Kategori arşivi: Film Kritikleri

İran Filmleri Üzerine Eleştri ve Yorumlar

Suya Düşen Elmanın Ardından

“Kulakların rüzgar, yaprak, ağaç ve su seslerine alışkın değil. Alışmalısın! Çok güzel bu! Kuşların şarkıları birbirinden farklıdır, Tanıman gerekir. (Bunları) duymayan sağırdır. Ama, çokları bilmez.”

Bir zamanlar, zihnimde dolaşıp duran bir sorunun ardından gelen ayeti yazmıştım buraya: “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer-36) Bugün tam da bu ayetle başlayan bir film izledim; “Elma ve Selma“. Şimdi, yine hem bu ayet hem de filmin getirip kucağıma bıraktığı sorularla geziniyorum. Nicedir unuttuğum, unuttuğum için de kendime kızdığım sorular, unutulmaması gereken sorular, içinde cevabını bir tokat gibi saklayan sorular…

Film, bir din öğrencisinin suya düşen bir elmanın ardından gidişinin hikâyesi, eve dönüşle başlayan bir yolculuk hikayesi. Din öğrencisi Sadık ailesini ziyarete gelmiştir, çiçeklerin, diz boyu otların arasında geçerek eve ulaşır, babasının serasında, çiçeklerin ve ağaçların içinde, annesinin bakımı, ilgisiyle cennet gibi bir hayatın ortasındadır. Üstelik, annesi onunla evlendirmeyi düşündüğü melek gibi bir kızdan bahseder. Melek diye mırıldanır Sadık, aklına babasının ona çocukken anlattığı bir hikâye gelir, babasının sonunu bir türlü anlatmadığı bir hikâyedir bu, iki meleğin hikayesi: Görevleri hakkında konuşuyorlarken, bir melek diğerine “Niçin yeryüzüne indin?” diye sorar. O da, bir kâfirin balık tutmaya çıktığını, ama hiç balık tutamadığını anlatır ve der ki:  “Ben de, geldim ki, ağına birkaç balık göndereyim, gününü kurtarsın.”

Babasından hikayeyi tamamlamasını ister Sadık.  Babası, şimdi tam da hikâyenin kalanını sana anlatma zamanı diyerek anlatmaya başlar:

İkinci melek, “Sabah erkenden işe çıkan bir adamı ziyaret edeceğim” der. “O adam bugün oruç tutuyor. Görevim, onun iftar edeceği vakit, küçük sofrasını dağıtıp, yemeğini toprağa bulaması için, rüzgâra emir vermemdir.”

Filmin hikâyesi de sanki ikinci meleğin görevini yerine getirmesiyle başlar. Sadık tam eve dönmüşken, kendine bir ev kurma hazırlıklarıyla yola çıkmışken, yol onu bambaşka bir noktaya sürükleyecek, sevinçle oturmak üzere olduğu sofrayı rüzgâr dağıtacaktır.

Sadık’ın yolda namaz kılmak için girdiği bahçede kuvvetlice esen rüzgârla bir elma dalından kopar ve suya düşer. Sadık elmayı alır ve yer. Sonra bu bahçenin bir sahibi olduğunu fark eder, helallik istemek için yanına gider ancak bahçenin gerçek sahibi o değildir. Bahçenin gerçek sahibini aramak için yolculuğuna devam eder.

Bu yolculukta Sadık’ın karşılaştıkları, yaptıkları bizim de kafamızda sorular uyandırır, onun yerinde olsak böyle davranır mıydık? “Ne olacak, suya düşmüş ye gitsin.” diyen adamın sözleriyle yetinir miydik? Bu çağdan bakıldığında (sen gerçekten asrımızda mı yaşıyorsun, diye sorar Selma) bir yerlere oturtamadığımız, anlayamadığımız bir yoldadır Sadık, yediği her lokmanın helal olması endişesinin ağırlığını taşıyarak ilerler. Gerçekten mi deriz Selma gibi, bir elma için mi, bir tanecik elma, ne önemi vardı, zaten suya düşmüştü.

Filmi izlerken kendime sık sık şu soruyu sordum: Neden Allah’ın emrettiği yoldan yürümek, O’na yakın olmak için uğraşmak adına insanların peşinden bunca koşturuyor, bir “helal ettim”i duymak için neden bu kadar acı çekiyor? Bir yerlere çekilip ibadetle meşgul olmuyor ya da tövbe etmiyor? Tam da hayatın içinde, ayağının kaymasına bu kadar yakın olduğu bir yerde çok dikkatli adımlarla ısrarla yürümeye çabalıyor. Onun sorumluluğunu sessizce üstlenerek, şikayet etmeden, kimseyi suçlamadan, kaderini kabullenerek yürüyüşünü anlamaya çalışırken şu ayet geliyor aklıma: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemedir, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir” (Ahzâb, 33/72)

Sadık, bir elmadan ne olur ki, demeyip oradan oraya savrulurken sanki o dağların yüklenmediği emaneti taşıyor sırtında. Elmanın sahibini bulmaya çalışırken çektiği acının büyüklüğünün kaynağı burada yatıyor aslında, dağların yüklenemediği sorumluluğu sırtına alışında.

Sorumluluk denilince insanın kendisiyle mücadelesi de başlıyor, sorumluluk ancak yalnız başımıza taşıyabileceğimiz, bir başkasına yükleyemeyeceğimiz bir şey çünkü, ayetlerde  de herkesin kendi yaptıklarından sorumlu olduğu sık sık vurgulanıyor, bu yanıyla biraz ölüme benziyor sorumluluk, herkes nasıl kendi ölümüne ulaşacaksa sonunda kendi yaşamının sorumluluğunu da üstlenmek, bu yüzden işe kendinden başlamak zorunda. Başkalarının neyi ne kadar doğru yaptığını ölçmekle, eleştirmekle ya da başkalarının söyledikleriyle, yaptıklarıyla uğraşmakla değil, kendi nefsiyle savaşmakla yükümlü.

İnsanların ne düşündüğü, neyin çoğunluk tarafından doğru kabul edildiği, yapacakları nedeniyle tuhaf bulunup bulunmadığı önemli değil Sadık için. Allah’ın emrettiklerinden bir adım dâhi sapmama gayreti içinde yürüyor o. İnsanlarla meselesini halletmeden gidip eğitimine devam edemiyor. Öğrendiklerini, bildiklerini yaşamında gerçekleştirmeden rahat uyuyamıyor. Bilmekten çok yaşamaya, bildiklerini yaşama geçirmeye önem veren bir dinin mensubu olarak suya düşen bir elmanın ardından gidiyor bu yüzden.

Filmin ardından şunu dedim kendime; çok uzaklarda aramaya gerek yok, imtihanımız burada, birbirini izliyormuş gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan günlerimizde, zamanlarımızda, yürüdüğümüz yollarda, söylediklerimizde, peşinden koştuklarımızda gizli. Başkalarının iyiliğinde/kötülüğünde değil, kendi nefsimizle ettiğimiz mücadelede gizli. “Neden korktun?” sorusuna Sadık’ın verdiği “kendimden” yanıtında gizli.

Öykü Defteri

Altın ve Bakır

Bu akşam izlediğim “Altın ve Bakır” filmi; bilmekle yaşamak arasındaki derin uçurumun hikâyesiydi. Tahran’a ilim öğrenmekle meşgul olacağı bir hayatın özlemiyle gelen Seyyid Rıza’nın, kendini zorlukların, sırtına ağır gelen yüklerin içinde, kitaplarla haşır neşir olmayı beklerken yaşamını sürdürme mücadelesinde bulmasının, aşkı bilmesinin öyküsü.

Aşkın öyküsü elbette kelimelerle anlatılamaz, ateşin içine kendini atmadan, yanmadan anlaşılamaz, kitaplardan okunamaz. Şems’in Mevlana’ya kitaplarını attırması, Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kiyl-ü kâl imiş ancak.” demesi geliyor hemen aklıma. Şüphesiz bu sözleri, örnekleri de ancak sınırlı bilgimizle anlayıp anlamlandırabiliyoruz. Okuyarak anladığımızı zannediyoruz, düşünerek çözdüğümüzü, sonuçlara ulaştığımızı. Akılla dünyayı dize getirebileceğine, akılla gelişmeye, ilerlemeye inanan insanları gördükçe, Ayşe Şasa’nın,  Delilik Ülkesinden Notlar kitabında yazdıklarını/yaşadıklarını anımsıyorum hep.  “En çok güvendiğim şey olan zekam beni terk edip gidip gelmeye başladı. O zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anladım. İnsanın aczi neymiş? Dünyaya aşağıdan bakmak neymiş? Dara düşmek, derde düşmek, güvendiğin dağlara kar yağmak neymiş? Unutulmak, dışlanmak, kaybeden kişi olmak, düşen kişi olmak neymiş? Bunların hepsini öğrendim. Ve buradan, sıfırdan başlayan bir eğitimle başka bir türlü dünyaya adım attım.”

Tahran’a eğitim için gelen Seyyid Rıza da kendini hiç beklemediği bir yerde bulup sıfırdan başlıyor hayata. Düştüğü yerden, dışlandığı, kınandığı, çaresiz kaldığı yerden. Buradan içine bakıyor, acısıyla burkulan kalbine, çocuk haline… Karısının MS hastası olduğunu söylüyorlar hastanede, bir doktor diğerlerine:  “Bakın işte size bir MS vakası, merak ediyorsunuzdur.” diyerek veriyor bu haberi. Eşini, hastalık hakkında doğru düzgün bilgilendirilme gereği bile duymuyorlar. İzlerken bağırıp çağırmak, hastayı bir vaka olarak görenlere  haykırmak geliyor insanın içinden. Seyyid Rıza susuyor.  Zehra onu inceleyen, hasta yokmuş, yalnızca hastalık varmış gibi davranan doktorların konuşmalarına dayanamayıp yüzünü örtüyor.

Hastalıkla birlikte, hem Seyyid Rıza hem de Zehra için sahip oldukları şeylerden bir bir vazgeçtikleri acı dolu bir süreç başlıyor.  Zehra en iyi bildiği yerde, evinde bir yabancı gibi kalıyor, yürümekte, ellerini kullanmakta zorlanıyor, çocuklarına bakamıyor.

Çoğalttığımızı, arttırdığımızı sandığımız bilgimiz acıyla sınandığında kuruyup dökülüyor, geriye hiçbir şeyi olmayan insan kalıyor, sonsuz dünyada bir nokta, dünyanın merkezinde sandığı, hep sürüp gidecekmiş gibi gördüğü hayatı varla yok arası, kendisine ait sandığı her şey; sağlığı, yürümesi, konuşması, görmesi, bilmesi, elleri, ayakları kendine ait değil, her an bir uçurumun kıyısında düşmeye yakın.

Seyyid Rıza ve Zehra rahat ve düzenli bir hayattan dağınık ve meşakkatli bir hayata düşüyorlar aniden, hiç beklemedikleri bir anda. Gün be gün kötüleşen hastalık bir yandan, ekonomik sıkıntılar bir yandan bastırıyor. “Hayatın bir ölüm, aşkın bir uçurum” (Sezai Karakoç, Yağmur Duası) olduğu yerde duruyorlar sanki, bizim kelimelerle bil/e/me/diğimiz yerin tam ortasında inançla, aşkla duruyorlar.

“İnsanlar kelimelerin ne anlama geldiğini bilmeden okuyorlar, çünkü kelimelerin anlamları, o kelimeleri kullanan kişilerin tecrübeleri ile farklılaşır.” (Ömer Mikail Burka; Sufiler Arasında) diyordu bir kitapta. Seyyid Rıza ve Zehra acıyla sınanırken kelimeleri azalıyor belki ama kelimelerinin anlamları derinleşiyor.

Bir caminin kapısının dışında duruyor Seyyid Rıza sessizce, belki içeride olup da dersi dinlerken erişemeyeceği her şey kalbine doluyor böylece. Kapının önünde karmakarışık duran ayakkabıları temizliyor, düzenliyor, gururu, kibri akıp giderken, şu sözlerle kulaklarında:  “Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı, bir hazine ya da bir kimya bir iksir. Mutluluğun sırrını yanlış şeyde arıyorlar. Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar. O’nun aşkının kimyasından bu kara yüzüm altın oluverdi. İnsanların arayıp durduğu bu kimya aşktır gerisi çer-çöptür. Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı. Çünkü aşkın ilmi hiç bir kitapta yazmaz.”

Öykü Defteri

Yedinci Günün Sabahı

Hırsızlıktan defalarca kez hapse girip, çıkmış Rıza’nın gaflet uykusundan uyanamayıp, bir yaprak gibi pervasızca savruluşunu konu alan eşsiz bir yapıt; “Yedinci Günün Sabahı”…

 

Sinan uslanmayan bir hırsız, hayatını kolay yollardan kazanmaya alışmış, kanaatkâr olmayı beceremeyen bir insandır. Hapisten çıktığı ilk gün onu karşılamaya ne karısı Leyla ne de oğlu gelmiştir. Sinan Leyla’yı arayıp neden gelmediğini sorar; Leyla kararlı bir şekilde boşanmak istediğini; oğlunun bile babasından utandığını, arkadaşlarının okulda dalga geçtiğini söyler.

 

Abartılı bir beğeniden kaçınmaya çalışsam da yönetmen ve oyuncuların performansları görülmeye değer; karakterlerin üstlendiği roller gerçek yaşamın içinden kesitler sunuyor.

Şahsi fikrime göre “Yedinci Günün Sabahı”; yaşamın içinden, saf duyguların yoğun olduğu bir film…

 

Filmde ajitasyon; gerektiği kadar olmuş ve yer yer güldüren sahnelerin olmasıyla filmde denge kurulmuş; filmin akışı boyunca konu bütünlüğünün korunmuş olması, konudan konuya atlamayıp “bir bundan bir şundan bahsedeyim” dememiş olması filmi daha etkileyici kılıyor. Film, hayatın gerçeklerini, doğrularını insanın suratına tokat gibi çarpıyor. Benliğine işliyor adeta, gülerken dahi bir hüzün oluşuyor…

 

Bu filmde kahramanımız Sinan’ın umutsuzluklar ve geri dönüşü olmayan suçları yüzünden pişmanlıklarını, düzgün yaşamak için çırpınışlarını gördüm, kafamda birçok cevaplanmayı bekleyen soru oluştu, filmden, içeriğinden daha çok bahsetmek istiyorum, çünkü belki benim sayemde bu güzel filmi izleyip, eğlenmek, ders çıkarmak, hoş zaman geçirmek isteyen birileri olabilir, vesile olmak isterim..

 

Sinan bir umut evine gitmiş, karısı onu eve almayınca bir pansiyona yerleşmiş; Mansur ve Cihangir adında iki kişiyle aynı odayı paylaşmıştır. Mansur eski bir at terbiyecisidir, yaptığı bir hata sonucu mesleğini bırakmış, pansiyonda yaşayarak kendini insanlardan soyutlamıştır.

Sinan’ın hayatında garip giden olaylar cereyan eder, pansiyona geldiği gün ne yaşadıysa sonraki günlerde o günün bir tekrarı olarak karşısına çıkar; ilk günler bu durumun farkında olmasa da sonradan kafasına dank eder; bir sonraki gün bir öncekinin aynısıdır. Pansiyona geldiği günün sabahında; uyuyup uyanmış elini yüzünü yıkadıktan sonra Mansur Bey’le kahvaltı yapmıştır, kahvaltı bittikten sonra dışarı çıkmak için merdivenlere yönelmiş basamakların başında Hacı Amca’yla karşılaşmıştır; Hacı Amca merdivenlerden inmek için Sinan’dan yardım istemiş, Sinan da yardım etmeden hızlıca merdivenden inmeye başlamıştır son üç basamakta ayağı takılmış ve düşmüştü; bu olaylar ard arda gelen günlerde aynı şekilde devam edince Sinan durumdan şikâyet etmeye başladı; ama bu durumu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyor, hırsızlığa devam etmeye çalışıyordu, her gece pansiyonun kapısına geldiğinde oda arkadaşı Cihangir’in birini öldürerek tutuklandığını görüyor, tam uyurken kapısı çalıyor ve Hacı Amca “ Kur’an’ımı sizin odada unutmuşum” sanırım diyerek kitabını istiyordu ve Sinan veriyor, Sinan kapıyı kapattıktan sonra Hacı amca kalp krizinden ölüyordu..

 

Rıza bu olaylara üzülmeye başlamıştır; bir sabah Cihangir’e rüyasında bir adamın cinayet işleyeceğini, anne babasının üzüntüye dayanamadığını gördüğünü söylemiş ve Cihangir’i bir hata işlemekten kurtarmıştır, merdivenlerden inerken Hacı Amcaya yardım etmiş onu camiye götürmüştür ve camiye gittiklerinde çaresiz bir şekilde yere oturmuş ağlayarak Allah’tan yardım istemiştir, sonra Hacı Amca’yı doktora göstermiş ve kitabını unuttuğunu söyleyerek Kur‘an’ı getirmiştir, yaşlı adam Kur’an’ı alıp Sinan’a vermiş ve onun olmasını okumasını söylemişti; yedinci günün sabahında Sinan kurtuluşu takva da bulduğunu anlamış ve hırsızlığı bırakıp tövbe etmiştir; eskiden hırsızlık yaptığı lokantada işe başlamış ve helal para kazanmış ve karısının kapısını tekrar çalmıştır; kadın Sinan’ı affetmiş Sinan da evine dönmüştür.

 

Memnuniyetimi anlatacak bir kelime olduğunu düşünmesem de “mükemmel” kelimesi bu film için duygularımı anlatacak en uygun kelimedir. Mükemmel bir senaryonun eseri olan bu film beni derinden etkilemeyi başarmıştır… Gerçekten insanın sıkıntılarla baş etme yöntemi, olaylara karşı duruşu ve sıkıntılar karşısında kaçmadan, yanlışa düşmeden meşru yollarla çare aramamız gerektiğini öğreten, insanın sürekli bir imtihana tabii tutulduğunu hatırlatan izlenilmesi gereken bir film.

 

Yine yazımı filmden bir kesitle bitirmek isterim. “Ölüm de yaşam da Allah’ın elindedir ama insan hayatta olduğu sürece kaderini değiştirebilir.”

 

Elif Sena

Son Bekâr

Tam 43 kez bıkmadan usanmadan babasıyla kız istemeye giden ve hepsinden “hayır” cevabı alan Veli’nin hayatı artık öyle bir hal almıştı ki karşısına çıkan her kızın; müstakbel eşi olma ihtimalini düşünür. Babası İzzet Bey artık bu durumdan sıkılır ve Veli’nin bu girişimini tasdiklemez hale gelir. Çünkü çaldıkları her kapı suratlarına çarpılmış ve hiç kimse evlenmeye yanaşmamıştır; bu durum İzzet Bey’i üzmüştür, bir yandan da Veli’yi annesiz büyüttüğü için ondan da ayrılmak istememiş, ikilem arasında kalmıştır…

 

Oyuncular üstlenmiş oldukları karakterleri gerçekten başarıyla canlandırmışlar; filmi izlerken Veli karakterini gerçekten çok başarılı buldum, gerek Veli’nin dürüstlüğü, şaşkın halleri gerekse şanssızlıkları bu filmi izlenilir kılıyor.

 

Ama bir gün Veli şeytanın bacağını kırar; umutsuz bir şekilde cadde ortasında yürürken bir araba ona çarpar. Arabadaki ise Veli ile neredeyse aynı durumda olan Peri Hanım’dır. Peri Hanım’ın babasından kalan mirası alabilmesi için 30 yaşına girmiş ve evlenmiş olması gerekir. Ve mirası almak için daha önceleri evlenmek niyetiyle görüştüğü birkaç talibi olsa da ailesi olur vermez. Fakat bu sefer durum farklı olacaktır. Peri Hanım ve Veli daha sonraları görüşecek anlaşmalı evlilik diye başlayan serüven sevgiye dönüşecektir. Ne Peri ne de Veli başlangıçta bu durumun farkında değildir…

 

Film tesadüfen karşılaşan ve aslında önce düşman olan iki kişinin evlilikle sonuçlanan hayatlarını konu alıyor; klişe bir film gibi gözükse de, bu filmi sıradanlıktan çekip çıkartan senarist ve yönetmenin başarısıdır elbette.

 

Sizce bir insan içinden nasıl geliyorsa öyle davrandığı için ahmak sayılabilir mi? Doğallık, peki bu nasıl bir şey? İşte bu sorunuzun cevabını alacaksınız. Evliliğin, esasında dürüstlük üzerine kurulması gerektiği gerçeğini gözler önüne seriyor bu film. Sahtecilikten uzak, ruhların çırılçıplak birbirine kavuşması gerekir ki o zaman da aşk olur. Günlük hayatımızda da böyle değil midir zaten? Biz ne kadar dürüst olursak o kadar kazançlı çıkmaz mıyız her konuda? Bu soruyu yanıtlarken de kendinize dürüst olun. Eğer aksini düşünüyorsanız zaten kendinizle çelişiyorsunuz demektir. Çünkü her insan için dürüstlük önemlidir. Yalanlar içinde yaşarken aslında mutlu olduğumuzu sansak da değiliz. Peki, bunu bile bile neden hala kendimiz olmaktan bu kadar çekiniyoruz?

 

Türü komedi olan İran yapımı “Son Bekâr” filminin yeterlik seviyesini düşünürsek; evet daha iyi olabilirdi fakat izlediğinize pişman olmayacağınız bir film. İyi seyirler.

 

Elif Sena

Yeryüzündeki Son Bekâr

İran sinemasının eserlerinden olan Son Bekar filmi, 2010 tarihinde Muhammed Rıza Fazılî yönetiminde çekilen komedi, biraz da romantik bir film. Filmin oyuncu kadrosuna gelecek olursak, kadroda birçok tecrübeli oyuncu yer alıyor. Başrolde komedi filmlerinden alışık olduğumuz aynı zamanda senarist ve yönetmen de olan Mecit Salihi var. Diğer oyuncu koltuklarında ise; birçok komedi filminde rol alan Hamit Lolayi (İzzet Karaçule), Meryem Emir-Celali (İşret Hala), Ziba Burufe (Peri Rüyai) ve son olarak da değişik türlerde birçok filmde oynayan ve birçok ödüle de aday gösterilen Mihran Recebi (Avukat Batmani) yer alıyor.

Filmi tek cümle ile özetlemek gerekirse, “Hiç beklemediğiniz bir anda başınıza gelen bir olay hayatınızı değiştirebilir.” olacaktır sanırım. Çünkü 30 yaşına gelen ve 43 kez kız istemeye giden fakat hiçbirinde başarılı olamayan Veli’yi anlatacak en iyi cümle bu. Fakat bana göre film, komedi türündeki bir eser için yeterince güldürmedi. Diyaloglarda ve olaylarda komediden çok bir yerden sonra sık sık romantizme başvuruluyor diyebiliriz.

Veli’nin başından geçenler ise kendisine çarpan arabada telefonunu unutması sonucu başlıyor diyebiliriz. Telefonu almak için gittiği yerde kendisine çarpan Peri, evlenmesi için onu ikna etmeye çalışır. Önce para için kısa süreliğine bir oyun olarak evlenmeyi kabul eden Veli, ardından paradan vazgeçerek gerçekten evlenmek için bu sefer Peri’yi ikna etmek için uğraşır. İkisinin başından geçen olaylara ailelerinin, arkadaşlarının da katılması ile birlikte işler daha da karmaşık hale gelir.

Filmin bana göre en dikkat çeken ve can alıcı iki repliğinden biri Veli’nin bir yerde yazan “Bedbahtlığıma 15 gün kaldı.” yazısını değiştirerek “1 gün kaldı, belki de mutluluğuma.” yapması; ikincisi ise “Doğruyu söyle, çünkü yeni bir hayata yalan ile başlanmaz.” demesiydi. Bunları etraflıca düşününce aslında belki de hayatımızda yaşadığımız birçok olaya bu açılardan bakmalıyız. Bizim için kötü olduğunu düşündüğümüz bir olay aslında doğru açıdan bakılınca, çok daha doğru ya da aslında bizim için çok daha iyi olan bir olay haline gelebiliyor. Ayrıca yeni bir hayata (evlilik, eğitim vb.) başlarken temelini gerçekten doğrularla inşa etmek, ileride eğer söylenirse yalanın daha da büyümesini veya uğraşılacak sorunları engelleyebilir. Bu nedenle filmin verdiği mesajlar hem günlük hayatta hem de aile hayatında uygulanırsa hayatınıza daha iyi bir yön vereceğini söylemek mümkün.

Son olarak filmi aileniz ile ya da arkadaşınız ile izleyebileceğiniz filmler kategorisine rahatlıkla alabilirsiniz. Filmde aile ortamında rahatsız edecek herhangi bir sahne bulunmuyor. Hatta tam aksine birçok öğüt verici ve doğru bir şekilde lanse edilen mesajları var. Bu yüzden verdiği mesajlar açısından piyasadaki birçok filmin aksine aileyle izlenmesi gereken filmlerden desem daha doğru bir görüş belirtmiş olurum. Eğer hem aileniz ile izleyebilecek hem de komedi filmi arıyorsanız size filmi izlemenizi öneririm.

Ahmet Gerger

İpek Yolu

İpek Yolu adlı bu güzel İran filmi akıcı senaryosu, İranlı oyuncuların abartısız oyunculukları ve göz alıcı mekânları ile İran sinemasını bir adım öne taşıyan filmlerden biri. Film 11. yüzyılda Siraf’tan Çin’e uzanan yolculukta Şiraz medresesinde öğrenci olan Şazan bin Yusuf’un başından geçen maceraları anlatmaktadır.

Genel olarak filmdeki olayların akışını özetleyecek olursak:

Çevresinde sevilen ve güvenilir biri olan Şazan, Siraf’ın en büyük denizcisi olan Süleyman Reis’in yanına verilir. Yolculukta ona refakat etmesi ve yolculukta başından geçen herşeyi, rotaları, mürettebatı, gidilen medeniyetleri ve bu medeniyetlerdeki insanların gelenek ve göreneklerini yazması istenir.

Süleyman Reis Çin’e yolculuk edip Siraf ve Roma’da çokça rağbet gören ipek kumaşları ülkesine getirmek ve ticareti büyük anlamda yaparak Çin ile bir anlaşma imzalamak ister. Bunun için kendi gemisi dışında bir gemi daha talep eder. İkinci geminin kaptanı olarak da İdris Reis görevlendirilir. İdris Reis Süleyman Reis’e itaat yemini etse de, bu kararına yolculuk başladıktan sonra sadık kalmaz. İkinci kaptanı ile yanlış kararlar vererek zalimce bir tavır sergiler.

Yolculuk başlamadan önce bir kadın köle için köle pazarına gider ve orada bir emirzade olan Mahura’yı satın alır. Mahura asilliğin verdiği bir duruşla köle olmayı reddeder ve kendisine dokunulmayacağına dair söz alır.

Yolculuk sırasında terkedilen gemilerden yağmaladığı mallar yüzünden gemiyi ağırlaştıran İdris Reis korsan baskınıyla ölür. Yerine Şazan kaptan olarak tayin edilir ama bu durum İdris Reis’in ikinci kaptanının pek hoşuna gitmez.

Yolculuk Maldivler’e devam eder. Bin adadan oluşan Maldivler bir kadın sultan tarafından yönetilmektedir. Misafirperver ve kibar karşılamaları ile Perslerle olan dostukları pekişir.

Mahura gemide kalmak istediğinden, Şazan ile rızasıyla evlendirilir ve düğünleri Maldivler’de yapılır. Yolculuk tekrar başlar ve bu sefer fırtına sebebi ile gemi hasar görür; tüm tatlı suları zayi olur.

Mürettebat susuzluktan ölmek üzereyken kara görünür. Lakin bu gelinen yer pek de dost olmayan bir kabilenin topraklarıdır. Burada esir düşerler. İdris Reis’in yaveri burada yaptığı hainlikler sebebiyle öldürülür. Şazan ve Süleyman Reis ise yapılan bir planla kaçmayı başarırlar. Süleyman Reis ağır yaralanır. Sonunda Çin’e varılır ve orada dostane bir şekilde karşılanırlar. Süleyman Reis iyileşir. Çin ile ticaret anlaşması yapılır.

İran sineması olarak masalsı bir doku ile işlenen İpek Yolu filmi izleyicileri gerek mimarisi, gerekse senaryosuyla büyülüyor. Fantastik mekânlar ve değişik medeniyetlerin görselliği izleyiciye o yerlere gitmiş hissi veriyor.

Gülen Adam

Altın ve Bakır

Keşfedilmemiş bir maden gibi öylece duran İran Sinemasından bir örnek: Altın ve Bakır.
Bir İran filmi olan Altın ve Bakır’ın yönetmenliğini Humayun Esadiyan yapmıştır. Orjinal adı “Tala ve Mes” olan filmin yapım yılı ise 2011’dir. IMDB puanı gayet iyi olan filmin puanı 7.6 dır.
Filmin oyuncu kadrosunda çok kaliteli isimler bulunmakta Behruz Şuibi , Cevat İzzeti, Mihran Recebi, Nigar Cevahiriyan, Rıza Radmeniş, Seher Devletşahi gibi önemli isimler bulunmakta. Filmin senaryosu ise Hamit Muhammedi’ye ait.
İslami bir aşk altyapısıyla bize sunulmuş çok güzel bir film. Altın ve Bakır öyle bir film ki diğerlerinden ayrılan en büyük özelliği anlamsızca seks hikayelerinin olmayışı, ne bir reklam var ne de kusursuz insan tasvirleri sırf bu özelliğinden dolayı izleyenin içine işleyebiliyor. Altın ve Bakır’da asıl anlatılmak istenen iyi bir insan olursanız iyi bir anne ve baba da olursunuz ve İslamı evliliğinizin başucuna koyarsanız Allah’ın yardımının sizden hiç eksilmeyeceği izleyiciye aksettirilmeye çalışılmıştır.

Ayrıca filmde down sendromlu bir kız çocuğunun elindeki radyo ile Hakan Peker’in vakti geldi ayrılığın şarkısını çalması Türk izleyicisinin ilgisini bir hayli çekiyor.

Filmin adının Altın ve Bakır olması bana çok mantıklı güzel geldi. Yorumlamamız gerekirse; Değerli olan hangisi? Bakır emek ister altına dönüşmek için, aşk ister, çaba ister. Nasıl ki yüreğe düşen aşk değiştirir insanın kimyasını, bakırın da değiştirir yapısını.
Fedakarlığın ne demek olduğunu anlatan muhteşem bir film ne kadar da boş şeyleri kafamıza taktığımızı en sade şekliyle aktaran ender bulunabilecek filmler arasında.

Bu kadar ayrıntılı ön bilgilendirme yaptıktan sonra sizlere filmin öne çıkan, akılda kalan kısımlarını aktarmaya çalışacağız.
Film iki ana karakter etrafında şekillenmektedir. İlme ve bilgiye aç olan Seyyid Rıza ve tüm benliğini ailesine sunan Zehra bu filmin en önemli karakterleridir.

Başarılı bir eğitim hayatı geçiren Seyyid Rıza kendisini eksik gördüğünden dolayı ailesini alıp Tahran’a taşınmaya karar verir ve eğitim hayatını medresede tamamlamak ister.

Tahran’a eğitim hayatı için taşınmalarına rağmen hayat Seyyid Rıza ve ailesi için bir anda değişir. Seyyid Rızanın çok sevdiği eşi ve en büyük yardımcısı olan Zehra hastalığa yakalanır .Bu noktadan sonra Seyyid Rıza aslında farkında olmadan ilmin kendisini öğrenmeye ve yaşamaya başlar. Bu sayede kendisindeki eksiklikleri görür ve Allah’a tevekkül etmenin ne kadar önemli olduğunun farkına bir kez daha varır.
Zehra kendisinden çok ailesini düşünür .Ne olacaktı kocasına, kim bakacaktı çocuklarına? Yüzünü gizleyecek, utanacak kadar ayıp mıydı hasta olmak?

Seyyid Rıza, Zehra hastalanınca ev işlerini ve çocuk bakımını üstlenmek zorunda kalır. Halı dokumacılığından geçimini sağlamaya çalışır fakat gözleri bu yüzden iyi görmemeye başlar. Artık Kuran okuyamaz, ders veremez hale gelir. Onları üzmemek için eşine ve akrabalarına bu konuyu açamaz..

Seyyid Rıza için artık okul hayatı bitmiştir çünkü ne karısı normal işlerini görebiliyordu ne de kendisinin gözleri artık net görebiliyordu.

Hastanede hemşire olan Sepide için Zehra’nın hastanede kalması hayatının dönüm noktasıdır çünkü Zehra mutluluğun en ufak şeyler de olduğunu hemşire Sepide’ye çok güzel göstermiştir Ve Zehra’nın sayesinde Sepide boşanmak üzere olduğu kocasına bir şans daha verir ve boşanmaktan vazgeçer.

Birbirlerine duydukları saygıyı bakışlarla yansıtabilmeleri ve güzel sözler karşısındaki utanmaları ile sergiledikleri performans gerçekten de inanılmaz..

Filmden bir alıntı yaparak yazımızı noktalamak istiyorum..
“Herkes bir ömür cennetin anahtarını aradı. Bir hazine ya da bir kimya, iksir… Bu hazineyi hayal edenler bu hayal ile hazineyi kaçırıyorlar: “Benim için sev.. benim için buğz et.” İşte bundan ötürü, tüm amellerin kabulünün remz’i “velayet”tir. Allah için sevmek. Allah kimleri seviyorsa, sen de onları seversin. Allah’tan ötürü sevmek, Allah için sevmek. kaş ve göz; dış görünüş için değil. Hatta kendi gönlünüz için değil. Sadece Allah için. Eğer sevginin mîzânı (kriteri) Allah olursa, kimse sizi takdir etmese de, yine seversiniz. Vefasızlık görseniz de, doğru olanı yapmaya devam edersiniz. Bu menzile varamayıp, yarı yolda kalanlar, Allah için çalışmıyorlar. Bu yolda Allah için ne kadar zorluk çekerseniz, daha çok Allah’a yakınlaşırsınız. “O’nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi. Evet; senin lütfunun mutluluğuyla, toprak altın olur.” İnsanların arayıp durduğu bu kimya, aşktır. gerisi çer-çöptür. Şşimdi, azizlerim, neden bu sözü söylediler anlayacağız: “Eğer, okuduklarınız bizimkiyle aynıysa, yırtıp atın kitaplarınızı. çünkü, aşk ilmi, hiçbir kitapta yazmaz.”
Hayatı paylaşırken, kaçırılan küçük anların, duyguların ne kadar değerli olduğunu anlatmış bu film bize..
İzlemenizi tavsiye ederiz…

Murat Yıldırım

Kolay Gelsin

Filmde; İran halkının yabancılara karşı sergiledikleri tavır ve kendini beğenmişleri pek sevmemeleri üzerinde duruluyor. Özellikle, onlar için Farsça’nın ne kadar önemli olduğu gözler önüne seriliyor.

Garsonun yabancılarla İngilizce konuştuğu için şefi tarafından defalarca uyarılması dikkat çekici unsurlar arasında yer alıyor. Bunun yanı sıra; Maria’nın İranlı olmasına rağmen anavatanı hakkında abartılı şekilde ön yargılı davranması film boyunca insanda merak uyandırıyor. Bu durum; filmin akıcılığına büyük katkı sağlıyor.

Turist çiftin yolculuğunu organize eden ve turist rehberliğine özenen garson filmin en renkli karakteri denilebilir. Yabancılara ayrı ilgi duyan ve İngilizce konuşma becerisine sahip olan Murtaza filme renk katıyor. Tüm olay örgüsü onun etrafında dönüyor.

Yolculuğun başında turistlerin dilinden anlamayan ve sadece para için onlara şoförlük yapmayı kabul eden İranlı genç filmin sonunda oldukça farklı davranışlar sergiliyor. Bu davranışlardan turistlerin aslında kötü insanlar olmadığını düşündüğü kanısına varabiliriz.

Kelut yolculuğunda isteksiz olan bir diğer kişi ise Maria yani Meryem. Doğduğu topraklarda olmaktan rahatsızlık duyan kadın filmin sonunda bu durumdan oldukça keyif almaya başlıyor. Bunun yanı sıra; turist çift arasında filmin başından beri süre gelen tartışma ortamı da son buluyor. Aslında birbirlerini ne kadar sevdiklerini anlıyorlar.

Turist çift, Kelut macerası boyunca dillerinden anlamadıkları insanlarla vakit geçiriyor. Bu da iki insanın farklı dillerde de konuşsa bir şekilde orta yolu bulup anlaşabileceğini gösteriyor.

İki kadının (Maria ve İranlı Hekime hanım olarak bilinen karakter) çocuğunu kaybetmesi ve hissettikleri üzüntüleri de ne kadar farklı hayatlar yaşasak, farklı kültürlerde olsak ve hatta farklı dillerde konuşsak da aslında çok benzer hayatlar, olaylar yaşadığımızı yani birbirimize zannedildiği kadar yabancı olmadığımızı gösteriyor.

Ön yargılı ve ırkçılık derecesinde saplantılı düşüncelere sahip olan kişilerin “Kolay Gelsin” filmini izleyerek düşüncelerini gözden geçirmeleri insanlık açısından büyük önem taşıyor.

Simge

Altın ve Bakır

Çok fazla kişinin bilmediği ancak oldukça değerli yapımları içerisinde barındıran İran sinemasının gözde örneklerinden bir tanesi olan Altın ve Bakır filminin yönetmeni Humayun Esediyan. Dram türünde hazırlanmış bir film olarak ön plana çıkan Altın ve Bakır da Behruz Şuibi, Cevat İzzeti, Nigar Cevahiriyan, Mihran Recebi ve Seher Devletşahi. Filmde, istemiş olduğu hocadan eğitim almak adına elinden gelen her şeyi yapan bir adamın hayatında meydana gelen değişimler anlatılıyor. Karakterimiz eğitimine öyle değer veriyor ki sırf istediği hoca Tahran’da diye bir anda eşiyle tüm eşyalarını toplayıp buraya yerleşebiliyor. Bu hocadan eğitim almak için dünyadaki diğer her türlü şeyi geri atıp toplumdan kendini uzaklaştıran karakterimizin yaşamı, karısı M.S. hastalığına yakalanınca tamamen değişiyor.

 

Bunun nedeni ise artık yaşamındaki öncelik sırasını eşine veren Seyyid Rıza’nın yaşamında meydana gelen değişimleri bu filmle beraber izlemeye başlıyoruz. Normalde Seyyid Rıza kendi eğitimi haricinde hiçbir işe karışmaz, eşinin ev işlerini tek başlarına yapması gerektiğini düşünürdü. Ancak M.S. hastalığı ile birlikte bir taraftan eğitimini alırken diğer bir taraftan da eşi ile olan hayatını düzenlemek zorundadır. Seyyid Rıza’nın eşinin ilk hastalık belirtileri Tahran’a geldikleri zaman ortaya çıkar. Eşinin saçını keserken onun canını yaktıktan sonra onda olan değişimleri eşine söyler. Ancak Seyyid Rıza bunun yalnızca Zehra Sadat’ın kuruntusu olduğunu, bu ara çok çalışıp yorulduğu için kendini kötü hissettiğini söyler. Zehra Sadat oldukça çalışkan ve iyi yürekli bir kadındır.

 

Öyle ki ev sahibesinin yanında bulunan ve herkesten saklanan kız Ayda bile onun iyiliğini fark eder. Bir gece artık Zehra Sadat çok fenalaşır ve hastaneye götürürler. Burada doktor muayenesi esnasında aslında eşi ile ne kadar az ilgilendiğini fark eden Seyyid Rıza, bu duygu değişimleri ile geceyi geçirir. Zehra’nın hastanede olduğu ilk gün bile aslında işinin ne kadar zor olduğunu, karısının bu kadar şeyi tek başına nasıl yapabildiği bilemez. Doktorun M.S. teşhisi koyması ve ailesinin belirtiler konusunda Zehra’yı ciddiye almadığını söylemesi ise duyduğu vicdan azabını arttırır.

 

Hastanedeki hemşire Sepide Hanım ile ilk başlarda yıldızı barışmayan Seyyid Rıza, sonrasında eşinin durumu ile birlikte Zehra’nın hastanede yaşayacağı zorluklara karşı ondan yardım ister. Zehra hastanedeyken çocuklar ile uğraşmak ise Seyyid’e kalır. Daha öncesinde Zehra’nın çok kolay bir şekilde yaptığı pek çok işlemin aslında ne kadar zor olduğunu anlamış olacaktır. Bu esnada Ayda ise onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışır. Seyyid, öğrencilere ders verecek kadar bilgili olsa da bunu yapmak yerine karısının kaldığı yerden halı dokumaya devam etmeyi tercih eder. Halıyı dokurken bir taraftan da derslerini tekrarlar, Böylece aslında iki işi de aynı anda yapmayı planlar. Uzun süren hastane döneminin ardından tekerlekli sandalye ile evine gelen Zehra’yı kızı ne yazık ki iyi bir şekilde karşılamaz.

 

Atıfe ile okula giden Seyyid Rıza, kızının dini kıyafetler giydiği zaman ondan kaçtığını sorsa da istemiş olduğu yanıtı alamaz. Cevapsız kalan bu soru onun canını sıksa da hayatında çok daha büyük sorunlar vardır. Bu esnada eve gelmiş olan Zehra ne kadar istese de artık evinin işlerini istediği gibi yapamaz hale gelir. En kolay işleri yapmak, yürümek bile onun için ciddi bir sorun haline geliyor. Mutfağını ev sahibesinin temizlemek istemesi ise bardağı taşıran son damla. Çünkü ona göre bir kadının mutfağını sadece o temizlemelidir. Kendini yetersiz hisseden Zehra Sadat çok daha hırçın bir ruh haline bürünse de Seyyid Rıza onu sakinleştirmeye çalışıyor. Ancak Zehra Sadat gerçekleri anlıyor, kocasının kalbinde yaşadığı umutsuzluğun farkına varıyor. Çok büyük bir kavga etseler de aralarında güçlü sevgi, bunları aşmalarına yardımcı olacaktır.

 

Bir taraftan ailesinin sorunlarını gidermeye çalışan Seyyid Rıza, diğer bir taraftan yeni yıla gelmeden bitirmesi gereken halıyı bitirmekle uğraşır. Ancak bu hiç kolay olmayacaktır. Zehra Sadat, ailesine yetersiz geldiği için eşine ikinci bir eş almasını ister. Seyyid Rıza ise bunu kabul etmez. Güneşli bir Cuma günü ailecek dışarı çıktıkları bir gün eşi Seyyid Rıza’dan ona Kur’an okumasını ister. Ancak Seyyid Rıza’nın gözleri o kadar kötüleşmiştir ki sayfaları açsa dahi ezberden okumak zorunda kalır. Zehra Sadat bunu bilse de yine de bilmezden gelir. Yine bir gün kapı arkasından hocasının dersini dinleyen Seyyid Rıza, diğer bir taraftan da Allah sevgisini kavrar ve onun lütfuna mazhar olmanın ne kadar zor olduğunu anlamış olur.

Deli Kız

Anne Şefkati

Bazen o kadar stres dolu günlerden geçeriz ki kendimizi ödüllendirerek rahatlatmak isteriz. Benim için film izlemek bu ödüllerin başında gelir. Kısa bir süre de olsa film izlemek yaşadığımız bu hayata bambaşka gözlerle bakmamıza vesile olur. İşte bu noktada “Anne Şefkati” isimli İran yapımı bu sinema filmi eminim sizin de kendinize ödül olarak göreceğiniz bir film olacak.

Çocuk yüreğiyle oldukça fazla bir yükü omuzlamış Mehdi karakteri gerçekten müthiş bir oyunculuk ve doğallık ile hayat bulup canlanıyor. O kadar gerçekçi bir oyunculuk ki bir ara kendimi hikâyenin gerçek bir olaydan alınmış olabileceğini düşünürken buldum. Kimsesizliği fırsata çevrilmiş ve kullanılmış, açlıktan ölmemek adına yaptığı hırsızlık yüzünden ıslah evine düşmüş yetim bir çocuğun, acı dolu hikâyesi en acıma duyguları körelmiş olan kişileri bile eminim duygulandıracaktır.  Öyle acılar çekmiş ki hiç biri annesizlik kadar acıtmamış bu küçük yavrumuzu.  Soğuk, karanlık ve sevgisizlik içinde dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan çocuğun sığındığı tek liman ise anne şefkati ve özlemi olacaktır. Hiç sevgi görmemiş bir çocuğun sevgiyle büyütülen çocukları gördüğünde yüzünde oluşan eksiklik duygusu ve imrenme halinin içimizi acıtmaması oldukça güç. Öldüğünü kabul etmediği annesini bulma hayaliyle hayata tutunmaya çalışan Mehdi, tutunduğu bu dalı gerçeğe dönüştürmek için elinden geleni yapacaktır.  Mehdinin hayali annesini bulmak ve sevgiye doymaktır, ancak onunla beraber kalan diğer çocukların hayallerini duyduğunuz da biraz tebessüm, biraz burukluk, birazda acıma duygusunun tüm vücudunuzu nasıl da kaplamış olacağına inanmakta zorlanabilirsiniz.

Karakterin gördüğü hayaller ile gerçekleri inkâr etmesi ile film doruk noktasına ulaşacaktır. Sahip olduğu bir kızıyla hayatının yükünü omuzlamakta zorlanan genç bir anneyi, kendi annesi yerine koyması ile olaylar zinciri başlar. Genç annenin minik kızının ise onu kolaylıkla ağabey olarak görmesi ve kısa sürede benimsemesi duygu dolu anlara tanıklık edecektir.  Genç kadın, psikolojik olarak sıkıntılı bir dönemden geçen bu çocuğa nasıl yaklaşması gerektiği konusunda emin değildir. Attığı adımları çocuğun yanlış anlaması oldukça muhtemel iken ona yaklaşmak mı yoksa onu tekrar ıslah evine göndermek mi arasında araf da kalan bu genç anne nasıl bir yöntem izleyecek? Mehdi içinde yanan anne şefkatine ve hayalini kurduğu anneye sahip olabilecek mi? Bu önemli iki sorunun cevabını izlediğiniz de alacaksınız ancak bu filmin İran sinemasına müptela olmanızı sağlayacağına kesin gözüyle bakıyorum.

Ve son bir not… Eğer anneniz hayattaysa ve yanınızdaysa bu filmi izledikten sonra nasıl büyük bir şansa sahip olduğunuzu anlayıp eliniz telefona gidecektir. Sözlerimi, yazar William Golding’in şu ölümsüz cümlesiyle sonlandırıyorum. “Sevdiklerinize zaman ayırın, yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır.”

Özgee