Kategori arşivi: Yazarlarımızdan

İran Sineması Film Eleştirmenleri Ekibimiz

Altın ve Bakır

“Çünkü aşk ilmi, hiçbir kitapta yazmaz…” Bu cümlelerle bitiyor “Altın ve Bakır” filmi. Ben de bu cümleleri, filmi en iyi özetleyen cümle olması sebebiyle, en başa almayı uygun buluyorum.

Altın ve Bakır“, Seyyid Rıza ile Zehra Sadat’ın, vefa ve aşk üzerine kurulu hikâyesini konu alıyor. Seyyid Rıza ve Zehra Sadat, sekiz yıllık evli, mutlu bir çifttir. Atıfe ile Emir Ağa adında iki küçük çocukları vardır. Seyyid Rıza, din öğrencisidir ve eğitimini tamamlamak üzere ailesini de alarak Tahran’a gelir. Bu mutlu evlilik zorluklarla sınanacak ve zafer aşkın olacaktır…

Seyyid Rıza, din eğitimine başlar. Zehra Sadat ise çocuklarla ilgileniyor, ev işlerini yapıyor ve evin maddi durumuna katkı sağlamak için evde halı dokuyordur. Son zamanlarda gözleri çift görmeye başlar ve bazen güçten düşmektedir fakat bunları önemsemez. Kendi dertleriyle kocası Seyyid Rıza’yı telaşlandırmamak için, hastalığının belirtilerini görmezden gelir.

Bir gün Zehra Sadat’ın kapı eşiğinde düşmesiyle birlikte hastane günleri başlar. Zehra’ya MS (multipl skleroz) teşhisi konulur. Seyyid Rıza iki küçük çocukla bir başına kalmıştır ve ne yapacağını bilemez haldedir. Sabah Atıfe’yi okula bıraktıktan sonra küçük oğluyla birlikte okula gider fakat dersi kapıda dinlemek zorunda kalır. Onu kucağında çocukla görenler de alaycı bakışlar atmaktadır. Böylece Rıza, bir süre okula gitmez. Tedavi masraflarını karşılayabilmek için, karısının yarım bıraktığı halıyı dokumaya devam eder. Neredeyse imkânsız denilebilecek kadar kısa bir sürede halıyı tamamlar. Bu, Seyyid Rıza’nın, sekiz yıl boyunca ondan ilgisini, sevgisini, şefkatini eksik etmeyen karısı için gösterdiği ufak bir vefadır yalnızca. Çocuklara bakmak, evin temizliği ve yemeği, hatta “yapmam” dediği şeyleri bile yapar Rıza… Çocuklarla ip atlar, oyunlar oynar, onlara hem anne hem de baba olur.

Birkaç gün sonra Zehra Sadat taburcu olur ve tekerlekli sandalye ile evine gelir. Seyyid Rıza, eşinin mutlu olması için ona hediyeler alıyor ve hastalığından asla şikayet etmiyordur. Fakat Zehra, evin bütün işlerinin kocasının omuzlarında olmasını içine sindiremez. Bu sebeple tartışırlar ve ilk kez birbirlerine bağırırlar. Fakat birbirini seven bu çift, özür dilemeyi ve affetmeyi de bilir.

Kapı komşuları olan ve büyükannesiyle birlikte yaşayan Down sendromlu Ayda da filme oldukça renk katmış. Zehra’nın iyileşmesi için dualar eden Ayda, çocukların bakımında da bazen Rıza’ya yardım ediyor. Ayrıca Ayda’nın teypten dinlediği Türkçe şarkılar da filme kendinizi daha yakın hissetmenizi sağlayabilir 🙂

Altın ve Bakır“, sağlıkta olduğu kadar hastalıkta da nasıl aile olunacağını izleyicilerin içine işliyor. Vefa kavramının içini kesinlikle dolduran bu filmden birçok hayat dersi çıkarabilirsiniz. Sağlığınız yerindeyken sevdiklerinize onları sevdiğinizi söylemek, bu hayat derslerinden yalnızca bir tanesi… Gerisini filmi izleyerek öğrenebilirsiniz.

Zeynep Ece

Sibğatullah

Allah’ın Boyası“, gözümüzle göremediklerimizi kalp gözüyle görebileceğimiz harika bir film. Fakat kalp gözüyle görmek için, saf ve temiz bir kalbe sahip olmamız gerekiyor.

Muhammed, görme engelli bir çocuktur. Bu nedenle ailesinden uzakta, şehir merkezindeki körler okulunda eğitim görmektedir. Okulların 3 aylık yaz tatiline girmesiyle birlikte Muhammed’in de evine gitme vakti gelir. Ne var ki, babası Muhammed’i kör olduğu için istememektedir. Oğlunu 3 ay boyunca okulda tutmaları için hocalarıyla konuşur fakat ikna edemeyince mecburen çocuğuyla birlikte köye gelir. Muhammed’in diğer çocuklardan hiçbir farkı yoktur aslında, ancak babası onun gözleri görmeyen ve bakıma muhtaç bir yük olduğuna kendini inandırmıştır.

Annesi 5 yıl önce ölen Muhammed, köyde ninesi ve 2 kız kardeşiyle birlikte keyifli vakit geçirmeye başlar. Kırlarda çiçeklerin arasında çok mutludur, hatta köy okulu öğretmeninin kabul etmesiyle birlikte, diğer çocuklar gibi okula bile gitmiştir bir günlüğüne. Çok özel bir çocuk olan Muhammed, göremese de kalbiyle görür, kalbiyle duyar her şeyi. Doğada kuşların sesini duymakla kalmaz, onların dilini anlar. Kuşların alfabesini çözmüştür adeta. Babası ise başka bir kadınla evlenme planları yapmakta ve engel olarak gördüğü oğlundan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Bilmez ki, asıl engel kalbin kör olması ve güzellikleri görememesidir..

Bir başka köyde kör bir marangoz olduğu haberini alan baba Ramazani, Muhammed’i zorla buraya götürür ve orada bırakır. Muhammed, kimsenin onu sevmediğine emindir artık. Küçük kalbi kırılmıştır, kaderine isyan eder fakat yapabileceği bir şey yoktur. Mecburen orada kalmaya ve marangozluk zanaatini öğrenmeye başlar.

Babasının Muhammed’i götürmesi üzerine ninesi evi terk etmek ister. Oğlunun yalvarması sonucu eve döner fakat fazla ömrü kalmadığını biliyordur. Birkaç gün içinde Allah’ın rahmetine kavuşur. Annesinin ölümünden sonra yıkılan Ramazani, evlilik teklifinin reddedilmesiyle birlikte oğlunu tekrar yanına almaya karar verir. Ancak Allah, sevdiği kulunu yanına erken alacaktır…

Babası önde, Muhammed at üstünde arkada giderken, üzerinden geçtikleri köprü kırılır ve Muhammed dereye düşer. Akıntıya kapılan oğlunun arkasından bir süre bakan babası, kurtarmak için peşinden koşsa da başarılı olamaz.

Muhammed’in yüzüne Cennet’in ışığı vurur ve kuşlar öter. Muhammed için sonsuz sevginin kapıları açılmıştır artık…

Zeynep Ece

Resim Havuzu

Resim Havuzu“, aile her şeyin üstündedir temasını çok iyi işleyen bir dram filmi. Ailelerimizi biz seçemiyoruz fakat şüphesiz ki aile, bu hayattaki en değerli hazinedir.

Meryem ve Rıza, her aile gibi çocuklarını çok seven, onun için her şeyi yapabilecek ebeveynlerdir. Diğer ailelerden farkları ise, Meryem ve Rıza’da zeka seviyelerinin düşük olmasıdır. Peki, bu durum gerçekten düşünüldüğü kadar kötü müdür? Filmde, ilkokul öğrencisi Süheyl’in, küçük yaşında, bu farklılıklardan dolayı kendisiyle yaşadığı hesaplaşma anlatılıyor.

Meryem ve Rıza, hastanede birbirlerini ilk gördükleri anda aşık olurlar ve evlenirler. Bu evlilikten Süheyl ismini verdikleri bir çocukları olur. Süheyl, anne ve babasıyla tıpkı arkadaşlarıymış gibi oyunlar oynamayı, film izlemeyi ve şakalar yaparak eğlenmeyi sevmektedir. Meryem her gün aynı yemeği farklı şekillerde yapar. Başka bir yemek yapmayı öğrenmek onun için oldukça güçtür çünkü… Süheyl’in matematik ödevlerini, çalıştıkları fabrikanın mühendisine yaptırırlar. Süheyl için bunlar ufak şeylerdir fakat içinde biriktirmiştir. Neden normal bir anne babası olmadığını düşünmeden edemez.

Evde oldukça iyi vakit geçiren bu çekirdek ailenin dramı, Süheyl’in okul müdiresi Merziye Hanım’ın, Süheyl’in annesini okula çağırmasıyla başlar. Süheyl annesinden utanır ve onun okula gelmesini istemez. Meryem okula gitmesine kızan Süheyl’i akşam lunaparka götürür. Fakat Meryem oradaki dev oyuncaklardan korktuğu için hiçbirine binmeden apar topar eve dönerler. Bu olaydan sonra annesinin resim defterini yırtan Süheyl, artık utanmayacağı, normal bir anne baba istediğini söyler. Okuldan sonra müdirenin evine giden Süheyl, onun oğlu olmak istediğini söyler…

Müdire Hanım bu durumun geçici olduğunu bildiği için Süheyl’in evde kalmasına izin verir. Meryem ile Rıza bu duruma çok üzülürler. Meryem, oğluna pizza yapamadığı için gittiğine emindir. Süheyl için pizza yapmaya karar verir. Tüm pizza malzemelerini tek tek yerleştirecek kadar saf bir kalbe sahiptir. Pizzası yandığında da Süheyl’in dönmeyeceğini düşünür.

Süheyl ise anne babasını merak etmektedir. Evin çocuğu olmasına rağmen, Meryem ve Rıza, Süheyl’in çocuğudur sanki. Eve tek başına gidip gidemediklerini, kendisi olmadan başlarının çaresine bakıp bakamayacaklarını merak etmeden duramaz. Bir gün, annesinin yapabildiği tek yemeğin müdire hanımın yemeklerinden daha güzel olduğunu söyler. Süheyl, ailenin değerini anlamış ve evine dönmeye karar vermiştir. Çekirdek ailenin mutluluğu kaldığı yerden devam eder…

İzlerken gözyaşlarınıza hakim olamayacağınız sahneler için sizi şimdiden uyaralım. Filmin konusunun yanı sıra, oyuncular da oldukça iyi performans sergilemiş. Peçetelerinizi hazırlayın ve bu harika aile filmini, ailenizle birlikte izleyin.

Zeynep Ece

Resim Havuzu

Hamit Muhammedi’nin yüreğinden kalemine dökülen, Maziyar Miri’nin yönetmenliğini üstlendiği; “Havz-ı Nakkaşi” (Resim Havuzu) izlediğim ve beni derinden etkilemeyi başaran ender bir film. Filmin hemen hemen her sahnesinde gözlerimin dolduğu, yer yer kızdığım, yer yer güldüğüm yadsınamaz bir gerçek…

 

Rıza ve Meryem normal insanlardan farklıdır; bu farklılık onları özel kılan, diğer insanlardan ayıran en önemli unsurdur. Rıza ve Meryem bu farklılıklarıyla hayatın zorluklarına ve karmaşasına göğüs geriyor, birbirlerine duydukları aşkla yaşama tutunuyor, gülümsemeyi başarabiliyorlar. Bir de oğulları Süheyl var tabi; Allah’ın bir lütufu olarak görüyorlar ve oğullarının her istediğini yapmaya çalışıyorlar. Ama çocukları anne babasından memnun değildir, onlardan utanır… Bir gün öğretmeni Süheyl’e annesiyle konuşmak istediğini belirterek okula davet eder ama Süheyl bunu ailesinden gizlemeyi tercih eder. Ancak Meryem okula gelir, Süheyl öğretmenler odasının kapısından gizli gizli öğretmeniyle annesinin konuşmalarını dinler, eve giderken annesine neden okula geldiğini, onu utandırdığını söyleyerek kızar…

 

Yavaş yavaş, acele etmeden, abartıdan uzak, hayatın içinden detaylarla ilerliyor film, Meryem ve Rıza karakterlerine hayat veren oyuncular Nigar Cevahiriyan ve Şahap Hüseyni’nin doğallıkları ve ustalıkları kelimenin tam anlamıyla muhteşem, kendilerini seçen direktörü de kutlamak, hatta ayakta alkışlamak gerekir. Film için öyle karakterler yaratılmış ve o karaktere öyle muhteşem bir oyunculukla can verilmiş ki; gerçekten filme emeği geçen yönetmen ve senarist büyük bir tebriği hak ediyor…

 

Filmi çok detay vermeden azıcık daha özetlemeye çalışayım.

 

Meryem resim çizmeyi seviyor ve çizdiği resimleri oğluna göstererek puan vermesini istiyor; Süheyl de biraz istekli biraz isteksiz annesinin resimlerini değerlendirip ona puan veriyor…

 

Süheyl aslında sınıf arkadaşının annesi ve aynı zamanda öğretmeni olan kadının; annesi olmasını istemektedir, onu daha çok anneliğe yakıştırıyor; bilgili, güzel yemek yapmayı ve güzel giyinmesini bilen bu kadına hayranlığını gizlemiyordur…

 

Süheyl bir gün anne ve babasına kızar, onlardan utandığını, onları beğenmediğini belirtir ve Rıza da oğlunun bu sözleri karşısında hem üzülür hem de kızar ve tepkisini bir tokat atarak gösterir, tokat attıktan sonra pişman olmuş ama iş işten geçmiştir; Süheyl bu tokadın üzerine öğretmenin evine gitmiş ve artık onun çocuğu olmak istediğini belirtmiştir. Öğretmeni Süheyl’in bu durumuna anlam verememiş ama küçük çocuğu kıramayarak evinde misafir etmiş, aynı zamanda Meryem ve Rıza’yı bigilendirmiştir. Meryem ve Rıza perişan bir haldedir, bütün neşeleri, sevinçleri gitmiştir, zaten hayat onlar için zordur, bir de Süheyl’in gitmesi onların hayatını daha da zorlaştırmıştır…

 

Oğullarının bir daha hiç gelmeyeceğini düşünen anne baba okula gider; Rıza okulun dışından cam kenarında oturan oğluna öğretmene ve öğrencilere görünmeden bir şeyler söyler… Süheyl pişmandır ve evini de özlemiştir. Akşam öğretmenin ailesiyle yemek yerken; annesinin o yemeği daha güzel yaptığını söylerek, tabağıyla oynar, aslında annesinin yaptığı hiçbir şeyi beğenmeyen çocuk hatasını ve annesinin kıymetini anlamıştır. Öğretmeni şefkatli ve merhametli bir kadındır; Süheyl’in gözündeki pişmanlığı görür ve kocasıyla birlikte Süheyl’i evine götürürler, Rıza ve Meryem’e dünyaları vermişlerdir…

 

Dram kategorisinde oldukça güçlü olan bu filmin fragmanını izlerken bile etkilendiğim gerçeğini göz ardı edemiyorum. Senaryo ve işleniş biçimi oldukça güzel; izleyiciyi; filmin akıcılığına kapılıp gidiyor. Ben büyük bir keyifle izledim ve izleyicilerinde aynı duyguları hissederek duygulanacağını düşünüyorum.  İyi seyirler…

 

Elif Sena

Tesadüfen Kesişen Hayatlar…

Yüzleri aynı ama yaşam tarzları tamamen farklı olan “İkiz Kardeşler”in tanışma öyküsünü anlatan; güzel ve etkileyici bir aile filmi…

 

Nergis ve Nesrin ikiz kardeşlerdir ama birbirlerinden haberleri yoktur, Nergis; babasıyla yaşamaktadır, babası Mansur Müsravi şarkı sözü yazıp, beste yapmaktadır. Nesrin ise annesi Nazire Hanım’la yaşamaktadır. Nazire Hanım gelinlik diken, hayatını bu şekilde kazanan vakur bir kadındır…

 

Bir gün Nesrin’in okulunda müzik etkinliği düzenlenmiştir ve o etkinlikte tesadüfen iki kardeş tanışır ve ikisi de bu benzerliğe çok şaşırır. Nesrin; Nergis’ in hatıra defterini alır bir şeyler yazmak için… Defteri karıştır ve ertesi günü defteri vermek için Nergis’ in okuluna gider ve konuşurken kardeş olduklarını anlarlar… Anne ve babaları onlara yalan söylemiş; “kızım; annen/ baban apar topar yurt dışına gitti” demişlerdir. Çocuklar bunun üzerine anne ve babalarına ders vermek için yer değiştirirler; Nergis annesinin yanına, Nesrin de babasının yanına gider. Birkaç gün öyle yaşarlar, bu sırada Mahsur Bey; Süreyya isminde bir kadınla evlenme kararı almıştır ama kızının buna onayı yoktur, zaten Süreyya da Nergis’ i sevmez ve babaannesinin yanında kalması gerektiğini, şımarık, eğitilmemiş bir kız olduğunu söylemektedir…

 

Bir gün ikizler Süreyya ile konuşmaya gider, Süreyya karşısında ikizleri görür ve kısa süreli bir şok yaşar; kızlar Süreyya ile babalarının evlenmelerini istemediklerini belirtirler. Süreyya kızgın bir şekilde Mahsur’ un yanına gider ve ikiz kızlarını gördüğünü ve konuştuklarını  söyler, Mahsur şaşkındır, tam o sıra Nazire Hanım da gazete de kızı Nesrin’ in fotoğrafını görür ve yanında da başka bir kız olduğunu anlar ancak gazete kesilmiştir, çöpten bulup birleştirince hakikat ortaya çıkar, ikizler birbirini bulmuştur..

İkizler sayesinde baba ve anneleri tekrar buluşur ve barışırlar…

 

Birbirini takip eden bu olaylar silsilesi ışığında filmin büyüsüne kaptırmamak elde değil.

Açık konuşmak gerekirse, hikayesi, oyunculuk ve karakterlerin başarısı görülmeye değer…

Çocuk oyuncuların profesyonelliği, filmi daha izlenir kılan en önemli unsurdur…  Bir inat uğuna boşanmış olan Mahsur ve Nazire çocukları paylaşmışlar, iki kardeş gerçeği öğrendiklerinde baş başa verip, ailelerine ders vermeye karar vermesiyle şekillenen filmin olay akışı gayet akıcı ve özgündür…

 

Filmin ses efektleri, sımsıcak bir aile filmi olması çok hoşuma gitti, oyuncuların haklarını vermek gerekir, tüm oyuncular takdire şayan bir performans sergilemişlerdir. Sevimli bir çekiciliği olan bu film, tam anlamıyla on numara beş yıldızdır…

 

Elif Sena

Elma ve Selma

İnsanların hepsi binaların sarıp sarmaladığı beton yığınlarının arasında şükür ki yaşamıyor. Kırsal kesimde yaşayanlar bilir. Yol kenarlarına taşan meyve ağaçlarının dallarından göz hakkı diyerek meyve koparıp yiyenler mutlaka olmuştur. Peki ya bu meyveleri yerken sahibinin helal edip etmediğini gerçekten hiç düşündünüz mü? Düşünmediyseniz eğer düşünen birinin neler yaptığına bir göz atın derim. Şahane bir konuya imza atan 2011 yılı İran yapımı film, “Elma ve Selma“, insanların göz ardı etmeye başladıkları dini duyguları tekrar canlandırmayı başaracak gibi duruyor.

Filmin ilk sahneleri içinizi açmaya yetecek kadar güzel, rengârenk bir serada geçiyor. Başrolü oynayan Sadık karakteri dini âlim olmaya çabalayan genç bir adamı usta bir oyunculukla bizlerle buluşturuyor. Ailesini ziyarete gelen Sadık onlar için iki kaybedilen evlattan sonra tek teselli kaynağı olmuştur. Eve gelen Sadık daha sonra halasını ziyarete gidecek ve onun kızını kendine eş olarak isteyecektir. Bu düşle yola koyulan karakterimizin başına ise hiç de ummadığı olaylar gelecektir. Beklenmedik olaylar ile kendini hayalini bile kuramadığı bir dizi olayın içinde bulacaktır. Olaylar o kadar birbirine bağlı gelişecektir ki izlerken bir saniyesini bile kaçırmamak için göz kırpmayacaksınız.

Halasının kızını eski bir dostunun masum aşkına bırakan Sadık geri dönüş yoluna yaya olarak devam edecektir. Buraya kadar filmi izleyenler elma bu filmin neresinde diyeceği anda filme adını veren sahneye tanık olacaksınız demektir.  Yolu bir şekilde bir bahçeye düşer ve burada dinlenirken ezanın okunmasıyla namazını kılmak ister. Ufak bir derenin yanından akmasıyla bu sudan abdest alan genç adam güzelce namazını kılıp bitirdiği esnada rüzgârın etkisiyle kıpkırmızı bir elma suyun içine düşecektir.  Hiç aklında yokken sudan alıp bir kere ısırdığı bu elma onu bambaşka serüvenlere doğru sürükleyecektir. Kendi eliyle koparıp almadığı halde yere düşmüş bir elmayı ısırdığı için helallik alması gerektiğini düşünen bu genç âlim bu sefer de bahçenin sahibini aramak için yollara düşer. Bahçıvandan aldığı isme zor da olsa ulaşan Sadık bu ismin gerçekte bahçenin sahibi olmadığını anladığında artık çoktan iş işten geçmiştir. Bir ısırık aldığı için helallik isteyen bu genç artık elmanın tamamını yemiştir. Bu olaya tanık olan herkes bu âlimin bu olayı bu kadar ciddiye almasına bir türlü anlam veremeyecektir. Bahçenin sahibi sandığı Seyyid Celal onu asıl bahçe sahibi olan yeğeni Selma’ya götürür. Ancak bu genç hanımdan helallik almak hiç de kolay olmayacaktır. Başta bir elmanın hiç de önemli olmadığını düşünse de Sadık’ın göstermiş olduğu hassasiyet ve ciddiyet onun da düşüncelerinin değişmesine neden olur. Helallik vermek için tek bir şart ortaya koyar.

Peki ya bu şart neydi? Sadık onu yerine getirebildi mi? Herkes için normal olarak görülen bu olay bu delikanlı için ebediyete taşınmaması gereken bir günahtır. Acaba karakterimiz bu günahtan kurtulmasını sağlayacak helalliği sonunda alabildi mi? Bu soruların cevaplarını ben size tabi ki vermeyeceğim. Dramı iliklerinize kadar hissetmeye hazırsanız bu film tam da size göre…

Özgee

Yedinci Günün Sabahı

Farklı, bambaşka ve dolu dolu güzel bir öyküye sahip film izlemek isterseniz, “Yedinci Günün Sabahı” adlı bu İran yapımı film oldukça mükemmel bir tercih olacaktır. İlginç konuları son derece kabiliyetli oyuncularla harmanlayarak işleyen İran sinemasının, film sektöründe kendinden emin adımlarla ilerlediğinin bir kanıtı bu film olsa gerek.

Başrolünde defalarca hırsızlık yüzünden hapse girmiş, 12 ayın 11’ini hapiste geçirmeye alışmış, hatalarından ders almayan, uslanmaz genç bir adam yer alıyor. Hapishaneden çıkış mührü kurumadan tekrar hapse girmeye o kadar alışmıştır ki bu onun için artık normal bir hayat olmaya başlamıştır. Hatta o kadar alışmıştır ki suç işlemediği halde duyduğu polis sirenlerinden kaçacak kadar… Oğluna babasının eksikliğini hissettirmeden büyütmeye çalışan eşi ise bu durumdan fazlasıyla sıkılmış ve bunalmıştır. Tepkisini ise eşinin hapishaneden çıkış gününe gelmeyerek ve onu terk ederek koyar. Eşinin ondan tek beklentisi artık yasadışı olaylara girmemesi yani hırsızlık yapmadan evini geçindirmesidir. Ancak onun bunu anlaması yedinci günün sabahında olacaktır.

Peki, neydi karakterimizi doğru yola götürecek etmenler? İşte İran sinemasının orijinalliği de buradan geliyor. Çünkü başka hiçbir yerde bir benzerine rastlayamayacağınız bir konuyu ele alıyor. Evine gidemeyen Sinan bir otelde oda kiralar ve olaylar doludizgin akmaya başlar. Ona göre bu hayatta yaptığı en iyi şey hırsızlıktır ve tekrar hırsızlık yapmanın yollarını arar. Ancak hayat hiç de onun istediği yönden akmayacaktır. İkinci günün sabahına başladığında sanki dünü yaşadığını fark edecektir. Birden bire hayatı tıpkı kaseti başa sarar gibi yedi gün boyunca başa saracaktır. Her şey tam tamına yedi gün aynı şekilde aynı kişiler ile aynı olaylarla devam edecektir. Hayatı tam manasıyla aynı güne saplanır kalır.

Kalbi sıkışan hasta Hacı Amcanın ölümü, hırsızlık yaparken öldürülen bir arkadaş, nişan yüzüklerini kaybettiği için zor duruma düşecek olan bir esnaf, işçi aramadığı halde camda eski iş ilanını unutan bir kuru temizlemeci, amcasının kızının eşini düğünde öldürüp katil olacak bir oda arkadaşıyla yaşanacak olaylar, birbirini tekrar eden günlerde yaşanacaktır. Artık bu birbirinin taklidi olan günlerden o kadar sıkılmıştır ki cami avlusuna giderek yaptığı dua izleyenleri duygulandırmaya yetecektir. Bu duaya tanık olan Hacı Amcanın söylediği “bugünü dününe denk olan insan zarardadır” cümlesi ise oldukça etkileyici ve anlamlıdır. Peki, yedinci günün sonunda bizim uslanmaz karakterimiz doğru yolu bulup yaşadıklarından bir ders çıkaracak mı? sorusunun hepinizin aklında olduğuna eminim. Fakat onu seyredip göreceksiniz ve beklide beklenmedik bir sonla karşılaşacaksınız kim bilir…

Özgee

Filistin’e Veda

Birinci dünya savaşının sonlarına doğru Osmanlı ordusunun cepheden çekilmesiyle İngiltere kontrolüne geçen Filistin toprakları tam bir sömürü haline dönüştürüldü. 1917-1948 tarihleri arasında İngiltere eliyle ekonomik ve sosyokültürel erozyonlara uğratılan bölge halkının borçlandırılarak topraklarının ellerinden alınması ve yıl 1948 olduğunda bölgenin hazır bir devlet toprağı olarak Siyonist Yahudilere verilmesi Selahaddin Eyyubi’nin fethinden sonra ikinci kez Filistin’in müdafaasını zorunlu hale getirdi. Sürekli direnen ve topraklarını bırakmak istemeyen müslüman halka sistematik işkence ve yaptırımlar uygulayan yahudiler Filistin’in tamamı ve devamında arz-ı mevud topraklarına sahip olmaya, Filistinli Müslümanlar ise bütün yalnız bırakılmışlıklarına rağmen tükenmeyen enerjileri ile intifadalar düzenlermeye ve şahadete yürümeye devam ediyor.

Bu parağraftan hareketle; İranlı yönetmen Seyfuıllah Dad’ın gözünden 1948 yılı Filistin’inde İngiltere’nin bölge yönetimini Siyonist yahudilere bıraktığı günlerde yirminci yüzyılın en büyük insanlık suçlarından ve işgallerinden birinin başlangıç noktasına bakıyoruz. Batının bütün desteğini arkasında, ortadoğu halklarının derin sessizliğini karşısında bulan siyonist yahudiler mazlum bir toplumun kanları üzerine bir devlet inşaa etmek için bütün insani değerleri unutmaya yemin etmişcesine şedit ve acımasızca katliamlarına başladıklarında, Filistinlilerin topraklarını terk etmelerini istemekle tehtidin yüzünü gösterdiler.

Topraklarını terketmek istemeyen ve direnmeken başka bir çaresi olmadığını bilen Doktor Said ve Gazze’de yaşamaya mahkum edilmiş babası Raşid’in ideal duruşlarına karşın toplumun geneline sirayet etmiş korku psikolojisi Filistinin boşaltılması hususunda siyonist yahudinin işini kolaylaştırıyordu.

Ağır dram olarak izlediğim “Filistin’e Veda” filminde Doktor Said’in ve eşinin öldürülmeleri ardından evinde günlerce aç kalan çocukları bebek Ferhan’ın Varşova’dan gelen yahudi bir ailesinin eline verilmesi ve babaannesi Safiye’nin küçük Ferhan’ı geri alma çabası Filistin tarihinin varoluş mücadelesi üzerinden anlatılıyor.

Hiçbir insani değer taşımayan ve taşımayı zaafiyet olarak gören siyonist yahudi zihniyeti etki alanını genişletmek ve muhtemel engelleri ortadan kaldırmak maksadıyla, Filistin’de sadece müslümanları değil aynı zamanda diğer dinlere mensup insanları da yurtlarından sürmekte ve en ufak bir dirençle karşılaştığında kadın, çocuk ayrımı yapmaksızın öldürmekten asla çekinmemektedir.

Filmin hareket noktasını doktor Said’in bir patlamayı ihbar etmesi olarak belirleyen yönetmen Dad filmin mesajını; dünyada olan bitene karışmayan müslüman problem yaşamaz, metaforu üzerine kuruyor. Siyonist yahudinin ırkçı tutumuna ağır dram bir filimle tepki gösteren yönetmen Dad bu filmle ortaya koymuş olduğu farkındalık için her türlü takdiri hak ediyor.

Filmi izlerken düşünülmesi gereken bir diğer konu ise Hristiyan İngiltere devleti neden bir yahudi devleti kurar. İslam coğrafyasının içine atılan bu virüs küfrün tek bir millet olduğu gerçeğini getiriyor.

İzlenilmesi gereken bu film ile oluşturulan farkındalığın Filistin davası hatırına yayılması gerektiğini düşünüyorum.

Ahmet Kanar

Suya Düşen Elmanın Ardından

“Kulakların rüzgar, yaprak, ağaç ve su seslerine alışkın değil. Alışmalısın! Çok güzel bu! Kuşların şarkıları birbirinden farklıdır, Tanıman gerekir. (Bunları) duymayan sağırdır. Ama, çokları bilmez.”

Bir zamanlar, zihnimde dolaşıp duran bir sorunun ardından gelen ayeti yazmıştım buraya: “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer-36) Bugün tam da bu ayetle başlayan bir film izledim; “Elma ve Selma“. Şimdi, yine hem bu ayet hem de filmin getirip kucağıma bıraktığı sorularla geziniyorum. Nicedir unuttuğum, unuttuğum için de kendime kızdığım sorular, unutulmaması gereken sorular, içinde cevabını bir tokat gibi saklayan sorular…

Film, bir din öğrencisinin suya düşen bir elmanın ardından gidişinin hikâyesi, eve dönüşle başlayan bir yolculuk hikayesi. Din öğrencisi Sadık ailesini ziyarete gelmiştir, çiçeklerin, diz boyu otların arasında geçerek eve ulaşır, babasının serasında, çiçeklerin ve ağaçların içinde, annesinin bakımı, ilgisiyle cennet gibi bir hayatın ortasındadır. Üstelik, annesi onunla evlendirmeyi düşündüğü melek gibi bir kızdan bahseder. Melek diye mırıldanır Sadık, aklına babasının ona çocukken anlattığı bir hikâye gelir, babasının sonunu bir türlü anlatmadığı bir hikâyedir bu, iki meleğin hikayesi: Görevleri hakkında konuşuyorlarken, bir melek diğerine “Niçin yeryüzüne indin?” diye sorar. O da, bir kâfirin balık tutmaya çıktığını, ama hiç balık tutamadığını anlatır ve der ki:  “Ben de, geldim ki, ağına birkaç balık göndereyim, gününü kurtarsın.”

Babasından hikayeyi tamamlamasını ister Sadık.  Babası, şimdi tam da hikâyenin kalanını sana anlatma zamanı diyerek anlatmaya başlar:

İkinci melek, “Sabah erkenden işe çıkan bir adamı ziyaret edeceğim” der. “O adam bugün oruç tutuyor. Görevim, onun iftar edeceği vakit, küçük sofrasını dağıtıp, yemeğini toprağa bulaması için, rüzgâra emir vermemdir.”

Filmin hikâyesi de sanki ikinci meleğin görevini yerine getirmesiyle başlar. Sadık tam eve dönmüşken, kendine bir ev kurma hazırlıklarıyla yola çıkmışken, yol onu bambaşka bir noktaya sürükleyecek, sevinçle oturmak üzere olduğu sofrayı rüzgâr dağıtacaktır.

Sadık’ın yolda namaz kılmak için girdiği bahçede kuvvetlice esen rüzgârla bir elma dalından kopar ve suya düşer. Sadık elmayı alır ve yer. Sonra bu bahçenin bir sahibi olduğunu fark eder, helallik istemek için yanına gider ancak bahçenin gerçek sahibi o değildir. Bahçenin gerçek sahibini aramak için yolculuğuna devam eder.

Bu yolculukta Sadık’ın karşılaştıkları, yaptıkları bizim de kafamızda sorular uyandırır, onun yerinde olsak böyle davranır mıydık? “Ne olacak, suya düşmüş ye gitsin.” diyen adamın sözleriyle yetinir miydik? Bu çağdan bakıldığında (sen gerçekten asrımızda mı yaşıyorsun, diye sorar Selma) bir yerlere oturtamadığımız, anlayamadığımız bir yoldadır Sadık, yediği her lokmanın helal olması endişesinin ağırlığını taşıyarak ilerler. Gerçekten mi deriz Selma gibi, bir elma için mi, bir tanecik elma, ne önemi vardı, zaten suya düşmüştü.

Filmi izlerken kendime sık sık şu soruyu sordum: Neden Allah’ın emrettiği yoldan yürümek, O’na yakın olmak için uğraşmak adına insanların peşinden bunca koşturuyor, bir “helal ettim”i duymak için neden bu kadar acı çekiyor? Bir yerlere çekilip ibadetle meşgul olmuyor ya da tövbe etmiyor? Tam da hayatın içinde, ayağının kaymasına bu kadar yakın olduğu bir yerde çok dikkatli adımlarla ısrarla yürümeye çabalıyor. Onun sorumluluğunu sessizce üstlenerek, şikayet etmeden, kimseyi suçlamadan, kaderini kabullenerek yürüyüşünü anlamaya çalışırken şu ayet geliyor aklıma: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemedir, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” (Ahzâb, 33/72)

Sadık, bir elmadan ne olur ki, demeyip oradan oraya savrulurken sanki o dağların yüklenmediği emaneti taşıyor sırtında. Elmanın sahibini bulmaya çalışırken çektiği acının büyüklüğünün kaynağı burada yatıyor aslında, dağların yüklenemediği sorumluluğu sırtına alışında.

Sorumluluk denilince insanın kendisiyle mücadelesi de başlıyor, sorumluluk ancak yalnız başımıza taşıyabileceğimiz, bir başkasına yükleyemeyeceğimiz bir şey çünkü, ayetlerde  de herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğu sık sık vurgulanıyor, bu yanıyla biraz ölüme benziyor sorumluluk, herkes nasıl kendi ölümüne ulaşacaksa sonunda kendi yaşamının sorumluluğunu da üstlenmek, bu yüzden işe kendinden başlamak zorunda. Başkalarının neyi ne kadar doğru yaptığını ölçmekle, eleştirmekle ya da başkalarının söyledikleriyle, yaptıklarıyla uğraşmakla değil, kendi nefsiyle savaşmakla yükümlü.

İnsanların ne düşündüğü, neyin çoğunluk tarafından doğru kabul edildiği, yapacakları nedeniyle tuhaf bulunup bulunmadığı önemli değil Sadık için. Allah’ın emrettiklerinden bir adım dâhi sapmama gayreti içinde yürüyor o. İnsanlarla meselesini halletmeden gidip eğitimine devam edemiyor. Öğrendiklerini, bildiklerini yaşamında gerçekleştirmeden rahat uyuyamıyor. Bilmekten çok yaşamaya, bildiklerini yaşama geçirmeye önem veren bir dinin mensubu olarak suya düşen bir elmanın ardından gidiyor bu yüzden.

Filmin ardından şunu dedim kendime; çok uzaklarda aramaya gerek yok, imtihanımız burada, birbirini izliyormuş gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan günlerimizde, zamanlarımızda, yürüdüğümüz yollarda, söylediklerimizde, peşinden koştuklarımızda gizli. Başkalarının iyiliğinde/kötülüğünde değil, kendi nefsimizle ettiğimiz mücadelede gizli. “Neden korktun?” sorusuna Sadık’ın verdiği “kendimden” yanıtında gizli.

Öykü Defteri

Altın ve Bakır

Bu akşam izlediğim “Altın ve Bakır” filmi; bilmekle yaşamak arasındaki derin uçurumun hikâyesiydi. Tahran’a ilim öğrenmekle meşgul olacağı bir hayatın özlemiyle gelen Seyyid Rıza’nın, kendini zorlukların, sırtına ağır gelen yüklerin içinde, kitaplarla haşır neşir olmayı beklerken yaşamını sürdürme mücadelesinde bulmasının, aşkı bilmesinin öyküsü.

Aşkın öyküsü elbette kelimelerle anlatılamaz, ateşin içine kendini atmadan, yanmadan anlaşılamaz, kitaplardan okunamaz. Şems’in Mevlana’ya kitaplarını attırması, Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kiyl-ü kâl imiş ancak.” demesi geliyor hemen aklıma. Şüphesiz bu sözleri, örnekleri de ancak sınırlı bilgimizle anlayıp anlamlandırabiliyoruz. Okuyarak anladığımızı zannediyoruz, düşünerek çözdüğümüzü, sonuçlara ulaştığımızı. Akılla dünyayı dize getirebileceğine, akılla gelişmeye, ilerlemeye inanan insanları gördükçe, Ayşe Şasa’nın,  Delilik Ülkesinden Notlar kitabında yazdıklarını/yaşadıklarını anımsıyorum hep.  “En çok güvendiğim şey olan zekam beni terk edip gidip gelmeye başladı. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. İnsanın aczi neymiş? Dünyaya aşağıdan bakmak neymiş? Dara düşmek, derde düşmek, güvendiğin dağlara kar yağmak neymiş? Unutulmak, dışlanmak, kaybeden kişi olmak, düşen kişi olmak neymiş? Bunların hepsini öğrendim. Ve buradan, sıfırdan başlayan bir eğitimle başka bir türlü dünyaya adım attım.”

Tahran’a eğitim için gelen Seyyid Rıza da kendini hiç beklemediği bir yerde bulup sıfırdan başlıyor hayata. Düştüğü yerden, dışlandığı, kınandığı, çaresiz kaldığı yerden. Buradan içine bakıyor, acısıyla burkulan kalbine, çocuk haline… Karısının MS hastası olduğunu söylüyorlar hastanede, bir doktor diğerlerine:  “Bakın işte size bir MS vakası, merak ediyorsunuzdur.” diyerek veriyor bu haberi. Eşini, hastalık hakkında doğru düzgün bilgilendirilme gereği bile duymuyorlar. İzlerken bağırıp çağırmak, hastayı bir vaka olarak görenlere  haykırmak geliyor insanın içinden. Seyyid Rıza susuyor.  Zehra onu inceleyen, hasta yokmuş, yalnızca hastalık varmış gibi davranan doktorların konuşmalarına dayanamayıp yüzünü örtüyor.

Hastalıkla birlikte, hem Seyyid Rıza hem de Zehra için sahip oldukları şeylerden bir bir vazgeçtikleri acı dolu bir süreç başlıyor.  Zehra en iyi bildiği yerde, evinde bir yabancı gibi kalıyor, yürümekte, ellerini kullanmakta zorlanıyor, çocuklarına bakamıyor.

Çoğalttığımızı, arttırdığımızı sandığımız bilgimiz acıyla sınandığında kuruyup dökülüyor, geriye hiçbir şeyi olmayan insan kalıyor, sonsuz dünyada bir nokta, dünyanın merkezinde sandığı, hep sürüp gidecekmiş gibi gördüğü hayatı varla yok arası, kendisine ait sandığı her şey; sağlığı, yürümesi, konuşması, görmesi, bilmesi, elleri, ayakları kendine ait değil, her an bir uçurumun kıyısında düşmeye yakın.

Seyyid Rıza ve Zehra rahat ve düzenli bir hayattan dağınık ve meşakkatli bir hayata düşüyorlar aniden, hiç beklemedikleri bir anda. Gün be gün kötüleşen hastalık bir yandan, ekonomik sıkıntılar bir yandan bastırıyor. “Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum” (Sezai Karakoç, Yağmur Duası) olduğu yerde duruyorlar sanki, bizim kelimelerle bil/e/me/diğimiz yerin tam ortasında inançla, aşkla duruyorlar.

“İnsanlar kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden okuyorlar, çünkü kelimelerin anlamları, o kelimeleri kullanan kişilerin tecrübeleri ile farklılaşır.” (Ömer Mikail Burka; Sufiler Arasında) diyordu bir kitapta. Seyyid Rıza ve Zehra acıyla sınanırken kelimeleri azalıyor belki ama kelimelerinin anlamları derinleşiyor.

Bir caminin kapısının dışında duruyor Seyyid Rıza sessizce, belki içeride olup da dersi dinlerken erişemeyeceği her şey kalbine doluyor böylece. Kapının önünde karmakarışık duran ayakkabıları temizliyor, düzenliyor, gururu, kibri akıp giderken, şu sözlerle kulaklarında:  “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı, bir hazine ya da bir kimya bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır gerisi çer-çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşkın ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”

Öykü Defteri