can verdi. Ne korkunç bir ironidir bu, İslam bir sevgi dinidir diyenin, aynı dine inandığını söyleyen şiddete meyilli psikopatlarca katledilmesi… Dinin, intihar etmeyi kesinlikle yasaklamasına karşın, intihar bombacısı olmak kadar, tuhaf ve anlamsız. Hah! Orta Doğu’da din adına üretilmiş birçok film var, memleketimizde çekilenler de mevcut, ancak çoğu yerelden evrensele ulaşamamış, kargacık burgacık, üstünkörü işler, kiminde halifelerin yüzü açık, kiminde kapalı… Peygamberi göstermek ise çok tehlikeli bir alan, put olarak tapınılmadığı kesin olan heykellere bile sistematik bir saldırı varken, kimse buna cüret dahi edemez. Mecid Mecidi, Hz. Muhammed’in yüzünü göstermiyor, sesini duyurmuyor (alt yazıyla veriliyor), bebeklik, çocukluk ve gençlikte, düz siyah saçı, elleri, ayakları, arkadan görünen bedeni, şimdiden tartışma konusu oldu bile… Ancak peygamberlik öncesi bir dönem bu, ha bir kez peygamber olarak görünüyor, onda da ışık halinde…

Çağrı’dan farkı, aksiyonu savaşlara değil, mucizelere ayırmış olmasında yatıyor. Batı’ya, bakın ve görün, son peygamber, aslında diğer peygamberlerin tamamlayıcısıdır, bugüne kadar gelenleri reddetmez, sadece noktayı koyar demektedir. Şimdi amacım filmleri yarıştırmak değil, bence en etkileyici olan, mazlum kadınlara ilgili, zalim erkeklere olan mesajı çünkü. Şort giydi diye, din adına genç bir kadına otobüste uçan tekme atan fanatiklik, kadın, rahmet ve berekettir, annenin ayaklarının altı cennettir diyen bir peygamberin dili, eylemi ve yolu olamaz. Kız çocuklarını öldüren insanlara karşı çıkan, onları yaşatmaya çağıran, kölelerin ve fakirlerin yanında duran peygamberle, gücün, paranın, betonun yanında duran günümüz insanının alakası yok, bilesiniz. Keşke Mecidi, “Gece yatağa aç girip sabah kılıcını kuşanmayan adama şaşarım” diyen sahabe Ebu Zerr el-Gifari’nin (Abuzer) hayatını ve isyanını da çekse, dini, salt şatafat sananlara inat.

Alper TURGUT, Bir Gün

Çocuklar Kutsal Emanetlerdir

[…] Ya Mecid Mecidi’nin 1997 İran yapımı “Cennetin Çocukları” filmine ne demeli? Fakir bir ailenin çocukları olan Ali ve Zehra isimli iki küçük kardeşin, gariban babalarından hem korkarak hem de ona acıyarak bir çift ayakkabıyı sessizce beraber kullanmak zorunda kalmalarının öyküsü ne kadar can yakıcı!

Bütün çocuklar gerçekten cennetin çocuklarıdır.

Ve Allah’ın büyüyünceye kadar koruyup kollayalım diye bize teslim ettiği kutsal emanetleridir.

O emanete hıyanet etmek Allah’a ihanet etmek gibi bir şeydir.

Allah bizi bu en kıymetli emanetlerine hıyanet ettirmesin.

Allah bizleri, cennet kokulu yavrularımızın kıymetini bilen kullarından eylesin.

Hak vaki olup bu dünyadan gittiğimizde evlatlarımızın hafızalarında bizden yadigar olarak sadece şefkatli bakışlarımız, koruyucu kollarımız, sevgi dolu okşayışlarımız, onları muhabbetle bağırlarımıza basışlarımız kalsın.

Salih Cenap BAYDAR, Fikir Çoğrafyası

Başarı Kavramı

Cennetin Çocukları (Children of Heaven) (1997)

Başarının her ne kadar sadece bize bağlı olduğunu düşünsek de bu filmde başarı küçük bir “kelebek etkisi” dokunuşuyla eleştiriliyor. Başarı kavramını 1997 yapımı Mecid Mecidi tarafından yönetilen bu film üzerinden konuşmak gerekirse öncelikle filmin konusundan biraz bahsetmemiz gerekecek. Bu İran yapımı filmde kahramanlarımız düşük gelirli bir ailenin iki çocuğu olan Ali ve Zehra. Olaylar Ali’nin Zehra’nın ayakkabılarını kaybetmesi ve sonucunda Zehra’nın okula gidecek ayakkabısının olmayışı ve iki kardeşin aynı ayakkabıyı paylaşmasıyla devam ediyor. Birbirlerine ayakkabı yetiştirirken yorgun düşen ve babalarına korkudan ve parasızlık durumu açıklayamayan çocuklar, çözümü Ali’nin koşu yarışına katılıp üçüncü gelme fikriyle bulmaya çalışıyorlar çünkü yarışta üçüncü gelen kişi yepyeni spor ayakkabılar kazanacaktır. Bir ayakkabının başarı sembolü olarak gösterildiği bu filmde başarı problemi Ali’nin katıldığı yarışla ve filmin son sahnesiyle kendini ortaya çıkarıyor.

İster okul yaşantımız olsun, ister iş, başarmaya çalıştığımız şeyin her zaman bireysel olduğunu düşünürüz. Peki ya başarımıza ya da başarısızlığımıza sebep olan etkenler? Etrafımızdaki her şey bizi etkilerken tünelin sonundaki ışığı görmek için kazmaya nasıl devam edebiliriz? Bunun cevabını aslında bize filmimizdeki küçük Ali veriyor. Ali’nin başarısının bireysel olamama sebebi birden fazla elbet. İlk olarak filmde Ali omuzlarına çok fazla yük binmiş bir çocuk olarak görülüyor. Bunun nedeni de babasının ailesini geçindirememe başarısızlığı. Ayakkabıları değiştirmek için kardeşini beklemesinden dolayı okula birden çok kez geç kalıp atılma riski ile karşı karşıya kalan kahramanımız aslında başarılı bir çocuk ve sırf başkasının (babasının) başarısızlığı yüzünden kendi başarısı zedeleniyor. Ali her ne kadar bunun kendi dikkatsizliğinden kaynaklandığını düşünse de dediğim gibi konu aslında daha derinde, başkasının sorumluluğunda olduğunu görülüyor.

Diğer bir örnek olarak son sahnedeki yarışı verebiliriz. Burada yarış gerçekten çok sembolik bir element olarak kullanılıyor. Zehra’nın ayakkabısı nasıl sadece bir ayakkabı olmanın dışında farklı başarı öykülerine ışık tutuyorsa, bu koşu yarışı da Ali’nin kendi içselleştirilmiş, kişisel başarısına ışık tutuyor. Başından beri kardeşiyle ayakkabı değiştirirken, okula ve işe giderken yarış halinde olan Ali bu sefer adı yarış olan bir şeye katılıyor. Onun için koşuşturma hiç de yabancı bir şey değil, hatta bu koşuşturmaları gelecekte katılacağı bu yarışa ima niteliğinde. Ali bu hayat telaşı içerisinde koşu yarışına farkında olmadan hazır hale gelmiş ve gerçekten de bu alanda başarılı olabilecek bir çocuktur. Ama yarışmaya katılmasındaki amaç kişisel değildir. O birinci değil üçüncü olup kardeşi için üçüncülük hediyesi olan ayakkabıları almalıdır. Ali tüm çabalarına rağmen birinci olur ve bundan aşırı derece de üzgündür. Kendi başarısının verdiği hissi yaşayamaz çünkü omuzlarında yük vardır ve bu yük yine başkasının -babasının- başarısızlığının ona yüklediği yüktür. Kendi kişisel başarısı, başkasının başarısızlığı tarafından baltalanır.

Eve üzgün bir biçimde gelen ve kardeşi Zehra’da olanları anlatan Ali kardeşini üzmenin ve kendi başarısının “başarısızlığı” ile acıyan ayaklarını havuza uzatır. Ali’nin ayaklarının etrafına kırmızı balıklar toplanmaya başlar ve bir ayakkabı görüntüsü oluşturur, tıpkı bir önceki sahnede babalarının Zehra’ya aldığı kırmızı ayakkabılar gibi. Babalarının artık sahip olduğu ev geçindirme başarısı, Zehra’ya okuluna gidebilmek için bir çift ayakkabı sağlarken aynı zamanda Ali’ye de hayali ayakkabılar sağlar. Bu ayakkabı metaforu aslında Ali’nin artık kendi başarısı peşinde koşabileceği bir “ayakkabısının” olduğunun göstergesidir.

Birçok sahnede gözlerinize yaşları getirecek bu film, bize aslında çıktığımız serüvende yaşadığımız zorlukları, korkuları ve bizi etkileyen unsurları gözler önüne seriyor. Ali onca soruna rağmen kendi yolunu çizmeyi başardı ve bize geriye almamız gereken dersler bıraktı. Bunlardan ilki çıktığımız yolda asla yalnız olmamamız ve kendi çıkarlarımız için başkalarını ezip geçmenin belki de bizi geriye götürecek en büyük unsurlardan biri olması. Bir diğeriyse hayatımızı ele alırken ve yolumuzu çizerken etrafımızdaki etmenleri görmezden gelmememiz ve hiç durmadan koşmaya devam etmemiz. Umarım siz de Ali’nin yaptığı gibi tüm zorluklara karşı koşmayı hiç bırakmazsınız.

Gizem Gençer, Öğrenci Kariyeri

 

Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz!

Şşş! Kızlar Çığlık Atmaz! – İran Filmi (2013)

Neden İzleyelim?

Merhaba, bu hafta sizlere hayatımda izlediğim en çarpıcı filmi tanıtmak istiyorum. Film için ne desem nereden başlasam bilemiyorum. Kelimeler boğazımda düğümlendi. İlk defa acıyı, korkuyu ve çaresizliği iliklerime kadar hissettim.

Filmin konusu cinsel istismar… Sadece bunu duymak bile insanın içini sızlatıyorken bir de bunu izlemenin verdiği acıyı düşünün.

Başta her şeyin normal olarak gözüktüğü bir sahneyle başlayan film, düğün hazırlığı yapan iki gencin mutluluklarıyla başlar. Ta ki gelin kanlar içinde damadın yanına gelene kadar. Ardından başlayan mahkeme süreci, genç bir kadının hayatını karartan hikayenin derinine inmeye başlar. Şirin Naimi adındaki bu kadın, saygın bir aileden gelmektedir ve ailesi onu kurtarmak için her türlü yolu denemeye hazırdır. Bunun sonucunda tutulan bir avukat, bu süreci açığa çıkarmada kilit bir role sahip olacaktır. Başta konuşmaya çekinen Şirin, insanların gözünde bir katildir. Ancak avukatının azmi onu konuşmaya cesaretlendirir. Ardından Şirin’ in küçüklüğüne doğru acı bir yolculuğa çıkarız.

Nasıl Değerlendirelim?

Bu film için değinilmesi gereken öyle çok konu var ki… Hayatın acımasızlığını tatmış bir insanı suçlamadan önce yaşadıklarına bakmak, onun ruhuna dokunmak gerektiğini böyle etkileyeci anlatan bir film bir daha kolay kolay gelmez. Bunu filmin bir repliğiyle desteklemek istiyorum:

Avukat: Sayın yargıç, saygı değer hakimler ve savcı bey… Sizler dünyada seri cinayetler olarak sınıflandırılan cinayet davalarının olduğunu biliyorsunuz. Nadir vakalar dışında tüm bu katiller polis tarafından yakalanıyor. Katiller ve suçlulara, işledikleri cürümlerin cezası verilebiliyor. Bu nasıl oluyor? Çünkü ortada bir ceset var. Olay yerinde caniye dair izler olduğu için… Ama ya bir ruh öldürülürse? Ama bir ruhu öldürmenin –müvekkilimde olduğu gibi- cezası nedir?

İnsanları yargılamadan önce içinde bulunduğu ruhani durumun önemi özellikle psikolojik danışmanlar tarafından hassasiyetle karşılanmaktadır. Ancak bu herkesin sahip olması gereken bir özelliktir. Zira peşin hükümlü olmak beraberinde pişmanlığı da getirebilir.

Aileler… Bu döngünün en önemli parçalarından biridir. Filmde işine verdiği önemi çocuğuna vermeyen bir aile profili çizilmektedir. Tanıdık geldi mi? Bu tip durumlarla günlük hayatta da sık sık karşılaşırız. Kendini işine veren kişiler bazen bir çocuğu olduğunu ve çocuğu koruyup kollamanın ailenin görevi olduğunu unutmaktadırlar. Bunun sonuçları bazen ilgisiz kalmış çocuklar olurken bazen de geri dönüşü olmayan bir hayata mahkum olan çocuklar olur.

İnanç çok güçlü bir güdüleyicidir. Burada inancın en büyük temsili avukat hanımdır. Filmi bitirdikten sonra tekrar başa sardığınızda “Ya en başta avukat hanım suçlanan kadının hikayesinin altında başka şeyler olduğuna inanmasaydı, neler olurdu?” diye düşünebilirsiniz. O zamanki durum belki sadece bir hissiyattan ibaretti. Ancak bazen sadece hislerimize dayanarak seçimler yapmak zorunda kalırız. Hislerinize güvenin ve peşinden gidin, yanılsanız da bir şey kaybetmezsiniz.

Filmin adının manidarlığı üzerine de konuşalım. “Kızlar Çığlık Atmaz”. Filmin en etkileyici repliği olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Özellikle küçük kız çocuklarına sıkça söylenen bir sözdür. Aslında bunu söylemekle çocukların terbiye edildiği düşünülür. Ancak filmde bu söz, daha sözün anlamını kavrayacak yaşa dahi gelmemiş çocuklara yapılan istismarı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Bunu duyan çocuklar korkuyor, susuyor ve her şeyi unutmaya çalışıyor. Yalnız şunu bilmenizi isterim sevgili aileler, öğretmenler, psikolojik danışmanlar; “kızlar çığlık atar” ve siz onları duymak zorundasınız. Yoksa çocuğun kayıp giden hayatının en büyük sorumlularından biri de siz olursunuz. Yine burada bir parantez açarak filmin mahkeme sahnesinde geçen bir konuşmayı sizlere aktarmak istiyorum:

Yargıç: Son savunma için ekleyecek yeni bir şeyiniz varsa lütfen söyleyin.

Şirin: Kimi savunayım ki? Yürüyen bir cesedi mi? Ben zaten öldüm. 8 yaşındayken öldüm. Ama hiç kimse katilimi aramadı. Hiç kimse! Çünkü kimse beni görmedi. Kimse sesimi duymadı. Hiç kimse!

Lütfen aydınlık geleceğimizin en büyük mimarları olan çocuklarımızı koruyun. Onlara iyiliği, barışı ve kardeşçe yaşamayı anlatın. Onları duyun. Sevgi ve saygıyla kalın.

Psikolojik Danışman Necla AYDOĞAN, Rehberlik Servisi