admin tarafından yazılmış tüm yazılar

Altın ve Bakır

Altın ve Bakır, orijinal adıyla Tala ve Mes, 2011 yılı İran yapımı bir filmdir. Filmin oyuncu kadrosunda, Negar Javaherian, Behrouz Shaibi ve Javad Ezati yer alıyor. IMDB puanı 7,6 olan filmin yönetmenliğini ise Humayun Esediyan yapmış.

Humayun Esediyan’ın yönetmenliğini yaptığı bu İran filminde, din öğrencisi Seyyid Rıza’nın hayatı anlatılmaktadır. Seyyid Rıza, dini ilimler ile meşgul bir öğrencidir. Eşinde MS (Multipl Skleroz) hastalığı teşhis edildikten sonra, öğrendiği ilimleri hayata geçirmek zorunda olduğunu düşünür. Esediyan’ın büyük bir başarı ile yönettiği filmde, Tahran’daki günlük hayat gayet güzel bir şekilde ele alınırken, dünyada herkesi ve her şeyi birbirine sıkıca bağlayan aşkı, seyirciye Hafız Şirazi ve Mevlana Celaleddin Rumi’nin şiirsel anlatılarıyla bezeyip anlatmaya çalışıyor.

Dilerseniz filmin künyesine bir göz atalım:

• Yönetmen: Humayun Esediyan
• Oyuncular: Nigar Cevahiriyan, Behruz Şuibi, Cevat İzzeti, Mihran Recebi, Rıza Radmaniş
• Tür: Dram
• Yapım Yılı: 2011
• Senaryo: Hamit Muhammedi
• Ülkesi: İran İslam Cumhuriyeti
• Süre: 97 Dakika
• Orijinal İsim: Tala ve Mes

İnsanın içinde aşk varsa eğer, bakışları, söyledikleri, düşündükleri kısacası tüm hayatı değişir. Nasıl ki insanın içine ilk önce bir aşk ateşi düşer de sonra bu ateş, emek ile uğraşarak sevgi haline getirilir, işte bakır da altına dönüşmek için, tıpkı böyle bir emek ve uğraş gerektirir. Tıpkı, insanın içine düşen aşk ateşinin, sevgiye dönüşmesi gibi…

Homayoun Assadian’ın mükemmel yönetme kabiliyeti ve senaryo sahibi Hamit Muhammedi’nin tesirli dili ile sinemaseverler için adeta bir seyir zevkine dönüşen filmde, şu dünyada yaşayıp giderken, büyük şeylerin peşinde koşmaktan aslında daha küçük ve güzel şeyleri nasıl kaçırdığımız anlatılıyor. Bu film, gözlerimizi ufuktan ayırıp, ayaklarımıza bakmamızı sağlıyor…

Bu film, bilgiye, öğrenmeye, ilim görmeye aşık Seyyid Rıza ile Zehra’nın hayatında bir pencere açıyor bize. Aldığı muazzam eğitime rağmen hala bir arayış içerisinde olan Seyyid Rıza, Tahran’daki bir medreseye giderek, orada eğitimini tamamlamayı düşünür. Ömrünü ilim yolunda harcamaya niyetlenmişken, kendisine ve çocuklarına ömrünü adayan, can parçası eşinin, hastalığını öğrenir. Bu haber onu çok derinden etkiler ve düşüncelere dalar Seyyid Rıza…

Bir gece yarısında düştükleri hastanede düşünür Zehra, aniden ortaya çıkan ve tabiri caizse ocaklarını söndüren bu MS hastalığı, aslında aylardır iyiden iyiye kendini hissettiriyordur. Kocasına ne olacağını düşünür, çocuklarına kimin bakacağını ve onların akıbetlerini düşünür, ancak hiçbir sonuca varamaz.

Seyyid Rıza’yı artık bambaşka bir hayat beklemektedir. Bugüne kadar varlığı ile ilgili hiç düşünceye dalmamışçasına, karısının yokluğunu sonuna kadar hisseder. Yemek yapmak, bulaşık yıkamak, çocukları okula göndermek onun için günlük rutin işler halini alır. Seyyid Rıza artık çok değişmiştir.

Film bize, kalp gözü açıksa eğer, yani kalbi sakat değilse insanın, diğer engellerin hiçbir önemi olmadığını öğretiyor adeta. Mesela Seyyid Rıza’nın komşusunun kızı Ayda, elindeki eski teypten sürekli aynı şarkıyı dinler. Seyyid Rıza’ya destek olur bu zor zamanlarında. Filmin bir can alıcı sahnesi ise, ocakta pişen yemeği gösteren Ayda’nın o yanan yemeği kendi kalbiyle özdeşleştirmesidir.

“Sizin hayır gibi gördüğünüz işlerde şer, şer gibi gördüğünüz işlerde ise hayır vardır. Ancak siz bilmezsiniz.” Ayet-i kerimesine binaen, film gerçekten de şerlerden hayır, hayırlardan şerrin nasıl çıktığını gözler önüne sermektedir. Mesela, Zehra’nın başına gelen bu felaket, bir ailenin dağılmasına engel olur, kaldığı hastanede Zehra’nın hemşiresi olan Sepide, Zehra’dan hayata ve evliliğe dair çok şey öğrenir. Bu sebeple, boşanmanın eşiğine geldikleri kocasına, evliliklerini kurtarmak için bir şans verir.

Sevgilerini de aşklarını da bakışlarının derinliklerinde gizleyebilen ve birbirlerine karşılıksız bir muhabbet besleyen karı koca olarak, Zehra ve Seyyid Rıza, hakikaten de gerçek aşkın nasıl olması gerektiğini, daha doğrusu aslında gerçek aşkın ne olduğunu, oyunculukları ile bize fazlasıyla gösteriyorlar.

“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir…
Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar.
İnsanların arayıp durduğu bu kimya aştır, gerisi çerçöptür.
Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı.
Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz!”

Bu dizeler, yetiyor filmin güzelliğini anlatmaya, şimdiden iyi seyirler…

candide

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Anlık bir karar ile Fransa’dan Tahran’a dönen Guli kendi hayatına yabancılaştığını fark eder. Onu İran’a çağıran geçmişten gelen bir fotoğraf ve ufak bir nottur. Guli ülkesine döndüğünde onu şehrine bağlayan aile bireylerini çoktan kaybetmiştir fakat çocukluğu hala onu beklemektedir.

Ferhat, ilkokul yıllarından beri Guli’ye aşıktır. Öyle ki adam yarı meczup yarı akıllı olarak hayatına devam etmektedir. Ferhat’ın romantik hayalleri, beklentileri ve çocukluğundan biriktirdiği anıları vardır. Guli, hiç hatırlamadığı bu adamdan çocukluğunu dinler; yıllarca Paris’te yaşamış birisi için geçmişi, hayatı ve çocukluğu ile yüzleşmek hem cezbedici hem de korkutucudur. Guli hiç hatırlamadığı anılarını adeta bir hikaye gibi dinler. Tanımadığı biri tarafından kendisine dair her şeyin biliniyor olması Guli’yi rahatsız etmiş olsa da Ferhat’tan bir türlü uzaklaşamamaktadır. Aşkın meczup, sabırlı, masum ve çocuksu halleri ile birbir karşılaşma olanağı tanır Ferhat’ın alışıla gelmişin dışında kalan tavırları.

Guli, Paris’e gelen not ve fotoğrafın göndericisini aramakta ve hikayesini merak etmektedir. Fotoğrafın altından çıkan hikaye ile hem varoluşunu hem de aşkı yeniden sorgulamayı öğrenecektir. Ülkesine dönmesi ile beraber ailesinin izlerini, çocukluğunu ve kendini yeniden bulan Guli için Paris yavaş yavaş cazibesini yitirmektedir. Kimse tarafından tanınmadığı Fransa mı, 20 yıl sonra ani bir karar ile döndüğü, herkes tarafından tanındığı ve anılar ile karşılandığı İran mı; diye düşünmeye başlamıştır bile. 20 yıl boyunca yaşadıkları ve öncesinde olanları öğrenmesi ile karar vermek oldukça güçleşecektir. Guli, seneler sonra gerçekleştirdiği bu seyahatte başka bir Guli ve başka bir hayatla tanışacaktır. Daha önce hiç duymadığı fazlasıyla teslimiyetçi, romantik ve hatta delice bulacağı aşk hikayelerine tanıklık edecektir. Yönetmen Variş yağmurunun sesi ile izleyiciye filmin içinde duygusal geçişler vadediyor.

Senin Dünyanda Saat Kaç?” farklı coğrafyalarda yetişip başkalaşmış hayatların çocukluk evresinde atılan temeller ile özünde ayrışma ve birleşmelerini kendi üslubu ile usulca fısıldıyor. İran sinemasının başarılı örneklerinden birini izlemek, hayatın ve aşkın bambaşka algılarına tanıklık etmek için eşsiz bir örnek. “Bir başkasının gözünden kendini dinlemek keyifli mi yoksa ürkütücü mü?” karar izleyicinin.

myself

Her Gece Yalnızlık

Yönetmen; Resul Sadr Ameli
Senaryo; Kambuzya Pertuvi ve Resul Sadr-Ameli
Yapımcı; Seyyid Kemal Tabatabai
Süre; 82 dakika

Leyla Hatemi ve Hamit Behdad’ın başrollerini paylaştığı “Her Gece Yalnızlık” 2007 yılında vizyona giren dram ağırlıklı bu film İranın sokaklarında, İmam Rıza Türbesinde ve Camiisi’nde çekilmiştir. İzleyenlerin oldukça beğenisini kazanmıştır.

Dram ağırlıklı olmasına rağmen romantizmi de görebileceğiniz psikolojik bir filmdir. Bir çok İran filminde başrol oynayan Leyla Hatemi’nin yine muhteşem performansına şahit olabilirsiniz bu filmde.

Film bir şiir gibi bazen yavaş bazen hızlı, sadece konuya odaklanılmış güzel bir yapım. Aşk, dram işlenilmiş ve tamamen seyirciye aktarmayı başarılmış. Sorunlar yaşanan bir evlilik hikayesi gibi daha çok.

Filmin başlarında üzgün bir kadın ve sürekli emir veren bir koca görmekteyiz. Aralarını düzeltmek için sorgulayan hangisinin doğru olduğuna karar veremeyen bir kadın…Yoldaş mı? Tanıyor muyum? Güveniyor muyum? Diye sorgulayan Atiye güvenmenin daha önemli olacağını düşünmektedir.

Kendini oldukça yalnız hisseden Atiye yaşadıklarını bir günlüğe aktarıyordu. Ancak Atiye evde kendini yalnız hissederken eşi Hamit onun hastalığı için uğraşmakta ve bilgi edinmekteydi. Farkındalığı ve pozitifliliğiyle, bir yandan da asık suratıyla kafa karıştıran Leyla Hatemi usta oyunculuğuyla ne olursa olsun umudunu kaybetmek istemeyen bir kadını bizlere sergiliyor.

Yalnızlığı, aşkı, karamsarlığı ve umudu bu denli anlatan bir film gerçekten inanılmaz. Hepsinin harmanlandığı psikoloji ağırlıklı gerekse filmin akışı gerekse müzikleriyle gerçekten izlediğinizde sizi şaşırtabilecek bir film.

Cennetin Çocukları

Yönetmen; Mecid Mecidi
Yapımcı; Seyit Sait Seyyid-zade
Senaryo; Mecid Mecidi
Süre; 89 dakika

1997 yapımı bir film, Cennetin Çocukları. Gümüş ayı en iyi erkek oyuncu ödülü alan Rıza Naci’yi başrolde görmekteyiz.

Gerçekten harika bir yapım. Yoksulluk ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi. Kız kardeşinin ayakkabılarını kaybettiği için kendi ayakkabısını onla paylaşan bir abi. Ailesinin durumu kötü olduğu için bir çok fedakarlık yapan çocuklar.. Filmin adını hakkıyla veriyorlar.

Yaşları küçük olmasına rağmen Zehra’nın abisi olan Ali’nin oyunculuğu cidden mükemmel, mimikleriyle izleyicilerin içini burkuyor. Küçük yaşına rağmen gerçekten o anı bizlere yaşatıyor.

Filmin ilk 10 dakikasında bile duygu seline kapılabilirsiniz. Kardeşinin ayakkabılarını kaybettiği için üzüntü yaşayan Ali kardeşiyle ailesine zorluk yaşatmamak için ayakkabılarını paylaşmakta, kız kardeşi ondan yaşça küçük olmasına rağmen bu olayı annesine anlatmayıp üzüntüsünü içinde yaşıyor.

Sadece Ali değil, filmdeki herkesin oyunculuğu filmi iliklerinize kadar hissetmenizi sağlıyor. Küçük şeylerle bile mutlu olabilmeyi insanlara öğretiyor, her ne olursa olsun hayat karşınıza ne zorluk çıkartırsa çıkartsın gülebileceğimizi bizlere aşılıyor.

Fazla söze gerek yok aslında, bu film benim favorim oldu. Yoksulluğu, zorluklarla başa çıkmayı, sabrı ve azmi bizlere sunan bu filmi kesinlikle izlemenizi öneriyorum.

Senin Dünyanda Saat Kaç?

İran denince aklınıza gelebilecek çoğu önyargı içeren cümleleri bir kenara bırakın. Düşündüklerinizde haklı olmadığınızı anlayacağınız bir film anlatacağız. Safi Yezdanian’ın ilk uzun metrajlı filmi olan “Senin Dünyanda Saat Kaç?” adlı filmimizde İran’da çok sevilen ve bilinen bir ailenin kızı olan Leyla Hatemi (Gil-i Gül) gerçek hayattaki eşi olduğunu öğrendiğim Ali Musaffa (Ferhat) başrolleri paylaşıyor. Leyla Hatemi’yi Oscar ödüllü “A Separation” filminden de hatırlayanlar olacaktır.

Filmde Güli 20 sene sonra ülkesine gelmeye karar veriyor. Onunla ilk Tahran Havaalanında telefonla konuşurken karşılaşıyoruz. Paris’te ressamlık yaptığı hayatını nedensizce bırakıp ülkesine tatile gelmeye karar vermiş. Annesi öldüğünde bile gelmeyi tercih etmediği memleketine bir anda geldiği için mahallelinin ilgisini çekiyor tabi. En çok da Ferhat’ın. Aslında Ferhat zaten hiç unutmamış Güli’yi. Ferhat Güli’nin hayatıyla ilgili her detayı biliyor, her ayrıntı hakkında yorum yapıyor, eski arkadaşlarını ve onlara ne olduklarını anlatıyor, ölen annesi hakkında bile bilgi sahibi. Bu durum Güli’nin korkmasına sebep oluyor çünkü Ferhat ile hiç tanışmamış. Ferhat’ın anlattıkları memleketinden kopan, annesinin cenazesine gelmeyen, arkadaşlarını pek de hatırlamayan kendine yabancılaşmış Güli’nin hayatını ve anılarını sorgulamasına sebep oluyor.

“Kalp kırmak bir sanatsa eğer, sesi ayarsız bir kaz gazel okur” Güli kendi geçmişini ararken tartıcının söyledikleri takılır bir yerlere. Belki cenazesine neden gitmediğini bilmediğimiz annesini düşünür. Güli eski evinin etrafında gezerken sürekli her köşeden bir anı çıkar. Bazen Ferhat’ın anılarına da denk geldiğimiz olur. Güli’nin annesi Havva ile olanları görürüz. Ferhat bazen Fransız usülü peynir hazırlıyordur, Havva Hanım Güli gibi kahvaltı edebilsin diye bazen bir Boş çorbası yapıyordur. Ferhat bu arada çocuklara Fransızca öğreten bir öğretmendir bir yandan da çercevecidir. Gençlik fotoğrafını çerçeveletip şehrin sokaklarını bir de onunla gezmek isteyen Necdi Bey beni çok etkiledi, arkada çalan müzikle kendimi bir anda Çağan Irmak filmlerinden birindeymişim gibi hissettim.

Müzik severleri de eli boş çevirmeyecek bir film. Christophe Rızai tarafından yapılan açılış müziği Güli Can tavsiyemizdir. Kulaklarınıza çok aşina gelen melodiler duyarsanız şaşırmayın.

Kara gözler..
Derin gözler..
Tüm sırlarımı bilen gözler..
Gelmemi bekleyen gözler..

 

Senin Dünyanda Saat Kaç?

Senin Dünyanda Saat Kaç?” (2014) Leyla Hatemi ve Ali Mussafa’nın başrollerini paylaştığı hem Fransızca hem de Farsça çekilmiş, Safi Yazdanian’ın yönetmenliğinde 1 saat 36 dakikalık film, bir aşk hikayesini konu almakta.

Bir anda karar alıp İran’a dönen Gil-i Gül İbtihac, ona aşık olan Ferhat’la sürekli karşılaşmaya başlarB Biraz yavaş ilerleyen ve insanın kafasını karıştıran bu filmde oldukça zarif ve nazik bir aşk hikayesi işleniyor insanın içini ısıtıyor ve imrendiriyor.

Kadının karşısına çıkan Ferhat, Güli hakkında her şeyi ezbere bilmektedir neredeyse, bundan haberi olmayan Güli durumu pek anlayamaz. Tuhaf olan kısmı ise eskiden bir şeyler yaşamış olabileceği birini hiç hatırlamamasıdır. Ancak oldukça zararsız bir aşk besleyen Ferhat aşkı için çabalamaktadır.

Bu filmin en ilgi çekici kısmı ise başroldeki oyuncuların gerçek hayatta evli olmaları.

İzleyenlerin de dediği gibi kesinlikle izlenmeli bir film mi? Şöyle ki eğer yavaş ilerlemeyen bir film istiyorsanız pek size göre değil fakat zarif bir aşk hikayesi ve felsefe dolu bir film istiyorsanız tam sizlere göre bir film. Kesinlikle öneriyorum.

Bir Ayrılık

Senaristliği ve yönetmenliği Asğar Ferhadi tarafından gerçekleştirilen ‘Bir Ayrılık’ adlı filmin oyuncu kadrosunda Peyman Muaadi, Leyla Hatemi ve Sare Beyat gibi isimler yer almaktadır. Film, Berlin Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Kadın Oyuncu” dallarında ‘Altın Ayı’ ödülü kazanmış olan ilk İran filmidir.

Film; Tahranlı orta sınıfa mensup genç bir çiftin ayrılma kararıyla ortaya çıkan sorunları ele almaktadır. Filmin kadın kahramanı Simin, 11 yaşındaki kızı Terme için iyi bir gelecek kurma amacındadır ve bu yüzden kızının daha iyi bir eğitim alabilmesi için yurtdışına gitmeyi planlamaktadır. Ancak eşi Nadir, Alzheimer hastası olan babasını yalnız bırakamayacağı için bu fikre sıcak bakmamaktadır. Nadir, babası ile ilgilenmesi için bir bakıcı tutmuştur ancak kadın işi alabilmek için Nadir’den hamile olduğunu gizlemiştir. Daha sonra kadının çocuğunu düşürmesi üzerine olaylar cereyan etmeye başlamış ve filmin ana eksenini de bu ilişkiler ağı oluşturmuştur. Aralarında uzlaşma sağlanamadığı için boşanmaya karar veren çift için asıl sorun kızları Terme’nin kiminle kalacağı problemidir.

Yönetmen, ekran karşısında pasif bir konumda olan seyirciyi aktif bir konuma kaydırarak filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar olayları dinleyen ve bir karara bağlamak isteyen hâkim pozisyonunda tutmayı başarmıştır. ‘Bir ayrılık’ teması üzerinden ortaya çıkan çatışma, zıt duygular üzerinden (gitmek-kalmak, duygusallık-rasyonalite…), farklı bir olay örgüsü ve pek çok soru işareti ile izleyiciye başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. Ayrıca film boyunca ahlaki algıların değerlendirilmesi sorgulanmakta ve İslami İran’ın sosyal durumu ayrıntılı bir şekilde ele alınmaktadır. Ferhadi seçmiş olduğu karakterler üzerinden, haklılık-haksızlık, dürüstlük, aile bağları, evrensel adalet hissiyatı çerçevesinde sınırlı seçeneklere sahip bireylerin, olaylar karşısında takındıkları tavırları, tercihleri ve tepkileri irdelemektedir.

Ferhadi, sınıflar üzeri duyulan bir güvensizliği, seçtiği karakterler üzerinden tüm örnekleri ve yönleriyle, mesaja boğmadan ve anlattığı öyküyü dağıtmadan ortaya koyabilmektedir. Türler arası geçişte son derece başarılı olan yönetmen böylelikle seyirciye karakterlerin ruhlarını inceleme ve anlama imkânı sunmakta, karakterlerine eşit bir mesafeden yaklaşmaktadır. Yargıç rolünü üstlenmiş olan seyirci de film süresince doğru soruları aramaya çalışmakta ve ‘kim haklı, kim suçlu?’ sorularının yanıtını aramaktadır.

Seyirci, filmi izlerken bir sonuca varamamakta ve hiçbir karakteri suçlayamamaktadır. Film boyunca asla bir tarafın mutlak haklılığına dair bir yargı yakalanamamakta, yönetmenin bakış açısındaki derinlik ve zenginlik burada kendisini yoğun bir şeklide hissettirmektedir. Güçlü bir senaryo ve muhteşem oyunculuklar eşliğinde, mütevazı bir bütçeyle ve sınırlı mekânda çekilmiş olan film, evrensel bir yorum ortaya koymaktadır.

Herhangi bir iddiası olmadan gerçekten büyük etkiler yaratmış olan Asğar Ferhadi, kendisiyle filmi için yapılan bir röportajında şunları söylüyor; “Ben seyircinin düşünmesini istiyorum, ona bu fırsatı veriyorum. Bu tarzda çekilmiş filmler izleyicisini keşfetmeye ve anlamaya yöneltir.”

Sanatın bir endüstriden çok daha öte ulvi bir gayesi olduğunu ortaya koyuyor bu başarılı film.

Saniye Yaşar, İslami Analiz

Aşkın Bedeni, Eli-Ayağı Var

00

Bu dünya iyilikle dolu; insanlar birbirine emek veriyor ki eksikler tamamlansın, çocuklar büyüsün, engelliler kanat takıp uçsun, birinde olan ötekinde de olsun. Kötülüğün gürültüsü kulakları sağır edince, ince işlerin sesini duymak karıncanın ayak sesini duymak kadar zorlaştı.

Altın ve Bakır (2011) filminin yönetmeni Humayun Esediyan son derece yavaş akan neredeyse gerçek yaşamla aynı anda ilerleyen bir aşk hikayesi anlatmış. Seyyid ile Zehra’nın birlikte dokudukları halıda müşahhaslaştığı gibi, dualarla, renklerle, hastalık ve fedakarlıklarla geçen bir hayat.

Seyyid Rıza Kazım Nişaburî hayatını ilme adamış, o medrese senin bu medrese benim dolaşarak bir arının bal toplaması gibi çalışıp çabalayan genç bir öğrencidir. Çocukluğunda Nişabur’da başladığı eğitimine Meşhed’de Han Medresesinde devam eder. Kelam, Tefsir gibi dersler veren hocaları takip ettikten sonra Yezd şehrindeki bilgi kısmetinin peşinde koşar. Sonunda ünlü alim Hacı Rahim Bey’in ahlak derslerine devam etmek üzere Tahran’a geldiğinde yanında karısı Zehra, ilkokula giden kızı Atıfe ve henüz emeklemeye başlayan oğlu Ali Emir var.

Yaşlı ev sahibi Azam Hanım kutular dolusu kitabı eşya sanıp bu dünyaperestliği yadırgamıştır. Kendisi dul bir kadın olarak oldukça şikayetçi bir kişi, down sendromlu genç bir kız olan evladını mümkün mertebe gözlerden uzak tutmaya çalışmak onu psikosomatik hastalıklara düçar etmiş.

Seyyid derslerine şevkle devam ederken evde çocuklara bakan, ev işlerinden başını kaldıramayan, yemek yapmak için çırpınan, para kazanmak ve kocasını rahatlatmak için halı dokuyan Zehra’nın kanatları altındadır adeta. Karısının derin aşkını, yaptığı beş kuruş getirmeyen işine, sonu gelmez öğrenciliğine olan saygısını, fedakarlığını çok sonra anlar Seyyid. Ne zaman ki Zehra MS hastalığına yakalanıp gözleri görmemeye, ayakları tutmamaya, takatten kesilmeye başlar o zaman bilir ki karısı gören gözü tutan eli delice koşturan ayağıdır. Aslında Zehra’nın böyle parasız bir öğrenciyle ilmine hürmeten evlenmesi de nadide bir durum. Seyyid’in aynı konumda olan nice arkadaşı hiçbir kız ya da ailesi kabul etmediğinden evlenememekten muzdariptir.

Zehra hastalığın pençesindeyken Seyyid artık ne bir satır okuyabilmekte ne de derslere devam edebilmekte. Başka bir ders açılmıştır hayat medresesinde, nazari ahlaktan çok ötede hayati ahlak dersi. Karısının ilaçları, tetkikleri, tedavisi için koştururken, biteviye yemek bulaşık temizlikle uğraşırken, bebeğin doyurmaktan banyoya, temizlikten avutmaya akıl almaz zor bakımıyla ilgilenirken hırçınlaşır biraz. İlim tahsil etmeye geldiği şehirde tamamen uzak düşmüştür gayesinden.

Zehra’nın da kızına biçtiği elbiseyi dikememek, çocuklarına yemek yapamamak, halısını dokuyamamak ve kocasını bu iş karmaşası içine atmış olmak yüreğine oturur. Seslerini birbirlerine ilk kez yükseltip kavga etmenin ardından Allah’tan gelene teslim olmayı seçmeleri, yatışıp barışmaları çok önemli. Seyyid ilmine rağmen öğretmenliği kabul etmeyen bir hal içindeydi ve daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu. Fakat artık bambaşka bir ilimle karşı karşıyaydı; nazariyelerden, kitaplardan taşan afaki ahlakın gerçek hayattaki sınanmasıyla. Kitabı olmayan bu ilmi öğrenmenin yolu bilgiyi kuvveden fiile çıkarmak için emek vermekten geçiyordu.

Kızını okula bırakıp bebeği kucağında derse gitmiş, içeri girmeden kapı aralığından dinlemeye başlamıştı. Onu gören bir molla, erkek adamın böyle bebekle gelmesinin medresenin izzetini zedelediğini söyleyerek kalbini yaralasa da aldırmadı Seyyid. Ciltler dolusu kitap hayat sahnesine çıkmıştı ve hocanın kapı aralığından gelen sesi de “bilgi biriktirmek yerine, bildiklerinizle amel edin” diyordu.

Oldukça durağan olan filmi çekici kılan Türk sinemasında alışık olmadığımız biçimde dindar kişilerdeki iyi yanların nazara verilmesi. Bizde hocalar hacılar sinema ve edebiyatta daima dini istismar eden, riyâkar, cahil, bencil, art niyetli, nobran kişiler olarak tasvir edildiğinden; insan, dini birikimin kişiye kattığı iyi şeyleri görmeye hasret kalıyor. Genç bir din adamının hayatını amaçlarını hastalanan karısının ayaklarının altına sermesi karşısında duralamamak ne mümkün.

Görme yetisini kaybetmeye başlayan Seyyid’in müşteriden avans aldıkları için Zehra’nın yerine geçip bitirmek zorunda olduğu halıyı dokurken gül almak için tekrarladığı dersler, zahir ile batın kitapla fiil arasındaki ilişkiyi açığa kavuşturuyor. Bıçakla parmağını kestiğinde, Zehra böyle durumlarda yaraya tuz basmayı öğretiyor ona, ninesinden öğrendiği gibi.

Ev sahibi Azam’a gelince, ne kadar söylense de yine de onlara yardım etmekten alıkoyamıyordu kendini. İnsanın içindeki sonsuz iyilik ve merhamet aksine izin vermezdi zaten. Kızı Ayda engelini aşıp bebeğe bakıyor, kendisi ise yemek yapıp getiriyordu. Seyyid ve Zehra da Ayda’yı gün yüzüne çıkarmış, ekmek ve sevgilerini paylaşmış ve yanlarından hiç ayırmaz olmuşlardı. İki aile iki komşu birbirini bütünlüyor, kusurları gece gibi örtüyor, bir aile başka bir aileyi dağılmaktan kurtarıyor, birbirinin dermanı olabiliyor. İşte bunlar hep kitap dışı.

Seyyid ailesiyle birlikte Azam ve Ayda’yı da alıp kırlara götürdüğünde herkes kendince eğlenirken o yerinden kalkamayan karısına aşkının nişanesi olarak şiir yerine İnşirah suresini okudu.

“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şanını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır…”

Ardından da aşkın mizan ve menziline Allah için sevmeyi koyan, Musa peygambere hitap eden ayetleri okudu. Böyle bir film olacak fonda Hafız Şirazi’den beyitler geçmeyecek!

“Onun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi.
Evet senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur.
Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı,
Çünkü aşk ilmi hiçbir kitapta yazmaz”

Yıldız Ramazanoğlu, Serbestiyet

Resim Havuzu

Yönetmen: Maziar Miri
Yapım: 2013 / İran İslam Cumhuriyeti
Tür: Dram, Aile
Süre: 92 Dakika

Oyuncular: Şahap Hüseyni, Nigar Cevahiriyan, Fereşte Sadr Urefai..

Sinemayı, film izlemeyi, anlatılan bir hikayenin içinde kaybolmayı hepimiz severiz. Sinema günlük hayatın koşuşturması içinde sığındığımız liman olur çoğu zaman, Kendi hayatlarımızdan biraz olsun uzaklaşıp, hikayelere sığınırız. Filmin konusu ne olursa olsun, insan zaman zaman film izlerken kendini o kahramanların yerine koyarak empati yapmaya çalışır. Sinema tarihinde dramı sahiplenmiş ve bize en doğal haliyle dram hikayeleri anlatan filmlerin çoğu ise İran sinema kültürüne ait filmlerdir. İran sineması bize dram hikayeleri anlatırken aynı zamanda insana, hayatı, inancı, Allah sevgisini de en doğal şekilde sorgulatır.

İran sinemasında alışkın olduğumuz dram yüklü ve etkileyici filmlerinden biri de iranlı yönetmen Maziar Miri imzası taşıyan 2013 yapımlı Resim Havuzu filmi olarak karşımıza çıkıyor. Resim Havuzu farklı hikayesiyle, diğer insanlardan farklı olarak yaşamak zorunda olan karakterleriyle, izleyicileri derinden etkileyen, içerisinde aşk, zorluklar, farklılıklar barındıran ve mutlaka izlenmesi gereken bir film.

Filmde, ilk olarak bize göre farklı olarak dünyaya gelen yetişkinler olan, Meryem ve Rıza ile tanışıyoruz. Gerçek hayatta etrafımızda çoğu zaman karşılaştığımız ve belki de hayatlarını önemsemediğimiz, farklı insanlardan olan Meryem ve Rıza’nın hayatlarında karşılaştıkları zorluklara, bu zorlukların üstesinden sevgi ile, mücadele ile nasıl geldiklerine, ilk kez bu kadar yakından tanıklık etme şansı tanıyor bize İranlı yönetmen Maziar Miri.

Önyargılarımız, içinde bulunduğumuz dünya, yaşadığımız çevre Meryem ve Rıza’nın bizden farklı olduğunu söylüyor, hatta onları hasta olarak nitelendiriliyor ama bu filmi izleyip de onların hayatlarına, mahçupluklarına, saflıklarına şahid olduğumuzda, ön yargılarımızdan eser kalmıyor ve onlardan birine dönüşmüş olarak buluyoruz kendimizi. Onlar bu farklılıklar sayesinde birbirlerini bulmuş, normal insanlardan çok daha mütevazi ve iyi yaşayan kişiler. Bu mutlu aile tablosunda, sahip oldukları evlatları ise onların farklılıklarıyla yüzleşmek zorunda kaldıkları ve çok zorlandıkları nokta oluyor. Ancak mutlu bir ailenin olmazsa olmazlarını bir anne, bir baba ve bir evlad değil mi zaten. Güçlü aile bağları ile, sevgi ile, inanç ile üstesinden gelinemeyecek bir dert ve sıkıntı var mı zaten dünyada? İşte Resim havuzu filmi tam olarak bize bu sorunun cevabını, güçlü ve sarsıcı bir hikaye ile yanıtlamaya çalışıyor.

Bilge Kepir

Cennetin Rengi

Yönetmen: Mecid Mecidi
Yapım: 1999 / İran İslam Cumhuriyeti
Tür: Dram
Süre: 90 Dakika
Oyuncular: Hüseyin Mahcup, Muhsin Ramazani, Seleme Feyzi

“(Ey mü’minler! Deyiniz ki, bizim boyamız) Allah’ın boyası(dır). Allah’ın boyasından boyası daha güzel olan kim vardır? Ve bizler ancak ona ibadet edenleriz.” (Bakara Suresi 138. ayet)
İran sineması dendiğinde akla gelen ilk şey şüphesiz dram türüdür. İran sineması, dramdan ve teşbihten beslenir. Tüm sahiciliği ile bize etkileyici dram hikayeleri anlatarak, derin izler bırakır. İran’ın dünyaca tanınmış yönetmenlerinden olan Majid Majidi’nin senaryosu yazıp yönettiği Reng-i Hüda, diğer bir ismiyle Allah’ın Boyası, sabır, şükür ve inanç üzerine kurulu ve izlendiğinde insana bu kavramları en içten duygular ile sorgulatan, hayata bağlılığı, kainat ve ondaki yaşam ile hemhâl olmayı, sahiden görebilmeyi, yaşamı gerçekten hissedebilmeyi dram ve hüzünle harmanlayarak sunan en başarılı İran filmlerinden biri olarak karşımıza çıkar.

İran haricinde diğer ülkelerde de The Color of Paradise (Cennetin Rengi) adıyla gösterime giren 1999 yapımı film, yönetmenin dördüncü uzun metrajlı filmidir.

Majidi’nin Muhammed adında görme engelli küçük bir çocuğun hikayesini anlattığı Allah’ın Boyası filmi “Ey Gören fakat Görünmeyen! Yalnız seni ister, yalnız seni zikrederim” anlamındaki Farsça dua ile başlar ve Majidi’nin film boyunca İslami literatürde “Sıbgatullah” olarak geçen “Allah’ın boyası”, yani inanan kişinin yaratıcıya kulluk etmesini anlatan deyimden etkinlendiğini açıkça görürüz.

Doğuştan görme engelli olan Muhammed Tahran’da görme engelli çocuklar ile beraber yatılı bir okulda eğitim görmektedir. Muhammed’in çok özel bir çocuk olduğunu, dünyayı, tüm dikkati ile anlamlandırmaya çabalayıp, kainatı adeta parmak uçlarıyla gördüğünü daha ilk sahnelerden anlarız. Ardından yaz tatili gelir ve oğlunu köydeki evlerine ninesi ve kız kardeşlerinin yanına götürmek üzere babası Tahran!a gelir. Muhammed’in masumluğunu, iyi kalpliliğini daha ilk sahnelerden nasıl hissettiysek, babasınında can sıkıcı, bencil ve şefkatsiz biri olduğunu o denli anlarız. Muhammed’in babası Haşim; film boyunca oğlunun görme engelli oluşunu bir türlü kabul edemez ve onu adeta bir yük olarak görür. Bu hislerini Muhammed’e bütün yaz tatili boyunca yansıtacaktır. Köyüne dönen Muhammed ninesinin ve kız kardeşlerinin ona karşı duyduğu sevgi ve ilgiyle köyünde güzel zamanlarda geçirir. Ta ki babası ölen eşinin ardından yeniden evlenmeye karar verene kadar. Babası, evlenmeye niyetlendiği kızın ailesinin kör çocuğundan haberdar olmasını arzu etmemektedir ve Muhammed’in ve ninesinin tüm karşı çıkışlarına rağmen onu köyden uzak bir yerde yine kör bir marangozun yanına çırak olarak gönderir. O zamandan sonra yaşananlar, hem Muhammed için, hem babası, hem de ninesi için bir drama dönüşür. Bir tarafta; “Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım ve bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dahil, herşeyi anlatacağım.” diye hıçkırıklara boğulan, hayatın şifresini çözmeye çalışan o ufacık elleriyle taşlarda, rüzgarda, buğday tanelerinde ve bir ağaçkakanın tak taklarında Allah’ı arayan küçük Muhammed… Diğer tarafta ise, hırsının ve yalnızlık korkusunun esiri olmuş, bunlarla dünyaya bağlı ve oğlunu dahi kabullenemeyecek kadar nefret edilesi bir mizaca sahip bir baba…
İşte Allah’ın boyası filmi tam da dünyaya dalıp, bencilce kalbine kör olmaktansa, kalbine bakıp, dünyaya kör olanların hikayesini anlatıyor.

Bilge Kepir